29 Temmuz 2017 Cumartesi


İKİ KOCA İNSAN

Durup dururken
Tutturdular bir ipin ucundan

Biri dedi “ vijdan” yazılır
Öteki dedi “vicdan”
Emindi ikisi de kendinden de
Her şey aşikardı işte
Birinden birinin canı yanacaktı belli
Eğlence arayanlar alkışladı gaz verdi
Hakiki dostlar
Araya girdiler, aman dediler.

Girdiler iddiaya
Biri koydu arabasını ortaya
Öteli de evini.

Çocuklaştılar işte
Nefesler tutuldu
İkisi de sözünün eriydi
Herkes bilirdi
Korkuları ondandı.

Önce yapacaklarını sonra yaptılar
Buldular bir lügat
Açtılar baktılar
“vicdan”mış

Vicdana gelmedi
Vicdan diyen
Aldı evi
Gerekli dersi çıkartanlar için
İyi oldu!

28 Temmuz 2017 Cuma

BABA MEZARI

Yavaşça odasından çıktı Arif Bey. Çıkarken de yatak odasının elektriğini söndürdü her zaman yaptığı gibi.
Yatak odasının kapısı salona açılırdı. Salonda büyükçe bir kitaplık vardı. Kitaplığa yöneldi ise de masanın üzerindeki gazeteye ilişti gözü. Fırsat bulup okuyamamıştı dün. Masanın yanına gitti, sandalyeye çöktü, gazeteyi eline aldı. Boşanmak isteyen eşini öldüren ve de onu çok sevdiği için öldürdüğünü söyleyen adamın fotoğrafına tükürdü. Otobüs durağa dalarak üç kişiyi öldüren sarhoş şoförün haberine çıldırdı. Gazeteyi parçaladı yere attı. Mutfağa gitti sonra. Bir fincan sallama çay yaptı. Mutfaktaki radyoyu açtı. Zeki Müren'den bir parça çalıyordu. Zeki Müren'i pek severdi. Bir kaç yudum çay, Zeki Müren'den bir sanat müziği şarkısı iyi geldi ona. Tekrar salona geçti. Eline bir kitap aldı, üçlü kanepeye uzandı. Okumaya başladı.
Ezan okunmaya başlayınca kitabı kapattı. Sabahın sessizliğinde ezan sesi pek etkileyici geldi kendisine. Ezan bitince banyoya geçti soğuk su ile elini yüzünü yıkadı. Cep telefonundan kalkınca okusun diye bir mesaj yazdı oğluna.
Oyalanayım diye yabancı kanallarından birini açtı. Bir film vardı. Yabancı dili yoktu. Olayların akışından nelerin olup bittiğini anlamaya çalışmak için gayret sarf etti, bunu yaparken de emeline ulaştı bir bakıma. Kafası dağıldı.
Kapı zili çalınca beyinleyip kendine geldi. “ Hayırdır inşallah bu saatte” diye söylenerekten gidip kapıyı açtı. Gelen oğluydu. Merdivenleri hızlı hızlı çıkmıştı. Nefes nefeseydi:
— Hayrola baba, Ne oldu?
— Yok bir şey.
— Ne bileyim, mesajı görünce
— İşe giderken uğra beni de al, diye yazdım oğlum. Kaygılanma diye de diye de not düştüm.
Arif Bey'in sesi sert çıkmıştı. Sesini daha da sertleştirdi:
— Ölüyorum koş mu, dedim. Bilseydim bir taksiye atlar giderdim.
Serhat, babasının bu tavrına bir anlam veremedi. Alttan aldı:
— Tamam da baba, dedi “ Yani merak ettim gene de. Sen olsaydın merak etmez miydin ki?”
— Tamam tamam uzatma.
Kapıda konuşuyorlardı.
— İçeri gir ben de hazırlanayım çıkarız, dedi Arif Bey.
Kenara çekildi, oğlunun da kolundan tutup içeriye çekti. Kapıyı sertçe kapattı.
Arif Bey, her zaman sabah giyeceklerini akşamdan hazırlardı. Dün akşam da öyle yapmıştı. O nedenle de çarçabuk hazırlandı. Salona geçince de oğluna hitaben,
— Umarım arabayı uzağa park etmedin, dedi.
— Yok yok, bahçeye bıraktım, dedi Serhat. Sonra da ne kadar dikkatli olduğunu göstermek istercesine sordu: "Senin arabayı göremedim. Tamirde falan mı?
Arif Bey, soruya cevap vermedi,
— Hade çıkalım, dedi.
Çıktılar. Serhat'ın arabasının yanına kadar konuşmadan yürüdüler. Serhat babası için kapıyı açtı.
Serhat arabayı çalıştırırken babası
— Kabristan’a uğrayacağım giderken, dedi “O taraftan git olmaz mı?”
Serhat şaşırdı:
— Niye ki? dedi
—Kendime mezar seçeceğim. Var mı itirazın?
Serhat. “ estağfurullah” diye mırıldandı ve de ekledi:
— Pastaneden bir şeyler alayım mı sana? Atıştırırsın."
Arif Bey'in birden canı çekti.
— Sıcaksa olur, dedi. “Aşağıdaki pastaneden olursa yerim.”
— Olur. Vallahi ara sıra tam bizim oradan buraya geliyorum bir şeyler almak için.
— Ve bizim için de bir şeyler alıp bu da size baba demiyorsun.
— Aşk olsun baba. O nasıl söz!
— Yalan mı? Hiç gördük mü? Eee ne demişler "Baba oğluna bağ bağışlamış da oğlu babasına bir salkım üzüm vermemiş."
— Eh yani baba. Sabah sabah kırdın beni yine.
— Neyse sonra konuşuruz bunu. Biliyor musun, babasının babasını tanırım ben onun. O da pastacıydı.
— Babadan oğla ha! Ne güzel!
Pastanenin önüne gelmişlerdi. Serhat, arabayı park ederken sordu:
— Ne alayım baba?
— Sıcak olan ne varsa ondan al. Sıcak yoksa istemem.
— Sıcaktır sıcaktır. Hele hele bu saatte.
— İşte bilmem, sıcaksa üç kesekâğıdı doldur.
— Üç kesekâğıdı mı?
— Çok geldiyse ben veririm parasını.
Arif Bey'in az evvel yumuşayan sesi son cümlesinde yine sertleşmişti. Bu nedenle Serhat, “ gerçekten mi üç kesekâğıdı?” diye soramadı. Arabadan indi. Müşteriler vardı pastanede. Sırası gelince tercih yapmadan, tezgâhtara,
— Sıcaklardan şöyle üç kesekâğıdı doldur, dedi.” Bir poşete de birkaç meyve suyu koy.
— Hemen beyefendi, dedi tezgâhtar gülümseyerek.
Çabucak istenileni yaptı tezgâhtar. Kesekâğıtlarını ve poşeti uzatırken de:gülümseyerek:
-Afiyet olsun, dedi.” Yine bekleriz. Kasa şu tarafta.”
Elleri dolu, arabaya döndü Serhat.
— Tam istediğin gibi baba, dedi. Paketlerden birini açtı. “Meyve suyu da aldım. Portakal, limonata, vişne, hangisinden istersin?”
Arif Bey, bir şey demedi. Uzatılan paketlerden birini aldı, açtı. Pakette açmalar vardı. Onlardan birini alırken
—Sıcakmış, iyi, diyerek hoşnutluğunu belirtti ve ekledi: “ Aldıysan, bir de vişne suyu ver bakayım.”
Serhat da bir şeyler yemek istiyordu ama babasından " Direksiyon başında bir şey yenmez." fırçasını yememek için bu mevzuda bir teşebbüste bulunmadı. “ Afiyet olsun babacığım” diyerek bulduğu vişne suyunu babasına uzattı.
Trafik yoğun değildi. Yirmi dakika kadar sonra kabristana yaklaşınca Arif Bey sessizliği bozdu:
— Kaç zamandır dedeni görüyorum rüyamda Mezarlığa gir de dedene bir Fatiha okuyalım.”
— Tamam baba, dedi Serhat.
Mezarlık kıpısına varmışlardı. Giriş kapısı henüz açık değildi ama kapıda bir güvenlik görevlisi vardı. Serhat sinyal verince görevli kapıyı açtı başı ile selam verdi.
Serhat on metre kadar gitti. Yol dörde ayrılıyordu, sordu:
— Ne taraftan gideceğiz baba?
Arif Bey, ilgisiz cevapladı soruyu. Sesi de bir değişik çıktı:
— Dedenin mezarına.
— Tamam da ne taraftan?
Arif Bey'in yüzü gerildi.
— Ne demek ne taraftan? dedi. “Sen dedenin mezarının nerede olduğunu bilmiyor musun şimdi?”
— Hayır, nereden bileyim ki!
Arif Bey’in yüzü kıpkırmızı oldu.
—Sarı çizmeli Mehmet Ağa'nın demiyorum ulan, dedenin mezarını diyorum.
Serhat, " ulan " sözü ile irkildi. Kendini kaybetti. Gayriihtiyarî o da sesini yükseltti:
— Bilmiyorum. Ben doğmadan ölmüş adam.
— Adam mı?
Serhat istemeyerek de olsa ses tonunu biraz daha yükseltti, verdiği cevap suçlamaya karşılık gibiydi:
— Bir kere olsun elimizden tutup getirdin mi ki de şimdi hesap soruyorsun?
Arif Bey, oğlunun yüzüne uzun uzun baktı. Tane tane konuştu. Sesi de titrek çıktı:
— Diyelim ki ben elinden tutup getirmedim, bu senin deden, bu adam şöyle şöyle biriydi demedim, ben böyle, böyle hayırsız bir evladım. Sen deseydin bir gün, “ Baba dedemin mezarını bir ziyaret edelin çiçek dikelim su dökelim”
Babasının dolan gözleri, titreyen sesi Serhat’ın bir şey söylemesine mani oldu. Başını dışarıya doğru çevirdi.
Arif Bey, bez mendili ile burnunu ve birkaç damla da olsa gözlerinden süzülen yaşları sildi. Sonra da küçük bir çocukmuş gibi Serhat’ın başını okşadı.
Yıllar sonra başının bu şekilde okşanması hoşuna gitti Serhat’ın. Kendini tutamayarak kıkır kıkır güldü. Babasına doğru döndü, sarıldı.
— Haydi, sen git, artık, dedi Arif Bey.“Ben bir taksi ile dönerim.”
—Dedemin mezarına ben de gelmek isterim, dedi Serhat. “Zararın neresinden dönülse
kardır dersin hep.”
Arif Bey, buradaki camiyi de önlerinde bulunduğu kavşağı çok iyi anımsıyordu. Sağa sola sapmadan düz gidileceğinden de emindi. Hatırlayabildiği kadarıyla biraz ileride yol ikiye ayrılacaktı. Bundan da emindi de o gün babasını cenazesini taşıyan cenaze arabasının sağa mı sola mı döndüğünü anımsayamıyordu.
Arif Bey, arabanın kapısı açtı. İnerken
— Babamla dertleşeceğim biraz dedi. “Sen git haydi. Ben bir taksiye atalar gelirim.”

23 Temmuz 2017 Pazar

BABAM BENİ ÖPTÜ

—Yarın Numan’ı da götürür müsün yanında?
Sözü söyleyen karımdı. Gayriihtiyarî ona doğru döndüm. Bir daha söyle bakayım der gibisinden yüzüne baktım. Söyledi.
—Yarın diyorum, hani bir günlüğüne yanında götürsen.
Numan. Oğlumuz. Hem zihinsel hem de bedensel engelli. Şiddet eğilimli. An geliyor eline ne geçerse sağa sola fırlatıyor an geliyor kendine zarar veriyor. An geliyor…
Karımın sorusuna cevap vermedim. Sinirlerim bozuldu. Odama çekildim. Sırt üstü uzandım.
Elvan. Karım. Yıllardır sokağa bile çıkmadı. Kendini Numan’a adadı. Saniye bile gözünden ayırması mümkün değil. O an ortaya çıktığında azıcık sakinleşmesi için mutlaka yanında bulunması gerekiyor.
Nasıl götüreyim onu yanımda? Zaman zaman kırk yılda bir de olsa sakin sakin oturuyor ama bunun garantisi yok ki. Çıldırdığı anlar çıldırmadığı anlardan kat kat fazla. Yürümesi sorun, tuvaleti sorun.
—Yarın Numan’ı da götürür müsün yanında?
Sözü söylerken karımın sesi titriyordu. Vereceğim, vereceğim cevaptan göstereceğim tepkiden korkuyordu
Sıkıntı bastı. Kalktım. Reşat’a telefon ettim. Reşat, Numan’ın dayısı. Aralarında izah edemediğim bir bağ var. Onunla konuşuyor, hatta onun söylediği şeyleri yapıyor bile. O gelirse belki götürebilirim.
Anlattım durumu. Sağ olsun belki de ablası bir gün olsun nefes alsın diye:
—Olur enişte dedi. “Gelirim. Yedide oradayım.”
Hakikaten de ertesi günü yedide geldi. Numan’ı öptü. Büyük bir adammış gibi:
—Babanla gezmeye gidiyoruz bugün, dedi. “Sen de bizimle geliyorsun.”

Malları arabaya yükleyip hareket ettiğimiz anda işyerinden Reşat’ın telefonu çaldı.
Reşat telefonu kapattıktan sonra mahcup bir şekilde yüzüme baktı:
— Enişte ya, dedi “Benim iş yerine gitmem gerekiyor. Numan’ı eve bırakayım ben.
Numan evden çıktığımızdan beri inanılmaz bir şekilde çok sakindi. Mutluydu da. Onunla bir an göz göze geldim. “ İyi olur” diyemedim. Belli belirsiz:
— Gelsin benimle, dedim.
Reşat itiraz etti. Sanki o benim oğlum değilmiş gibi, onu tanımıyormuşum gibi:
— Böyle kuzu kuzu durduğuna bakma enişte dedi. “Biraz sonra çıldırabilir. Baş edemezsin. Allah korusun elinden bir kaza çıkar. Biliyorsun daha evvel
Numan’la tekrar göz göze geldik. Gönderme beni der gibiydi bakışları.
Numan’ı tanımasam, amma da abartmışlar ha derim.
Üç saat kadar sesi sedası çıkmadı. Sonra mızmızlanmaya başladı Tahmin ettim,
tahminimde de yanılmamışım. Tuvaleti varmış.
Uygun bir yerde durdum. Yardım ettim tuvalet ihtiyacını giderdi. Sonra sanki normal bir çocukmuş gibi “ Haydi sen kendi kendine biraz oyna ben de bir sigara içeyim” dedim.
Büyükçe bir taşın üzerine oturdum. Bir de sigara yattım.
Yıllar sonra evden çıktığı için bulunduğu yeri yadırgadı tabi. Belki de biraz korktu. Ürkek gözlerle bir süre çevreyi inceledi. Sonra da bana öykünerek kendince uygun bir taşın üzerine oturdu.
Sigaram bittiğimde oturduğu taşın üzerinden kalkmış biraz ötedeki kuru bir ağacın
dibine çömelmişti Küçük çocuklar çömelip kumla oynarlar ya o da orada kendi kendine bir şeyler yapmaya koyulmuştu.
Birden üzerime bir ağırlık çöktü. Sigaram biter bitmez kalkıp yola devam edecektim ama canım istemedi. Taştan kalktım. Yere oturdum. Sırtımı taşa verdim ayaklarımı da uzatıp Numan’ı izlemeye başladım. Kah çömeliyor kah kalkıyordu. Bazen bulunduğu yerden zar zor yürüyerek biraz uzaklaşıyor yerde bir şeyler arıyor buluyor sonra da o kuru ağacın altına dönüyordu.
Yolcu yolunda gerek misali kendini zorlayarak da olsa yola koyulmak için kalktım. Numan’ın neler yaptığını da merak ediyordum. Benim geldiğimi fark etmesin diye- görürse yaptıklarını bozabilirdi-ayaklarımın ucuna basarak yanına kadar gittim.
Son anda beni fark etti. Bağırıp çağıracağımı belki de daha da ileri gideceğini düşünerek korktu.
— Aman aman ne güzel şeyler yapmışsın sen böyle, dedim.
Şaşırdı: Başını okşadım “ Anlat baylım” dedim. Yaptıklarının başına çömeldim.
Dallardan, taşlardan topraktan bir şeyler yapmıştı kendince.
Kendince yaptıklarını tek tek göstererek zaman zaman yüzüme bakarak fazla da bir şey anlamadığım bir şeyler anlattı. Gözlerinin içi gülüyordu. İçimden geldi,başını okşadım, yanağına bir öpücük kondurdum” aferin aferin sana” dedin.
Eve gece yarısına doğrı döndük.Evin tüm ışıkları yanıyordu. Ben de genelde bu saatlerde dönerdim ama evin tek bir ışığı bile yanık olmazdı.
Karım “ oh, çok şükür!” diye söylenerek bizi kapıda karşıladı. Yıllardır görmüyormuş gibi Numann’ı kucakladı, defalarca öptü. Sonra da onu içeri aldı. Yanına oturttu:
-Anlat bakayım, dedi, neler yaptınız babanla?
Numan sanki bunu bekliyordu. Heyecanlı heyecanlı anlatmaya başladı. Ben de
onları, Numan’ın sözlerinden bir şey anlamasam da onları izlemeye koyuldum.
Bir ara karım yüzüme bakarak ağlamaya başladı larım. Korktum. Tam, ne oluyor
diye soracakken:
— Babam beni seviyormuş, babam beni öptü” diyor. “Sahiden öptün mü Numan’ı
— Bunda şaşıracak ne var, dedim. O benim oğlum.
Son cümlemi duydular mı bilmiyorum ama, orada daha fazla durmaya gücüm
yetmedi.” Ben bir elimi yüzümü yıkayayım da ocağa bir çay koyayım” diye oradan çıkıp yatak odasına geçtim. Yüzükoyun yatağa uzandım. Yıllar sonra küçük yaeamaz bir çocukmuş gibi dakikalarca ağladım.

19 Temmuz 2017 Çarşamba

MESAJLI ŞİİR
Sol eli sağ eline
Sağ eli kalene yapıştı
Kalem kâğıdı gördü
Beyin emretti
Kalen hay hay dedi
Harflerden sözcükler oluşturup yazdı kâğıda
“ Özür dilerim.”

Özrü gören yumuşadı
Donmuş ilişkiler yeniden başladı
Bir kez daha görüldü ki
Barış savaştan iyidir.

18 Temmuz 2017 Salı

POĞAÇA

Bir ses ile beyinleyip kendine geldi. Uyumuştu, başı da öne düşmüştü. Saniyelik iş.
Başını kaldırdı. Karşısında on beş, on altı bilemediniz on sekiz yaşında bir kız vardı. Tatlı tatlı gülümsüyordu. Elinde bir tepsi, tepside de bir tabak, bir su bardağı da çay.
— Annem poğaça yapıyordu da, burnunuza kokmuştur diye gönderdi.
Şaşkındı adam. Kırk yıl düşünse aklıma böyle bir şey gelmezdi. Donup kalmıştı. Tepkisizliği kızcağızı da ne yapacağını bilemez bir duruma düşürmüştü. Elindeki tepsi ile kalakalmıştı zavallıcık. Teşekkür ederek uzanıp alma gibi bir eylemde bulunmadığından ötürü anlık bir tereddüdün akabinde adama doğru biraz yanaştı, üzeri peçete ile kapatılmış plastik tabağı ve çay dolu bardağı tepsiden alarak dikkatli bir şekilde oturmakta olduğu bankın üzerine, yanına bıraktı. Belli belirsiz gülümseyerek:
—Afiyet olsun, dedi.
Kızın arkasından bile bakmadı. Bakamadı. Kendine gelmeye çalışıyordu.
Gevher Bey, kendini biraz toparlayınca, yan tarafına döndü. Peçeteyi kaldırdı. Tabakta üç poğaça vardı ve sıcaktılar. Belli ki yeni yapılmışlardı. Mis gibi de kokuyorlardı. Çay da tertemiz bir bardaktaydı ve tavşankanıydı.
Gevher Bey, ayıp bir şey yapıyormuş gibi etrafına bakındı. Kimse yoktu. Poğaçanın nereden geldiğini tahmin edebilmek için etrafına bakındıysa da netice alamadı. Saat yedi olmuştu. Pek çok evin elektriği yanıyordu. Hava sıcak olduğundan da pek çok dairenin balkonlara bakan kapıları açıktı.

Gevher Bey, birkaç kez kalkıp oturdu. Karar veremiyordu. Poğaçalı yiyip çayı içmeli miydi? Onları orada olduğu gibi bırakıp oradan ayrılmalı mıydı? Ya, poğaça ve çayın içine bir şey katmışlarsa. Bu olasılık da aklına geldi, gelince onları oraya getiren kızın tatlı sesini, tatlı gülümsemesini anımsadı, kendi kendine kinayeli “Aferin sana Gevher!” dedi. “Olgunlaşacaksın da ben de göreceğim.”
Gevher Bey’in babası geçen ayın 17’sinde rahmetli olmuştu. Namazında niyazında bir adamdı. Özellikle sabah namazını mutlaka camide kılardı. Onun ölümünden sonra Gevher Bey de babası gibi sabahları camiye gider olmuştu. Geçen hafta cami çıkışında şu anda oturmakta olduğu parkın önünden geçerken kendisini kötü hissetmiş parkın içine girerek banklardan birine oturmuştu. Ondan sonraki günde cami çıkışında parka uğramış, bir süre sağına soluna bakındıktan sonra bu bankı gözüne kestirmiş, yarım saat kadar kalmış, tespih çekmiş geçmiş günleri anımsayarak kâh hüzünlenmiş kâh neşelenmişti. İşte o günden sonra da her cami çıkışında buraya gelip yarım saat kırk beş dakika kadar oturmak âdeti olmuştu. Bu durum ona iyi de gelmeye başlamıştı.
Parkın üst girişinden belediyenin temizlik işçisi girdi. Girer girmez de süpürme işine girişti. Suratsız bir hali vardı. Süpürgeyi, birilerini cezalandırmak istercesine kullanıyordu.
Bir köpek koşarak park kapısının birinden girdi ötekinden çıktı. Arkasından bir köpek daha…
Bir delikanlı, parkın girişinde biraz durdu, parkı mı süzdü, gideceği yere karar verememenin tereddüdünü mü yaşadı belli değil. Bir sigara yaktı. Yürümeye başladı. Gevher Bey'in yanından geçerken:
— Selamünaleyküm” dedi. “ Günaydın” da dedi.
Gevher bey zor duyulur bir sesle selamı aldı.
— Aleykümselâm oğlum.
— Afiyet olsun.
— Buyur al bir tane.”
Delikanlı durdu. Döndü. Poğaçalardan birini aldı, ağzıma attı. Eliyle “ eyvallah” işareti yaparak gitti.
Miyavlayınca kediyi fark etti Gevher Bey. Biraz ilerideki ağacın dibindeydi. Geldiğinden beri mi oradaydı belli değil. Belli olan “ yiyecek” istiyordu. Poğaçanın birini aldı, böldü, kediye atacakken duraksadı. Ya ikramı yapan şu anda kendisine bakıyorsa? Empati kurarak hadiseyi düşündü, ne kadar hoş olmadık bir durum olurdu ikramı yapan için. Gözlemleniyorsa yarısını ağzına atar yarısını verirse ikramda bulunanın hoşuna bile gidebilirdi. Düşündüğünü gerçekleştirdi. Poğaçanın yarısını ağzına attı yarısını kediye. Kedi, poğaçayı kokladı sonra da poğaçayı ağzına alarak oradan uzaklaştı. Belki de yavrusu vardı, ona götürüyordu, ya da kendince bir düşüncesi. Gevher Bey, böyle düşündü, duygulandı gözleri doldu. Bir yerlere gitti. Yapmış olduğu gezinti esnasında da poğaçaları yedi farkında olmadan, çayı da içti. Boşalan çay bardağını aldı ayağa kalktı. Oraya mı bırakıp gitseydi, bankın altına mı koysaydı, yoksa eve götürüp yarın, sahibi gelir alır diye umsa mıydı?
Bankın üzerine bırakmaya karar verdi, Nasıl olsa sahibi görüyordu burayı, kendisinin gittiğini görünce neticeyi görmek için muhakkak ki gelirdi. Tabağın üzerine bardağı kapattı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttu.
Evde, karısı “ Allah kabul etsin!” diyerek kapıda karşıladı Gevher Bey'i her zaman olduğu gibi. Gevher Bey de “ Allah razı olsun” dedi. Ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giydi. Boy aynası hemen oradaydı. Karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Önden baktı, arkadan baktı yandan baktı, üzerindekileri çekiştirerek baktı.
Suzan Hanım, salon kapısından içeri girmek üzereyken fark etti kocasının yaptıklarını. Sordu:
— Hayrola Gevher! Ne yapıyorsun?”
—Aynaya baktım da. “
— Niye?
— Ne demek niye? Benim bildiğim aynaya bakılır hanım.
— Bakılır da dışarıya çıkmıyorsun ki. Hem senin dışarı çıkarken bile aynaya baktığın vaki değildir.
Suzan Hanım, kocasına doğru birkaç adım attı:
—Biri bir şey mi dedi kıyafetine. Sen önce aynaya bak falan mı diyen oldu?
Gevher Bey karısına döndü:
— Benim acınacak bir halim falan mı var Suzan? dedi.
Suzan Hanım’ın beklemediği bir soruydu bu. Hem soruya hem sorunun amacına bir anlam veremedi.
— Gelirken giderken biri bir şey mi dedi sana? dedi tekrar. Ses tonu biraz değişmişti. Muamma dolu sözler, tavırlar Suzan Hanım'ı her zaman rahatsız ederdi.
Gevher Bey, salona doğru yürüdü, karısının yanından geçerken onun omzuna dokundu:
—Anlatırım sonra, dedi.
Suzan Hanım,
—Haydi, diye karşılık verdi kocasına. “ Elini falan yıka kahvaltı hazır. “
—Ben kahvaltı yapmayacağım bugün.”
Suzan Hanım, mutfak kapısından içeri girmek üzereydi sözü işittiğinde. Bu da vaki değildi. Durdu, döndü, sordu:
— Kahvaltı yapmayacak mısın?
Gevher Bey, salon koltuklarından birine oturmuştu. Suzan Hanım, onu görebileceği kadar yürüdü. Gevher Bey de onu gördü:
— Evet, dedi. “Ama bir bardak çay içerim “diyecekti ondan da vazgeçti.

Suzan Hanım, rengi solmuş taburesini pek severdi. Geçen yıl ölen görümcesinden hatıraydı. Sağına soluna bakındı, odaları dolaştı, balkonda buldu onu. Dünkü yağmurdan dolayı hala nemliydi ama aldırmadı Eline aldı, salona geçti, kocasının karşısına koydu. Üzerine de oturdu Başını sallayarak sordu:
— Ne oldu?”
Gevher Bey, istenilen cevabı anladı ama anlamazlığa geldi:
— Ne ne oldu?”
— Giderken böyle değildin. Bir şey olmuş dışarıda.
“…
—Ya giderken, ya camide, ya camiden gelirken bir şey olmuş.”
“ ...
—Anlat.
Gevher Bey, karısının gözleri içine baktı, gülümsedi.
—Beni okumaktan, beni biraz olsun benle bırakmaktan hiç vazgeçmeyecek misin sen?
— Ne oldu anlat.
Gevher Bey anlattı ne bir eksik ne bir fazla.
Suzan Hanım’ ın gözleri dolu dolu oldu kocasını dinlerken. Gevher Bey’in aşina olduğu bir durumdu bu. “Kim bilir aklına yine ne geldi.” diye aklından geçirdi. Karısının yanağından bir makas aldı.
— Ne oldu şimdi? Ne bu gözler hanım sultan? “dedi.
Soru, Suzan Hanım’ı ağlattı.
Suzan Hanım, burnunu çekti. Burnunu elinin tersi ile sildi.
—Yürü mutfağa dedi. Kahvaltı kaldı masada.

Mutfağa geçtiler. Gevher Bey, masaya oturdu. Dilimlenmiş ekmeklerden bir parça kopardı, üzerine yağ sürdü ağzına attı. Suzan Hanım, çayları doldurdu. Doldururken de sevgi ile özlem ile içten konuştu:
— Bir oğlum olsaydı vallahi de billahi de hiç sorgulamadan o kızı oğluma alırdım Gevher.
— Hangi kızı?
—Sana o poğaçaları getiren kızı. Bu devirde böyle bir kız bulunur mu? Altı yedi yaşında bir çocuk olsa neyse de genç bi kız diyorsun bak.
Gevher Bey’in keyfini kaçırdı söz.
— Ben de şaşırdım çok. Bir teşekkür bile etmedim. Ayıp oldu. Annesine gidip “ Odun gibi adam demiştir.”
Suzan Hanım, çayından bir yudum aldı. Gülümseyerek:
—Ayağa kalksana bir dedi.
Niye diye sormadı Gevher Bey. Elindeki ekmek parçasını ekmek sepetine koydu. Ayağa kalktı.
—Şöyle bir dön. Kendi etrafında yüz seksen derece.
Suzan Hanım güldü. Gevher Bey döndü:
— Bu giysilerle sokağa çıkarsan böyle olur işte dedi. Kadın poğaça yapıyordu herhalde, seni gördü, haline acıdı, Allah bilir otururken boynunun da bükmüşsündür.
Gevher Bey,
—Sen öyle san, dedi. Oturdu. Sandalyeye kaykıldı. Bardağındaki çaydan höpürdeterek bir yudum aldı. Pala bıyıklarını burdu. “ Bence, bu bıyıklara vurulmuştur. “dedi.
Suzan Hanım bıyıklı erkeklerden hiç hazfetmezdi. Defalarca bunu Gevher Bey’e de söylemiş ama ona bir türlü bıyıklarını kestirtememişti Oysa o daha geçen yıl kahvehanede girdiği bir iddia üzerine bir haftalığına da o olsa çok sevdiği bıyıklarına veda etmişti.
Gün 30 Ağustos’tu. Gün özeldi, evlilik yıldönümlerini unutmayayım diye almıştı bu günü Gevher Bey.
Gevher Bey’e yardımcı oldu televizyon. “Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı,”dedi. Gevher Bey Suzan Hanım ile göz göze geldi o an. Sordu:
—Ne alayım sana evlilik yıldönümümüzde canım?
Suzan Hanım gülümsedi.
—Ben senin yerine olsam hemen şimdi banyoya girerim güzel bir duş alırım bir günlüğüne de olsa şu bıyıklarımı keser karımı mutlu ederim, dedi.
Gevher ney, “ emrin olur” deyip banyoya gitti. Şarkılar türküler söyleyerek duşunu aldı. Bornozunu giydi. Pos bıyıklarını sıvazlayarak içeriye girdi.
Bu, onlar için son 30 Ağustos oldu. Suzan Hanım Gevher Bey’i bir kez daha bıyıklı görünce bozuldu, hadiseyi kendince yorumladı ve de Gevher Bey akşam namazı için camiye gidince birkaç özel eşyasını alıp annesinin evine gitti. Evi terk etti.

16 Temmuz 2017 Pazar

KEVSER’İN ÖYKÜSÜ

Bir varmış bir yokmuş. Allah’ın kulu çokmuş. Bu kullardan biri de Fantastik adlı şiiri çok beğenen, kendince bestelediği bu şiiri zaman zaman yüksek sesle seslendiren Kevser’miş.

“Evvel zaman içinde, do, re, mi, re ; mimimi, mi re
Saman kalbur içinde do re mire, mi mi mi, mi, re
Rast geldim ben Güneş’e do,re mi re, mi mi mi, mi re
Merhabalaştık,öpüştük do do do do si do do re do
Yağmura kızmış ondan gelmiş do do do mi re, do do mi do
Kızmış bir de yıldırıma do do do do do re do re si do do do
Kızmak bize aitti sol fa mi re mi do re re
O da gitti elden re do re si do do
Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Rast geldim ben Güneş’e
Selamlaştık, öpüştük.”

Mahmut, gurbetten dönüşünün beşinci gününde görmüş Kevser’i. Parkta oturup simit yerken, hemen önünden “ Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde” diyerek geçip gitmiş. Elinde bir de tencere kapağı varmış, onu da tef gibi çalıyormuş.

Mahmut, gözden ıraklaşıncaya kadar Kevser’i seyretmiş. İçi cız etmiş.

O akşam eve dönünce Mahmut, sohbet olsun diye karısı Durkız’a ondan bahsetmiş ama o ona hiç de beklemediği bir tepki vermiş. Kızmış:
—Yanına fazla yanaşmadın değil mi? demiş.
Mahmut:
— Yanına ne yaklaşacağım. Divanenin teki zaten. Kendince bir şeyler çığıra çığıra geçti gitti önümden.”
Durkız bu cevaptan tatmin olmamış. Hemen mutfağa gitmiş koskocaman bir çöp torbası getirip kocasının önüne bırakmış:
— Çabuk banyoya git, üzerindekileri çıkarıp torbanın içine doldur. Sonra da bol sabunlu suyla yıkan.
Ve cümlesinin sonunu da kendi kendine söylenerek tamamlamış Durkız:
— Böyle insanlarla niye muhatap olursun bilmem ki? Niye yanına sokulmalarına müsaade edersin? Bitli midir pireli midir?
Durkız biraz beklemiş, kocasının kımıldamayıp nazlandığını görünce de sesini yükseltmiş:
— Bak hala duruyorsun be adam. Çabuk banyoya.
Azarlanmak, Mahmut’un gücüne gitmiş. Dudaklarını ısırarak gözlerini tavana dikmiş. Bu durum Durkız’ı daha da sinirlendirmiş.
— Baban gibi gözlerini ağartarak tavana bakma, Çabuk banyoya.
Mahmut, alttan almaya çalışmış:
— Adamcağız yüz metre ötemden geçti kadın.
— Çabuk banyoya gidiyorsun, soyunup dökünüyorsun, bol sabunlu suyla yıkanıyorsun. O kadar!

Tam bu anda bir şimşek çakmış. Gök gürlemiş. Bir simit satıcısının sesi oraya kadar gelmiş.
— Siiiiiiimiiiiiiiiiitçi sizin için geldi çıtır çıtır.
Ses, Durkız’ın babasının sesiymiş sanki. Yıllar evvel ölen babası gelmiş Durkız’ın gözlerinin önüne bir an. Onunla yaşadıklarından kesitler saniyeler içinde gözlerinin önünden geçip gitmiş. Onun güzel tümcelerinden bazıları kulaklarında çınlamış:
— Kızım, her şeyin fazlası zarar. Bak, bu adam sırf senin “ Benin dediğim olacak.” saplantın yüzünden seni terk edecek bir gün. Her şeyi öğrettim sana da iyi düşünceyi, hoşgörüyü öğretemedim.
Durkız, irkilmiş “ Tövbe yarabbi!” diye söylenmiş, meseleyi oluruna bırakıp balkona çıkmış. Mahmut da “ Ne olacak bu kadının hali.” diye söylene söylene aşağıya inmiş. Bir süre kapının önünde durmuş. Derken köşeden Cahit Amca çıkmış. Elinde, yanından hiç ayırmadığı bastonu varmış. Mahmut’a “ Merhaba!” dedikten sonra davetini yapmış:
— Parka doğru gidiyorum, işin yoksa gel, iki lafın belini kırarız.
Mahmut’un arayıp da bulamadığı bir şey olmuş bu. Cahit Amca’nın koluna girmiş. Sohbet ederek yürümeye başlamışlar:
— Benim dedemin de bir bastonu vardı, demiş Mahmut.“Yanından hiç ayırmazdı senin gibi.”
— Benimki de dededen kalma. Dedeninkine ne oldu?
— Bilmem ki. Belki biri aldı, belki atıldı.
— Atıldı mı? Dede yadigârı!
— Benim elime hiç geçmedi, Belki dedim hani. Belki.”
Mahmut, birden durmuş. Cahit Amca’nın kolundan çıkmış. Çoktan beri sormak isteyip de soramadığı soruyu sormuş:
— Cahit Amca sen kaç yaşındasın sahi?
Cahit Amca, yaşı epeycenin de üzerinde olduğu için bu tip sorulara da soru sonrasında gelen ek sorulara da yabancı değilmiş. Mahmut’a tatlı tatlı tebessüm ederek sorusunu kendince cevaplamış:
— Bu yaşta bu kadar dinç olmamı, başkalarını sevindirmeye borçluyum. Birinin gözündeki ışıltıyı görünce on yaş gençleşiveriyorum. Onun için de yıllardır yaşım elliden altmıştan yukarı çıkmıyor be Mahmut.
Mahmut, Cahit Amca’nın söylediklerine karşılık vermemiş. Tekrar Cahit Amca’nın koluna girmiş. Tekrar havadan sudan, dereden tepeden konuşarak yürümeye başlamışlar. Bir süre sonra da mahallenin şiir gibi güzel parkına varıp banklardan birine oturmuşlar. Epeyce bir zaman hiç konuşmamışlar. Mahmut’un aklı bir yerlere Cahit Amca’nın aklı bir yerlere gitmiş, ta ki Kevser yanlarına gelip işaret parmağı ile bastonu gösterene kadar:
— O sazı bana versene.
Cahit Amca, tatlı bir gülümseme ile ve de yumuşak bir ses tonu ile kastedilenin ne olduğunu anlamamış gibi sormuş:
— Hangi sazı Kevser?
— Elinde var ya. O sazı işte.
Mahmut, Cahit Amca’ya, ” Bastona diyor bastona. Bastonu saz sandı garip.” dedikten sonra Kevser’e dönüp serçe,
— O saz değil, demiş. “Onun adı baston, baston.”
Kevser, bir çocuk gibi omzunu birkaç kere kaldırıp indirmiş, burnunu çekmiş:
— O, saz demiş.” Ben çalcam onu.”
Mahmut, suratını buruşturup keskin bakarak azarlar gibi, tekrar konuşmuş:
— O verilmez ama. O sana cıssss.
Cahit Amca, sen sus bir der gibisinden önce Mahmut’un bacağına dokunmuş sonra da bastonu göstererek Kevser’e sormuş:
— Çok mu istiyorsun sen bu sazı evladım?
Kevser, utanmış, başını öne eğmiş. Cahit Amca, bastonu uzatıp “Al bakalım.” deyince de başını kaldırıp bir Mahmut’a bir Cahit Amca’ya bakmış.
Cahit Amca’nın “ Al, hediyem olsun bu sana.” sözü üzerine de bastonu kapar gibi alıp bakımsız dişlerini göstererek gülmüş sonra da koşarak sevinçle oradan uzaklaşmış.
Mahmut, Cahit Amca’nın ata yadigârı bastonunu vermesine pek şaşırmış. Şaşkınlığını söz ile de ifade etmekten alıkoyamamış kendini:
— Dedenin bastonunu verdin bir deliye.
Cahit Amca,
— Evet ama çok sevindi demiş, keyifle. “Dünyalar onun oldu, değmez mi?”
— Şuradaki ağaçlardan bir dal koparıp verseydin. Ondan saz etseydi, onunla eğlenseydi. İnsan dedesinden kalan hatırayı verir mi? Şimdiye kadar ya çoktan kırmıştır ya da atmıştır.
Cahit Amca, tam karşılık verecekken Mahmut’a Kevser koşarak geri dönmüş. Nefes nefeseymiş. Bastonu, Cahit Amca’ya uzatarak “ Birilerinden hatıra kaldıysa sana, bunu al sen.” demiş.
Mahmut, duyduklarına da gördüklerine de inanamamış. Bir Cahit Amca’ya bir Kevser’e bakmış. Hatıra olduğunu biliyor muydu diye soracakken, Kevser:
— Bunu al bana bir şiir oku sen, deyip sözlerini tamamlamış.
Cahit Amca:
— Olur mu öyle, diye sorunca da Kevser gülümseyerek. “Olsun!” demiş. “Ancak anne şiiri olsun.”
— Anne şiiri mi?
— He!
Mahmut’un şaşkınlığı daha da artmış:
— Vay be, şiir miir de biliyor bu, demiş.
Cahit Amca, bastonu almış, yanına koymuş, sinekkaydı tıraşını göstermek ister gibi yüzünü sıvamış. Sonra da,
— Dur bakayım, demiş, derken de geçen gün Esranur Daşpınar’ın annesi için yazdığı ve de şairin bir radyo programında kendi sesinden dinlediği dinlerken de bir kâğıda yazdığı “Kimsecikler Seni Benden Çalmasın”” şiiri aklına gelmiş. Kâğıdı çıkartmış. Şiiri etkileyici sesi ile okumuş:

Biliyorum sana ne zaman
“Çok güzelsin” desem
Herkesin annesi kendine güzel, dersin
Öyleyse duy anneciğim
Sen herkesin annesinden daha güzelsin!
Hilal gibi aydınlanan bir tebessümünle
Evlatçığının korkulu yüreğine su serpersin
Hatta hayat seni yorduğunda bile
Başımı okşamaya devam edersin
Sen anneciğim.
Mis kokulu pamuk yürekli
Rabbimin bir nevi
Nurdan yarattığı anneciğim
Sen hep mutlu ol
Mutlu ol ki şu güzel güller solmasın
Ve her daim yanımda ol ki
Kimsecikler seni benden çalamasın.

Şiir bitince tepkisini ölçmek için Kevser’e bakmış Cahit Amca. Kevser gözlerini uzaklarda bir yerlere sabitlemiş. Beş saniye, on saniye derken Cahit Amca korkmaya başlamış. Tam yerinden kalkmak için kımıldamış ki Kevser yanına yanaşmış:“ Bana bir saz bul.” demiş. Sesi yalvarır gibiymiş. Sesi emreder gibiymiş. Sesi ürkütücüymüş.
Mahmut, Cahit Amca’yı dürtmüş, “Haydi kalk.” demiş. “Gidelim. İyicr mi deliriyor ne? Bununla mı uğraşacağız.””
Kevser, Cahit Amca’nın kolundan tutmuş.
—Bana bir saz bulsana. Çalıp vereceğim, demiş boynunu bükerek.
Cahit Amca, bastonu uzatırken Kevser:
— Gerçek saz istiyorum, bağlama, demiş. “Kısa sapı da biliyorum ama uzun sap olursa daha iyi olur.”
Cahit Amca, ne yapacağını bilememiş. Gayriihtiyarî öevresine, çevresindelilere bakınmış. Bu esnada hemen yanı başlarında duran bir çocuk, Cahit Amca’ya:
— Dayımın sazı var, demiş. “Evi de şurada. Alayım geleyim mi?”
Kevser’in gözleri parlamış. Çok sevinmiş. Ellerini çırpmış:
— Getirsin, demiş Cahit Amca’ya.
Cahit Amca, otaya çıkan bu duruma çok şaşırmış. Sözcükleri bir anda düzgün kullanmaya başlaması onu etkilemiş.
— Sen saz çalmayı biliyor musun? Çocuğun sazını şey falan yapma, demiş.
Kevser, durgunlaşmış. Bir kaç saniye susmuş. Gözleri dolmuş. Yutkunmuş. Cahit Amca’ya bir değişik bakarak:
— Annem bilirdi demiş. Yayladaki çardakta bana bir türkü öğretiyordu, yıldırım çarptı öldü. Sen şiir okurken o anları anımsayıp yaşadım birden. Bana annem öğretmişti saz çalmayı.
Kevser’in sözleri görmüş geçirmiş Cahit Amca’yı heyecanlandırmış. Yan banklarda ve çimler üzerinde oturup onlara kulak misafiri olanları da heyecanlandırmış. Meraklandırmış. Onlardan biri daha da heyecanlanmış, kalkmış “Dayımın sazı var”, diyen çocuğun kolundan tutup:
— Haydi oğlum şu sazı hemen bir kap da gel, demiş.
Tüm gözler Kevser’e çevrilmiş.
Göz açıp kapayıncaya kadar saz getirilmiş.
Kevser kendisine uzatılan sazı almış. Cebinden çıkardığı kirli mendille sazı silmiş. Tellerine dokunmuş. Beklemiş. Dokunmuş. Sonra bağdaş kurup yere oturmuş. Sazı akort etmiş. Nefesler de adeta tutulmuş. Kevser, Aşık Veysel’in “ Uzun ince bir yoldayım/ Gidiyorum gündüz gece/ Bilmiyorum ne haldeyim/ Gidiyorum gündüz gece” diye başlayan türküsünü çalıp söylemeye başlamış. Sazı o kadar güzel çalmış, türküyü o kadar güzel söylemiş ki herkes şaşmış kalmış. Alkıştan yer gök inlemiş, alkışlar Kevser’in iyileşmesi için dua olup semaya yükselmiş, Gökten üç elma düşmüş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

13 Temmuz 2017 Perşembe


KÖLE
Akay Efendi bir süre kendini dinledikten, esneyip gerindikten sonra önce pencereyi açıp dışarıya sonra da kolundan hiç çıkartmadığı dededen kalma saatine bakmış. Bu gün de yapacak bir işi gidecek de bir yeri olmadığından bir süre oflayıp puflayıp, kaşınmış. Esranur Daşpınar’ın Köle isimli şiiri aklına gelmiş. Ezbere bildiği tek şiirmiş bu. Adını anımsayamadığı bir şiir okuyucunu taklit ederek okuyup eğlenmeye çalışmış kendince.

“Neden böyledir insanlar
Neden her seferinde acıtıp
İyi niyetlilerin canını yakarlar

Evet, evet anladım işte
İnsanlar birer köle
Şeytan ne tarafı gösterirse
Onlar giderler hep o yöne.”

Akay Efendi tam şiiri bitirmiş ki duyduğu bir sesle irkilmiş.
— Şair senin için yazmış bu şiiri.
Konuşan hamamböceğiymiş. Akay Efendi kızmış:
— Siz benim evi ne zaman terk edeceksiniz?
Hamamböceği:
— Hep aynı şey be, diye solumuş. “Ben ne diyorum sen ne diyorsun…”
— Terk edin evimi. İstemiyorum sizi bu evde. Kaç kez söyledim.
Hamamböceği manalı manalı gülmüş:
— Bu kadar yıllık tanışıklığımızın hatırına sana bir şey söyleyeyim mi Akay Efendi?
— Gözümüm önünden hemen kaybolacaksan söyle. Söyle ve de arkadaşlarını da al git.
— Sen önce sorununu sapta ve hallet. At miskinliği üzerinden. Kımıldan biraz. Benim gitmem bir şey halletmez. Hatta bak, ben giderim gittiği gün başkaları gelir, beni mumla ararsın mumla.
Akay Efendi, hamamböceğine, şimdi görürsün sen der gibisinden bakmış. Ona doğru hareketlenmiş. Başına geleceği hisseden hamamböceği de koşarak oradan uzaklaşmış.
Akay Efendi “ üf be! ” diye solumuş. Sinirden biraz ilerisindeki iskemleyi tekmelemiş. İskemlenin her bir parçası bir yere dağılmış. Akay Efendi bu işe şaşırmış. Şimdiye kadar bu iskemleye pek çok kez tekme atmış hatta yere fırlatmış ama iskemleye bir şey olmamış. “ Ne oldu şimdi buna da paramparça oldu? ” demiş. Akay Efendi’nin sorusuna çöp kovasından çıkan fare cevap vermiş:
— Gene iyi dayandı zavallı iskemle. Hatta bana sorarsan oturacak bir yeri olsun diye salıvermedi kendini bunca zamandır. Şimdi oturacak bir yerin de kalmadı. Ne olacak? Gel tekmele git yumrukla, insan gibi oturacağına at kendini üzerine.
Akay Efendi, suratını buruşturarak fareye sormuş:
— Sen de nereden çıktın?
Fare, bıyıklarını oynatarak karşılık vermiş
— Benim nereden çıktığım önemli değil önemli olan senin bu halinin ne olacağı?
Tuvalet kapısındaki aralıkta bekleyen bir başka fare arkadaşının sözünü tamamlamasına müsaade etmemiş:
— Şuna laf yetiştirmek için niye çeneni yoruyorsun be Boncuk kardeş. Gel, ne hali varsa görsün.
Akay Efendi “ şuna “ lafına çok bozulmuş. Tam bu arada da gözü tavandaki sivrisineğe takılmış. Bir süredir görmediğinden burada olmadığını düşünüp:
— Hoş geldin sivri belası, demiş
Sivrisinek:
— Hoş bulduk da “demiş, “Buralardaydım, niye hoş geldin dedin ki bana şimdi?”
— Epeydir teşrif buyurup ısırmadınız da beni. Gözlerim yollarda kaldı hani. Gidip geldin diye şey yaptıydım.
— Yok yok, buradaydım da senin yanına uğramadım.
— Niye?
— Artık seni sevmiyorum ben.
— Ben sana ne yaptım ki?
— Bana bir şey yapmadın da. Soğudum ben senden ya. Benim için ha varsın ha yoksun artık.
“ Benim için ha varsın ha yoksun” sözü Akay Efendi’yi titretmiş. Kızdırmış. Öfkesini yumruklarını sivrisineğe doğru sallayarak göstermiş. “ Sen de benim için ha varsın ha yoksun.”diye bağırmış. Sivrisineğin aldırmaz bir tavır ile uçup gitmesi Akay Efendi’nin iyice küplere binmesine sebep olmuş. Akay Efendi, yatak odasına geçmiş, olanca gücü ile kendini eskilerden yadigâr ahşap karyolanın üzerine fırlatmış, fırlatması ile birlikte de gözlerinden yaşlar akmış. Karyola da tıpkı sandalye gibi parçalanmış, karyolanın kopan bir parçası da Akay Efendi’nin kaba etine denk gelmiş, canını acıtmış.
Akay Efendi bir taraftan doğrulmaya çalışırken bir taraftan da kendi kendine söylenmiş.” Ne oluyor bugün ya! Her şey ters gidiyor.”
Karyola ses vermiş:
— O sandalyeye yaptığından sonra daha fazla tahammül edemezdim sana artık. Ne bu? Ata yadigârı diye gözün gibi koruyacağın yerde yapmadığın işkence kalmıyor. Taş olsa çatlar.
Akay Efendi, karyolaya ters ters bakmış. Haline bakmadan bana laf söylüyorsun aşağılamasını,
— Parçalandın hala konuşuyorsun, cümlesi ile ifade etmiş.
Tam bu sırada Akay Efendi, açık pencereden kafasını uzatan Ercan isimli çocuğu fark etmiş. Çocuğu bir yerden gözü ısırır gibi olduysa da çıkartamamış. “ Sen kimsin?” diye de sormamış. Yerinden fırlayarak çocuğun yanına varmış, insana yakışmayacak bir sözden sonra,
— Ne yapıyorsun sen burada? Beni mi gözetliyorsun? diye bağırmış.
Ercan, korkudan ne yapacağını şaşırmış. “ Kapıyı çaldım duymadınız. Pencere açık olunca da…” demeye çalışmış olmamış. Akay Efendi, sertçe iterek Ercan’ı oradan uzaklaştırmış. Pencereyi kapatmış. Perdeyi çekmiş.
Üst üste gelen talihsizlikleri bu sabah da elini yüzünü yıkamamasına bağlamış Akay Efendi. Bir haftadır üzerinden çıkartmadığı tişörtü bedeninden sıyırıp yere fırlatmış. Sonra da elini yüzünü yıkamak için banyoya doğru yönelmiş. Holden geçerken işittiği ağlama sesi ile irkilmiş. Ağlayanı öğrenmek için sağına soluna bakınmış. Ağlama sesi bakımsızlıktan içi bile görünmez hale gelen akvaryumdan geliyormuş. Akay Efendi, günlerdir akvaryuma yem atmadığını anımsamış. Hemen, yem kutusunun dibinde kalan döküntüleri almış. Tam akvaryuma atacakken akvaryumda kalan tek balık dile gelmiş:
— Atma. Aç değilim.
— Aç değil misin? O zaman içini çeke çeke ağlayarak benim asabımı niye bozuyorsun?
— Ağlıyorum çünkü mutsuzum.
— Mutsuz musun? Niye ki? Yediğin önünde yemediğin arkanda.
— Evet, karnımı doyuruyorsun. Allah da ömür vermiş yaşıyorum.
— Ee! Bir de belanı mı istiyorsun Allah’tan?
— Mutsuzum.
— Az evvel de söyledin bunu. Niye mutsuzsun onu söyle.
— Yalnızım.
— Yalnız ol ne var ki bunda?
— Sadece yalnızlık olsa!
— Ya?
— Beni aldın getirdin buraya hiç ilgilenmiyorsun. Beni sevmiyorsun.
— Senin neyini seveyim? Balıksın işte.
— Şevket Abi, her yem verişinde seni seviyorum Afyon kaymağım, derdi.
— Bırak böyle boş şeyleri be. Hem bak, bana da hiç seni seviyorum diyen yok. Ben de yalnızım.
— Ama sen canlı cansız her şeye kötü davranıyorsun. Temizlikten de intizamdan da pek haz etmiyorsun. Hiçbir şeye değer de vermiyorsun.
— Kendine gel yaratık. Ukalalığı bırak, çizmeyi de aşma. Ağzından çıkanı
kulağın duysun. Akşam için kızartma olma bana ha.
Yeri geldiğinde susmanın karşındakine verilebilecek en iyi cevap olduğunu iyi bilen balık Akay Efendi’ye karşılık vermemiş. Akvaryumun en dibine inip yosunların arasında kaybolmuş.
Akay Efendi, “ Yok yok bugün bir şey var Bu kadar tesadüf üst üste gelemez” diye söylenmiş. Bu durumdan biraz da korkmuş. Yemleri kutusuna atmış. Ellerini beline dayamış vücudunu sağa sola hareket ettirmiş. Banyoya doğru yeniden hareketlenecekken kapı çalınmış. Söylenerek kapıya gitmiş. Kim o bile demeden hışımla kapıyı açmış. Kapıda 80 yaşlarında renkli başörtülü temiz giyimli, güler yüzlü bir kadın varmış Akay Efendi beklenmedik misafiri tepeden tırnağa süzmüş. Sonra da ağzının ucuyla sormuş:
— Kime baktın?
— Evladım, bu evde bir maşrapa su bulunur mu?
Akay Efendi, soruya bir mana verememiş. “Ne?” diye de sormamış.
— Az ileride mahalle çeşmesi var, demiş.
— Onu biliyorum. Gelirken de yanından geçtim.
— Ee!
— Ben, sende bir maşrapa su bulunur mu diye merak ettim.
Akay Efendi, önce parmaklarını birleştirip yumruk yapmış sonra da sol elini rahat bırakıp iyice seyrekleşen saçlarını sol eli ile taramış. Sonra da ciddi ciddi sormuş:
—Teyze yaşına hürmeten bir şey demiyorum da benimle kafa bulmuyorsun değil mi?
—Yok yavrum.
—Su mu istiyorsun? Susadın mı?
—Susamadım.
—Eee, öyleyse?
Yaşlı kadın ellerini beline dayamış. Kaşlarını çatmış. Ses tonunu yükselterek şöyle söylemiş:
— Ercan’ın dinleyeceğine niye kulağına yapıştın hemen sen?
— Ercan da kim ya?
— Az evvel senin pencereye gelen oğlan. Benim torunum.
Akay Efendi, yaşlı kadının kendisine hesap sormak için geldiğini sanmış. Filmlerdeki kötü adamlar gibi gülmüş: Sonra da kükremiş:
— Dövecek misin yoksa beni sen ebe?
Yaşlı kadın cevap vermemiş.
— Maşrapam yok ama banyo tasım var. Getireyim mi bir tas su?
-…
— Haydi teyze. Güle güle. Güle güle. Elimi belaya sokma benim.
Akay Efendi bulundukları duruma daha fazla tahammül edememiş. Güçlü kollarıyla yaşlı kadının ayaklarını yerden kesip birkaç metre öteye götürmüş. Sertçe yere bırakmış. Avazı çıktığı kadar da bağırmış:
— Kaybol gözümden moruk.
Yaşlı kadın, bir saniye, üç saniye, beş saniye bırakılığı yerde durmuş. Sonra da şampiyon bir atlet gibi Akay Efendi’nin evine doğru koşmuş, açık duran kapıdan içeriye girmiş. Akay Efendi şaşırmış. Kızmış. Yaşlı kadının arkasından koşmuş, tam onu yakalayıp dışarıya fırlatacakken ayağı kaymış yüzükoyun yere yıkılmış. Bir zaman sonra Akay Efendi toparlanmış. Üzerini çırparak ayağa kalkmış. İlk gözüne çarpan akvaryumun hemen yanı başındaki altın kaplama maşrapa olmuş Gözleri koca koca açılmış. Büyülenmiş gibi maşrapaya bakmış. Sonra da kurgulanmış bir robot gibi ağır adımlarla maşrapanın yanına gitmiş. Çömelip maşrapayı almış. Maşrapa ağzına kadar da su ile doluymuş.
Balık, acımsı bir ses tonu ile Akay Efendi’nin olup bitenleri anlamasına yardımcı olmaya çalışmış:
— Teyze bıraktı, Ercan’ın elinden dalavere İle almana rağmen bir bardak su vermeyerek kurumaya terk ettiğin çiçeğe dökecekmişsin.
— Hangi çiçeğe?
Balık, yüzgeçlerinden biri ile hemen köşedeki çiçeği işaret etmiş:
— Dedim ya. Ercan’ın elinden aldığın çiçeğe… Aha şu çiçeğe!
Akay Efendi, gösterilen çiçeğe bakmış. Çiçek, buraya getirildiğinden beri hiç sulanmadığından yaprakları sararmış, solmuş, dökülmüş.
Akay Efendi bir anda insan olduğunu hatırlamış sanki. Her zaman yaptığı gibi dudak bülüp “boş ver” diyememiş. Yüzü, utançtan, sorumsuzluktan, acımasızlıktan, vurdumduymazlıktan renkten renge girmiş. Vücudunun tüm tüyleri diken diken olmuş. Maşrapadaki suyu çiçeğe dökerken, balığa dönüp sormuş:
— Beni affedebilecek mi?
— Güzel ve doğru şeyler yapmaya başlarsan affedebilir.
— Yaşayacak mı?
— Duaya da ihtiyacı var.
Maşrapadaki su ile birlikte Akay Efendi de bitmiş. Maşrapayı yere bırakıp bulunduğu yere çöktükten saliseler sonra gözleri kendiliğinden kapanmış. Kısa bir süre sonra da özü geçmiş Belki bir saat belki bir ay belki bir yıl belki bir asır uyumuş. Uyandığında gözüne çarpan ilk şey çiçeğin yeniden dirilmeye başlayan yaprakları olmuş. Akay Efendi bu duruma çocuklar gibi sevinmiş, sevincini akvaryumdaki balığa “Seni seviyorum Afyon kaymağım.” diye çığlık atarak göstermiş.
O dakikalardan sonra da zararın neresinden dönersen kardır atasözüne uygun olarak doğru ve güzel işler yapmaya başlayan Akay Efendi’ye Allah da yardım etmeye başlamış. Bir süre sonra da karşısına gönlü zengin kalbi güzel biri çıkmış “ Seni seviyorum Akay.” demiş. Evlenmişler.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.

11 Temmuz 2017 Salı




BİR CUVAL ALTIN


Bir varmış bir yokmuş. Ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken Kaf Dağı’ndaki beldelerin birinde üç gün tellal çıkmış. Mevsim Dede, elmaları için üç günlüğüne bekçilik yapacak birini arıyormuş Üç gün için bu görevi üstlenecek kişiye tamı tamına da 100 altın verecekmiş.
Tellalı işitenler çok sevinmişler. İşlerini güçlerini bırakıp Mevsim Dede’ye gitmişler ama Mevsim Dede’nin şartları varmış. On bin dört yüz üç elmasından biri bile zayi olursa hem vaat edilen altınlar verilmeyecek hem kaparo olarak alınacak yüz altın iade edilmeyecek hem de on sene Mevsim Dede’nin yanında karın tokluğuna çalışılacakmış.

Bu duruma, işe talip olanlar kızmış, duyanlar da şaşmış kalmış.

Mevsim Dede, aradığı elemanı bulamayınca ne yapacağını kara kara düşünmeye başlamış. Bir gün düşünmüş, iki gün düşünmüş... Tam ümidini yitirmekte olduğu bir gün küçük bir çocuk Mevsim Dede’nin kapısını çalmış:
—Ben, şartlarınızı kabul ediyorum, demiş.
Mevsim Dede canı o gün çok sıkkın olmasına rağmen bu cesarete çok gülmüş. Sonra da çocuğun kulağından tutup “ Gel bakayım” demiş. Çocuk, Mevsim Dede’nin gülmesinin ardından da kulağına yapışılmasından korkmuş ama belli de etmemiş.
Biraz yürüdükten sonra üç köpeğin yanına varmışlar. Bunlar Mevsim Dede’nin köpekleriymiş. Sahibini gören köpekler havlayarak ileri atılmışlar ama bağlı olduklarından bir şey yapamamışlar.
Mevsim Dede küçük çocuğa dönmüş:
—Elmalarımdan bir elma bile eksilirse seni bu köpeklere yem ederim, demiş. “Bu da kabul mü?”
Çocuğun beti benzi atmış. Yutkunmuş. Köpeklere gözlerine kısarak bakmış. Sonra da tüm cesaretini toplayarak:
—Tamam, demiş.
Mevsim Dede buna da çok şaşırmış.
— Cesaretini takdir ettim ama bir şartım daha var, demiş. “Bunu da yaparsan elma bahçemi üç günlüğüne sana teslim edeceğim.”
Küçük çocuk buna da tamam demiş.

Küçük çocuk, o akşam annesinin dizi dibine oturarak her şeyi tek tek, ne bir eksik ne bir fazla anlatmış. Annesi olumlu ya da olumsuz hiçbir şey dememiş. Sadece, oğlunun elini tutmuş, sıkmış. Küçük çocuk bunun “ Ne diyeyim hayırlısı ne ise o olsun.” demek olduğunu anlamış “ İnşallah! ” deyip başını sallamış.

Küçük çocuk ertesi gün tan ağarmadan kalkmış. Banyosunu yapmış, giyinmiş. Mevsim Dede’nin isteğini yerine getirmek için fazla vakti yokmuş. İlk olarak, o dakikalarda tarlasında çalışarak alın teri ile nafakasını çıkartmaya çaba sarf eden Keramet Dayı’ya gitmek istemiş. Dışarı çıkmış bir de ne görsün, Keramet Dayı’nın eşeği kapıda bekliyor.
Eşek:
— Adım Zırva, demiş. “Keramet Dayı’ya gitmek istiyorsan gel götüreyim seni.”
Küçük çocuk, peki deyip eşeğe binmiş. Göz açıp kapayıncaya kadar da Keramet Dayı’nın tarlasına varmışlar.
Küçük çocuğun anlattıklarını dinleyen ve onun yardım talebini alan Keramet Dayı:
— Sana yardım etmeyi çok isterim ama evladım benim değil yüz, bir altınım bile yok, demiş.
Küçük çocuk bu hakikati zaten biliyormuş. Niyeti de başkaymış zaten:
— Ama akıllısınız ve deneyimlisiniz. Bana akıl verip yol gösterebilirsiniz,
demiş.
Keramet Dayı’nın ilk aklı da ikinci aklı da çocuğun aklına yatmamış. Aklında olanı söylemiş. Çocuğun kendine olan özgüveni, yapılan önerilere hayır diyebilmesi ve de kendi fikrine açık açık söyleyebilmesi Keramet Dayı’nın hoşuna gitmiş. “Tamam.” demiş. “ Bir dene bakalım. Benim görebildiğim kadarıyla denemende bir sakınca yok.”
Keramet Dayı’dan alacağını alan çocuk düşündüğünü gerçekleştirmek için vakit kaybetmeden kolları sıvamış.
Göz açıp kapayıncaya kadar akşam olmuş. Keramet Dayı toparlanırken küçük çocuk geri dönmüş. Keramet Dayı daha bir şey sormadan: “ Bir altın bile toplayamadım.” demiş. “Kapı kapı dolaştım ama kimse değil yüz altın bir altın bile vermedi.”
Keramet Dayı, sormuş:
—Tüm evleri dolaştın mı?
Çocuk, iç geçirerek “evet” demiş ama Keramet Dayı’nın bildiği bir şey varmış.
— Bir ev bile atlamadığından eminsin değil mi?
— Zaten kimse bir şey vermedi.
Keramet Dayı, az evvelki sorusunu küçük çocuğun gözleri içine bakarak yinelemiş. Küçük çocuk, biraz düşünmüş. Bir kişiye bilerek uğramamışmış. Keramet Dayı bunu öğrendi herhalde deyip:
— Bizim evin yanında yaşlı bir nine var ama o zaten veremez. Onun yemeğini bile bazen biz veriyoruz. Evinde de doğru dürüst bir şey yok, demiş soruya karşılık olarak.
Keramet Dayı, küçük çocuğun omzuna sevgi ile dokunarak:
— Ama demiş “ O şu anda çok üzgün olabilir.”
— Niye?
— Burası o kadar büyük bir yer değil. Küçük bir çocuk ev ev dolaşıp yardım istiyor diye duyduysa kendisine uğranılmaması onu kırmış olabilir.
— Ama onun parasının da altının da olmadığını ben biliyorum.
— O başka o başka.
— Birde ona mı uğrayıp sorsaydım keşke?
— Onu atlaman onu üzmüş olabilir.
Küçük çocuk pek bir şey anlamamış ama Keramet Dayı’nın bir bildiği olsa gerek diye düşünüp:
—Tamam, o zaman, demiş. “Şimdi giderken ona da uğrarım ondan da altın isterim.”
Küçük çocuk eve dönerken verdiği sözü tutup bahsettiği nineye de uğramış. Olup bitenleri anlattıktan sonra ona demiş ki:
—Varsa bana yüz altın yoksa birkaç altın o da yoksa satıp altına çevirebilmem için bir şeyler verebilir misiniz? Elmaları tam teslim edince borcumu hemen öderim.
Nine, güzlüklerini çıkarmış. Gözlük camlarını silmiş. Bu arada küçük çocuk da “ Bende altın ne arar, benimle dalga mı geçiyorsun sen? ” diye bağıracağını düşünerek korkuyormuş ama çok şaşırtıcı bir şey olmuş. Nine:
—Mevsim Dede’ye git, yarın öğle köy kahvesinin önünde altınları vereceğini söyle. Başka da bir şey sakın ola ki söyleme, demiş
Küçük çocuk belli belirsiz “ Tamam.” deyip oradan ayrılmış Mevsim Dede’ye haberi vermek için koşmaya başlamış. Tam kahvehanenin önünden geçerken Mevsim Dede’yi masalardan birinde çay içerken görmüş. Yanına yanaşmış. “ Yarın öğlen altınları buraya getireceğim. “demiş. Demesi ile birlikte de kahvehanedekilerin şaşkın bakışları arasında orada bulunanların soru sormasına olanak bırakmadan oradan uzaklaşmış.

Altınların öğle üzeri kahvehanenin önünde olacağı haberini ertesi günü öğleye kadar herkes duymuş. Çoluk çocuk, kadın kız herkes öğleye doğru kahvehanenin etrafını hınca hınç doldurup beklemeye koyulmuşlar. Derken köşede sırtında bir çuval olduğu halde nine belirmiş. Ninenin yanında da küçük çocuk varmış. Merak iyice artmış, nefesler tutulmuş.

Nine, kalabalığı görünce çok sevinmiş. Onları ortalayıp durmuş ve oradakilere şöyle seslenmiş:
— Çocuklarım, bu çuvalın içi altınla dolu. Dedelerden ebelerden bana kaldı ama benim bırakabileceğim kimsem yok. O nedenle ben de bu altınları sizlere bırakmaya karar verdim. Şimdi hepinize üçer altın dağıtacağım. Helali hoş olsun.

Herkes bu duruma çok sevinmiş, altınlar dağıtılmaya başlayınca sevinçleri daha da artmış.
Göz açıp kapayıncaya kadar altınlar dağıtılmış. Mevsim Dede’ye de üç altın verilmiş. Mevsim Dede üç altını alırken kendini tutamayıp küçük çocuğa:
— Üç altın değil yüz altın vereceksin yüz yoksa avucunu yalarsın, demiş.
Herkes gibi nine de Mevsim Dede’nin dediğini duymuş, duyunca da kalabalığa dönerek şöyle demiş:
—Yaşlılık işte. Çocuğun altınlarını da yanlışlıkla çuvala koyuvermişim. Ama bu çocuğun da altına ihtiyacı var, sebebini de hepiniz biliyorsunuz.
Ve sonra, cebinden bir kese çıkartıp hemen oradaki bir ağacın dalına asarak:
—Ben inanıyorum ki sizler buradan geçerken bu keseye birer altın atacak ve de bu çocuğun ihtiyacını gidereceksiniz, demiş ve de ilk altını keseye bırakıp hızlı adımlarla, ardına bakmadan oradan uzaklaşmış.

Altınları alan halk tarafından, yüz altın bu keseye atılmış mı, kesedeki altın sayısı yüzü bulmadıysa nine tarafından yüze tamamlanmış mı bilinmez ama ninenin altınları sihirliymiş. Her zaman olduğu gibi aç gözlülük yapanların, almayı bildiği halde vermeyi bilmeyenlerin altınları birkaç saat içinde teneke parçasına dönüşmüş, açgözlü olamayanların iki altını da yaptıkları iyilik oranında gün gün artmış. İyilik yapanlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine

9 Temmuz 2017 Pazar


İKİ EKMEK BİR SÜT

Bir varmış bir yokmuş. Uzak diyarların birinde Suat Bey değil de Bay Suat denilen biri yaşarmış. Zaman zaman boş gezenin boş kalfası olmuş zaman zaman un edinmiş, şeker edinmiş, su edinmiş, yağ edinmiş helva yapmış ama her defasında yaptığı helvalar elinde kalmış. Bay Suat biraz patavatsızmış. Biraz vurdumduymazmış. Hiç mi hiç kitap okumadığından kendisini pek de geliştirememiş. Birkaç kelime ile kendini anlat deseler vereceği cevap “ mutsuz ve yalnız “ olurmuş. Düşünmeyi de pek sevmediğinden Bay Suat, bunun niçin böyle olduğuna da bir türlü akıl sır erdiremezmiş.

Yeni taşındığı evin tam karşısındaki küçük bakkal dükkânı ile onun yaşlı ama dinç sahibi Güler Dede, Bay Suat’ın sinirini bozar olmuş. Güler Dede, dükkânını, hava henüz ışımadan açıyor gecenin geç vaktinde de kapatıyormuş. Bir gün üç gün beş gün derken bir sabah Bay Suat bu duruma daha fazla tahammül edememiş hışımla evden çıkıp bakkal dükkânına gitmiş. Selam bile vermeden bakkalın yaşlı sahibine çıkışmış:
— Derdin ne senin dinozor? Bu saatte dükkânda mı açılır be?
Bay Suat, bakkal sahibinin cevap vermesine olanak bırakmadan, biraz da alaylı bir ses tonu ile devam etmiş sözlerine:
— Dur tahmin edeyim. Yalnızsın.
Cevabı bakkalın papağanı vermiş:
— Hayır. Karısı var, çocukları var, torunları var. Daha da önemlisi dostları var.
Bay Suat, bir papağana bir yaşlı bakkala bakmış. Sonra da papağana dönerek
— O zaman o kadar çekilmez ki evden kovuyorlar, demiş dudak bükerek.
— Değil.
— O zaman çok mutsuz.
— Sen öyle san.
— O zaman ne?
— Biraz sonra Sami gelecek. Bakkal Güler mutlu olacak, şükür edecek
Bay Suat, bu sözler üzerine yaşlı bakkala dönüp sormuş:
— Sami de kim?
Güler Dede, elindeki süpürgeyi bırakmış sonra da yürekten:
— Allah’ın bana verdiği bir armağan, demiş.
Papağan yine konuşmuş:
— İki ekmek bir süt. İki ekmek bir süt.
Bay Suat, Güler Dede’ye “ Ne diyor bu?” der gibisinden bakmış. Tam bu sırada da bakkala Sami girmiş. Ağır adımlarla papağanın yanına gidip gülmüş.
Papağan:
— Günaydın Sami, demiş. “Hoş geldin.”
Sami, önce birkaç kez el çırpmış sonra göz ucuyla önce Bay Suat’a sonra da yaşlı bakkala bakmış.
Güler Dede de bu arada bir poşete iki tane ekmek ile bir şişe süt koymuş. Tatlı ve sıcak bir ses tonu ile poşeti Sami’ye uzatmış.
— Afiyet olsun Sami.
Sami, gülümsemiş. Kendince esas duruşa geçmiş. Zor anlaşılır bir sesle de:
— Sağ ol, demiş.
— Köpeğini de kedini de benim için sev.
—Tamam.
Sami, bakkaldan çıkarken Bay Suat garip bir şaşkınlık içerisindeymiş. Yüzünde acayip bir ifade varmış. Kendini tutamayıp,
— Bu aklı kıt insan için bu saatte buradayım deme sakın bana, demiş Güler Dede’ye.
— Poşeti alırken gözlerinde oluşan o ışığı o mutluluğu fark etmedin herhalde?
— Git be adam, deli misin nesin? Hani parasını verse bir derece diyeceğim de.
Papağan kanat çırpmış:
— Veren el alan elden üstündür. Her şey para değil. Bakkal Güler mutlu, Sami mutlu ben mutlu
Bay Suat, “ Siz işin kolayını bulmuşsunuz” diye söylenerek kapıya doğru yönelmiş. Tam kapıdan çıkarken papağan yine konuşmuş:
— Hoşça kalın desene Allaha ısmarladık desene, insan huyu için hayvan tüyü için sevilir. Akşam da gelip bir şeyler öğrensene.
Bay Suat durmuş, dönmüş. Tam bir şey diyecekken Güler Dede:
— Seni sevdi benim bir tanem, demiş.
Bay Suat Güler Dayı’nın yüzüne bir süre boş boş bakıp kinayeli karşılık vermiş:
— Belli oluyor, belli oluyor.
Ve sonra Bay Suat papağanın yanına gitmiş, parmakları ile kafese dokunup papağana göz kırpmış sonra da ona “ bay bay” demiş, demiş ama dediğine diyeceğine de pişman olmuş.
— Bay bay da ne ola? Hoşça kal desene. Allaha ısmarladık desene. Anlamlı söz edip güzel işler etsene.
Papağanın bu sözleri Bay Suat’ın asabını iyice bozmuş.Tüm bedeninden ter boşanmış. Alnındaki terleri elinin tersi ile silerek dükkândan hızla çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Birde bakmış ki zaman su gibi akıp gitmiş. Dönmüş dolaşmış kendini yeniden Güler Dede’nin bakkalının önünde bulmuş

Güler Dede ile Fevziye Hanım dükkânın önünde bir yandan tatlı tatlı sohbet ediyorlar bir yandan da çaylarını yudumluyorlarmış. Bay Suat yanlarına yaklaşmış, Yaşlı Bakkal’ın kulağına eğilmiş Fevziye Hanım’ı işaret ederek patavatsızlığını kanıtlamak istercesine,
— İhtiyar, senin karı da fena değilmiş ha? Kaçırırlar diye korkup da seni aramaya mı gelmiş, demiş.
Bay Suat bu sözü fısıldayarak söylemiş ama papağan duymuş. Senden adam olmaz der gibisinden derin bir of çekmiş

Fevziye Hanım da Bay Suat’a dönerek taşı gediğine koymuş:
— Şu dünyada ne patavatsızlar ne gıcıklar ne ukalalar var diyecekti ama Güler Bey’i üzmek istemedi kötü söz ederek. Ne de olsa bir beyefendinin papağanı. Ben, Güler Bey’in eşi değil otuz yıllık arkadaşıyım.”

Bay Suat bozulmuş. Kadında da ne kulak varmış be, diye içinden geçirmiş. Bugün yaşadıklarından “ mutsuz ve yalnız ” saptamasının nedenine yanıt olabilecek ipuçlarını yakalamış azıcık da olsa düşündüğünden. Bu da onu hem heyecanlandırmış hem de sevindirmiş çünkü o bile biliyormuş ki, sorun bilinirse soruna çözüm de bulunabilir.

Güler Dede’nin yüz yirmiye merdiven dayamasına rağmen bu kadar yaşam dolu, bu kadar hoşgörülü bu kadar sevecen, bu kadar iyiliksever olmasının sebeplerinden biri de onun zaman zaman da olsa yaşamında yaptığı küçük hoş değişikliklermiş. Bunu bilen masal dünyası çorbada benim de tuzum bulunsun misali gökten üç elma yerine üç şiir düşürmüş bu sefer. Güler Dede buna çok sevinmiş. Şiirleri bir çırpıda okumuş. Biraz daha gençleşmiş. Güç kazanmış. Yaşama biraz daha bağlanmış. Esranur Daşpınar’ın “ Mutluluğu Yaymak İçin” şiirini oradakilerle de paylaşarak oradakileri de mutluluğuna ortak etmek istemiş:

Mutlu olmak ve
Herkesi sevmek…

Neşeli olmak ve
Çok sevilmek…

Sevmek ve
Herkesi mutlu etmek…
Herkese hediyeler vermek
Birkaç hoş lakırdı etmek
Şiirler okumak ve şarkılar söylemek
Ya da bolca dans etmek…

Hiçbiri olmuyorsa bir tebessüm etmek

Aslında, mutlu olmak ve mutluluğu yaymak için
Ne kadar da çok sebep var!






7 Temmuz 2017 Cuma

Şiir, baklava yufkalarının içine serpiştirilmeyi bekleyen ceviz içi lezzetidir. (Naci Aydoğan)

***

HOCA DA NE DEMİŞ!

Ana baba gibi idi ortalık
Vur patlasın çal oynasın diyenler de vardı
Kimin elinin kimin cebinde olduğunu merak edenler de
Kurt puslu havaları sever diyerek harekete geçenler de oldu

Şimdi diyeceksiniz ki bütün bunlar malumun da,
Nasıl düştün bu hale?


Bize laf düşmez şimdi,
Hoca demiş zamanında diyeceğini
“Sen de haklısın!”

ADAM YERİNE KONMAK

Hep kötü şeyler üst üste gelecek değil ya. Bugün de iyi şeyler üst üste geldi. Halk söylemi ile keyfim gıcır.
Kapı çaldı. Mühsin Efendi içeri girdi. Misafirlerimi görünce “ sonra geleyim” der gibinden bir hareketle dışarı çıkmak üzere iken müdahale ettim:
— Gel Muhsin Efendi, gel!
Kapının önünde durdu. Boynunu büktü. Belli ki bir şey isteyecekti. Yardımcı olmak istedim. Keyfimin yerinde olduğunu göstermek ve de onu cesaretlendirmek için gülümsedim.
— Buyur Muhsin Edendi. Bir şey mi isteyecektin?
— Şey efendim, dedi.” İzniniz olursa bugün biraz erken çıkmak istiyorum.”
İlgilenmiş görünmek için:
— Hayırdır, dedim. “Kötü bir şey yok değil mi?”
— Hediye alacağım da.
— Hayırdır? Ne hediyesi bu?
— Vasfi Bey’in düğünü var ya akşam efendim. Onun için
çam sakızı çoban armağanı.
Haberim yoktu. Sordum:
— Bizim Vasfi Bey’in mi?
— Evet efendim. Bu akşam evleniyor ya.
— Vay be. Bu yaştan sonra ha!
İnsanoğlu işte. Bazen boşboğazlık ediyor. Amacını aşacak bir şey söylüyor. Ben de öyle yaptım.
—Sen de mi gideceksin?
Boynunu büktü:
— İnsan yerine koydu davetiye verdi, dedi. “Gitmesek olmaz şimdi. Eli boş da gidilmez. Parayı ancak denkleştirebildim.”
Cevahir ” şak şak” adamdır. Ağzının kaytanı yoktur. Zaman zaman işin tadını da kaçırır. Muhsin Efendi odadan çıkınca,
— Ulan sana “ Sen adam mısın?” derin de inanmazsın dedi. “Vasfi Bey bile senin adam yerine koymamış.”
İnsanoğlu, günü güne saati saatine havası havasına uymuyor. Başka zaman olsaydı, Cevahir’in bu sözlerine “ haydi be sen de!” der güler geçerdim ama o an o sözler çok gücüme gitti.
Adam yerine konulmamak (!) hem de Vasfi Bey tarafından, bir anda tüm keyfimi kaçırmıştı. Haddizatında kötü bir şey olacağını hissetmiştim. Ne zaman iyi bir şeyler olsa hemen akabinde asap bozucu bir durum ortaya çıkardı.
Ortamda bir an hoş olmayan bir sessizlik oluştu. Bir, iki, yirmi saniye derken telefonuma gelen “mesaj var “sesi sessizliği bozdu.
Gözlüğümü takıp telefona baktım. Almanya’daki kardeşimden. Yılbaşımı kutluyor. Hazırlanmış güzel bir yılbaşı kutlama metni bu da. Belli ki cep telefonuna yüklemiş, bir düğmeye basınca herkese aynı mesaj. Yasak savma cinsinden.
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü mü yoksa “ Al öküzün yanında duran ya huyundan ya tüyünden” sözü mü uygun olur bilmem ama gözüm bir an Cevahir’e kaydı. Gülümsedim. O da aklımdan geçeni anlamaya çalışarak, belki de gayri ihtiyari gülümsedi.
Misafirlerim gidince telefonumun başına geçip tüm tanıdıklarıma isimleri ya da unvanları ile hitap ederek birer yılbaşı mesajı çekeceğim. Mesajıma cevap vermeyenlere de en kısa zamanda bir görünecek ve de bir fırsatını bulup şöyle diyeceğim:
— Adam yerine koyup mesaj çektim yılbaşında. Cevap bile vermedin Ne iş?
Verecekleri cevaplar çok eğlenceli olacak. Neyse, keyfim biraz yerine geldi. Bir olumsuzluktan bir hayırlı iş daha çıkarttık ya. Onlar hatırlanmanın mutluluğunu yaşayacaklar ben de ben de mesajıma cevap vermeyenlerin soruma verecekleri cevapları bekleyeceğim.

4 Temmuz 2017 Salı


“HIH ”LI ŞİİR

“Hıh!” dedi bana
Şükretsin ki keyfim yerinde değildi o an
Cevap vermedim, “ hıh!” deyip geçtim.

Şimdi, yiyordur tırnaklarını o
Yesin efendim
Hıh der mi bana
Oh olsun ona!

***
GÜZEL SÖZ: SEVMEK HAYTIN SEVGİ OLDUĞUNA İNANMAKTIR.( SHELLEY)

3 Temmuz 2017 Pazartesi


CEZA


Birazdan gelecek
Ne selam verecek yine
Ne de bir çift laf edecek

Cezayı hak etmiş olabilirim gözünde de
Bu kadarını da Allah
Düşman başına vermesin.

1 Temmuz 2017 Cumartesi

MESUT ÖĞRETMEN ÖLMÜŞ

Mezuniyetimize günler kala Bahattin bir fikir attı ortaya. Değişik geldi, kabul ettik sınıfça.
Ertesi günü Melahat, masanın üzerine mendilleri serdi. Her mendile bir öğretmenimizin ismini yazdı. Hangimiz hangi öğretmeni arzu ediyorsak onun mendiline ona çiçek almak için para atıldı. Bunları toplayıp o öğretmenimize bize verdiği emekler için çiçek alacaktık.
İlk mendile Şermin Öğretmenin adı yazıldı. Tahmin edildiği gibi mendile para yağdı. İstisnasız herkes bütçesine göre bir şeyler attı, mendil para ile doldu. Belli ki en büyük çiçek demeti ona yapılacaktı. Şermin Öğretmen şen şakrak bir kadındı. Notu da boldu. Diğer öğretmenlerimiz içinde paralar konuldu. Mesut Öğretmenin mendiline sadece Sinan para attı. O da 25 kuruş.
Çiçekçiye Aslıgül ile beraber gittik. Önce Şermin öğretmenin mendilini açtık. Çiçekçi paraları saydı. Koskocanan güzel bir buket çiçek yaptı. Sonra Elvan Öğretmenin sonra da Mesut öğretmenin. Necla öğretmen için toplanan paraların bulunduğu mendili çiçekçinin önüne uzatınca
Çiçekçi sordu:
- Ne oluyor gençler?
Anlattık. Çiçekçinin hoşuna gitmiş olmalı ki güldü. Haydi bakalım der gibi baş salladı.
Mesut Hoca’nın mendiline gelince sıra:
—Bu da son, dedik.
Çiçekçi bir mendilin içine bir bizim yüzümüze baktı.
Aslıgül izah etme gereği duydu.
- Sadece bir arkadaşımız para attı.O da bu işte.”
- Yirmi beş kuruş.
- Kendisini pek sevmeyiz de
Çiçekçi “ Niçin?” diye sormadı.
- O kadar çiçek aldık. Tek bir gül de etmez mi? dedi Aslıgül.
Çiçekçi kendince ya felsefe yaptı ya da espri:
- Belki de binlerce çiçek eder de …
Çiçekçi yirmi beş kuruşu eline aldı. İskemleye oturdu. Parayı elinde bir süre evirdi çevirdi. Ben Aslıgül’e, Aslıgül de bana baktı. Aslıgül’e yavaş bir sesle:
“Bir şey vermeyecek herhalde gidelim, dedim.
Aslıgül başı ile önerimi onayladı. Biz tam hareketlenirken çiçekçi yerinden kalktı. Güllerin olduğu bölüme gitti. Çok güzel, güzelin de ötesinde bir buket yaptı. Sonra da bize döndü:
-Öğretmeninizin adı Mesut’tu değil mi? diye sordu.
Cevap vermemizi beklemeden de Mesut Öğretmenin yazısını yazıp çiçeğe yerleştirdi. Sonra da bize dönüp sordu:
- Hepsini götürebilecek misiniz, yoksa ben göndereyim mi?
Aslıgül Mesut Öğretmen için hazırlanan buketi işaret ederek:
—Götürürüz de, dedi. Bu, gerçekten Mesut öğretmene mi?
Çiçekçi cevap vermedi.
Aslıgül’ün bazen saflığı tutar:
—Yirmi beş kuruşa bu kadar mı çiçek etti?
Çiçekçi,
— Benim babamın adı da Mesut’tu dedi. “. O da öğretmendi. Ona sayın olsun bitsin.”
Çiçekçiden ayrılırken Aslıgül’e
— Ne ballı adam, dedim Mesut Öğretmeni kastederek. “Bu kadar olur değil mi? “
Aslıgül’ün keyfi kaçmıştı. Belki de her fırsatta Mesut Öğretmenin aleyhinde konuşup sınıfı ona karşı cephe almaya yönlendirmeye çalıştığı için olmuştu bu.
Mesut Öğretmen, epeyce bir süre çiçeklere baktı. Sonra, sandalyeye oturdu. Diğer öğretmenler gibi güzel sözler etmedi, öğütler vermedi. Sınıfın en çok konuşanı bile konuşmadı. Sınıfta tam bir sükûnet oluştu. Hepimiz Mesut Öğretmen’in vereceği tepkiyi sarf edeceği sözleri bekliyorduk.
Mesut Öğretmen özenle buketi açtı. Çiçekleri kucağına aldı.Sınıfın içerisinde dolaşmaya başladı. Biz de merak içerisinde gözlerimize onu takip etmeye. Derken Mesut Öğretmen Sinan’a bir gül verdi. Sinan ilk sırada oturmuyordu, son sırada da. Orta yerlerde bir yerdeydi. Hepimiz şaşırdık, birbirimize baktık Biri 25 kuruşu Sinan’ın verdiğini söylemiş olamazdı. Öyleyse bu neydi? İçin bir hoş oldu, ürkmedim desem yalan olur. Mesut Öğretmen hepimize tek bir laf etmeden birer gül vermeye başladı. Elinde tek bir gül kalmıştı. Tesadüfün bu kadarı olurdu ancak. Çiçekçi öğrenci sayısından bir fazla gül koymuştu. O gül de Mesut Öğretmenin elindeydi. Zil çaldı. Mesut Öğretmen hiç yapmadığı bir şeyi yaptı o an. Sınıfa döndü gülümsedi:
- Teşekkür ederim, dedi. Ve de elindeki gülü Murat’a fırlattı.
Ertesi sabah sınıfa girdiğimde sınıfta normal olmayan bir durum vardı.
-Ne var, ne oluyor? dedim.
Murat sırf canını acıtmak onu zor duruma düşürmek için üç senedir Mesut Öğretmen’e yapmadığı kalmamıştı. İftiralar atmış, arkadaşlarını ona karşı örgütlemişti. Ağlamaktan kan çanağına dönen gözleri ile gözlerimin içine baktı içimi bir hoş eden şu sözü söyledi:
— Mesut Öğretmen ölmüş!

***

Güzel Söz : ZARARIN NERESİNDEN DÖNERSEN KARDIR (TÜRK ATASÖZÜ)