29 Eylül 2017 Cuma

TELLAL

Tellal çağırtacağım sözüm söz
Sümsük dedirtirsem bir daha sana
Hep bana hep bana diyeceğime
Dürteceğim seni, canlandıracağım
Benden sana ark açacağım
Geçtim bunu da
Köstek olursam bir daha sana
Tellalla gerçeği anlatacağım.

POĞAÇA

Bir ses ile beyinleyip kendine geldi. Uyumuştu, başı da öne düşmüştü. Saniyelik iş.
Başını kaldırdı. Karşısında on beş, on altı bilemediniz on sekiz yaşında bir kız vardı. Tatlı tatlı gülümsüyordu. Elinde bir tepsi, tepside de bir tabak, bir su bardağı da çay.
— Annem poğaça yapıyordu da, burnunuza kokmuştur diye gönderdi.
Şaşkındı adam. Kırk yıl düşünse aklıma böyle bir şey gelmezdi. Donup kalmıştı. Tepkisizliği kızcağızı da ne yapacağını bilemez bir duruma düşürmüştü. Elindeki tepsi ile kalakalmıştı zavallıcık. Teşekkür ederek uzanıp alma gibi bir eylemde bulunmadığından ötürü anlık bir tereddüdün akabinde adama doğru biraz yanaştı, üzeri peçete ile kapatılmış plastik tabağı ve çay dolu bardağı tepsiden alarak dikkatli bir şekilde oturmakta olduğu bankın üzerine, yanına bıraktı. Belli belirsiz gülümseyerek:
—Afiyet olsun, dedi.
Kızın arkasından bile bakmadı. Bakamadı. Kendine gelmeye çalışıyordu.
Gevher Bey, kendini biraz toparlayınca, yan tarafına döndü. Peçeteyi kaldırdı. Tabakta üç poğaça vardı ve sıcaktılar. Belli ki yeni yapılmışlardı. Mis gibi de kokuyorlardı. Çay da tertemiz bir bardaktaydı ve tavşankanıydı.
Gevher Bey, ayıp bir şey yapıyormuş gibi etrafına bakındı. Kimse yoktu. Poğaçanın nereden geldiğini tahmin edebilmek için etrafına bakındıysa da netice alamadı. Saat yedi olmuştu. Pek çok evin elektriği yanıyordu. Hava sıcak olduğundan da pek çok dairenin balkonlara bakan kapıları açıktı.

Gevher Bey, birkaç kez kalkıp oturdu. Karar veremiyordu. Poğaçalı yiyip çayı içmeli miydi? Onları orada olduğu gibi bırakıp oradan ayrılmalı mıydı? Ya, poğaça ve çayın içine bir şey katmışlarsa. Bu olasılık da aklına geldi, gelince onları oraya getiren kızın tatlı sesini, tatlı gülümsemesini anımsadı, kendi kendine kinayeli “Aferin sana Gevher!” dedi. “Olgunlaşacaksın da ben de göreceğim.”
Gevher Bey’in babası geçen ayın 17’sinde rahmetli olmuştu. Namazında niyazında bir adamdı. Özellikle sabah namazını mutlaka camide kılardı. Onun ölümünden sonra Gevher Bey de babası gibi sabahları camiye gider olmuştu. Geçen hafta cami çıkışında şu anda oturmakta olduğu parkın önünden geçerken kendisini kötü hissetmiş parkın içine girerek banklardan birine oturmuştu. Ondan sonraki günde cami çıkışında parka uğramış, bir süre sağına soluna bakındıktan sonra bu bankı gözüne kestirmiş, yarım saat kadar kalmış, tespih çekmiş geçmiş günleri anımsayarak kâh hüzünlenmiş kâh neşelenmişti. İşte o günden sonra da her cami çıkışında buraya gelip yarım saat kırk beş dakika kadar oturmak âdeti olmuştu. Bu durum ona iyi de gelmeye başlamıştı.
Parkın üst girişinden belediyenin temizlik işçisi girdi. Girer girmez de süpürme işine girişti. Suratsız bir hali vardı. Süpürgeyi, birilerini cezalandırmak istercesine kullanıyordu.
Bir köpek koşarak park kapısının birinden girdi ötekinden çıktı. Arkasından bir köpek daha…
Bir delikanlı, parkın girişinde biraz durdu, parkı mı süzdü, gideceği yere karar verememenin tereddüdünü mü yaşadı belli değil. Bir sigara yaktı. Yürümeye başladı. Gevher Bey'in yanından geçerken:
— Selamünaleyküm” dedi. “ Günaydın” da dedi.
Gevher bey zor duyulur bir sesle selamı aldı.
— Aleykümselâm oğlum.
— Afiyet olsun.
— Buyur al bir tane.”
Delikanlı durdu. Döndü. Poğaçalardan birini aldı, ağzıma attı. Eliyle “ eyvallah” işareti yaparak gitti.
Miyavlayınca kediyi fark etti Gevher Bey. Biraz ilerideki ağacın dibindeydi. Geldiğinden beri mi oradaydı belli değil. Belli olan “ yiyecek” istiyordu. Poğaçanın birini aldı, böldü, kediye atacakken duraksadı. Ya ikramı yapan şu anda kendisine bakıyorsa? Empati kurarak hadiseyi düşündü, ne kadar hoş olmadık bir durum olurdu ikramı yapan için. Gözlemleniyorsa yarısını ağzına atar yarısını verirse ikramda bulunanın hoşuna bile gidebilirdi. Düşündüğünü gerçekleştirdi. Poğaçanın yarısını ağzına attı yarısını kediye. Kedi, poğaçayı kokladı sonra da poğaçayı ağzına alarak oradan uzaklaştı. Belki de yavrusu vardı, ona götürüyordu, ya da kendince bir düşüncesi. Gevher Bey, böyle düşündü, duygulandı gözleri doldu. Bir yerlere gitti. Yapmış olduğu gezinti esnasında da poğaçaları yedi farkında olmadan, çayı da içti. Boşalan çay bardağını aldı ayağa kalktı. Oraya mı bırakıp gitseydi, bankın altına mı koysaydı, yoksa eve götürüp yarın, sahibi gelir alır diye umsa mıydı?
Bankın üzerine bırakmaya karar verdi, Nasıl olsa sahibi görüyordu burayı, kendisinin gittiğini görünce neticeyi görmek için muhakkak ki gelirdi. Tabağın üzerine bardağı kapattı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttu.
Evde, karısı “ Allah kabul etsin!” diyerek kapıda karşıladı Gevher Bey'i her zaman olduğu gibi. Gevher Bey de “ Allah razı olsun” dedi. Ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giydi. Boy aynası hemen oradaydı. Karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Önden baktı, arkadan baktı yandan baktı, üzerindekileri çekiştirerek baktı.
Suzan Hanım, salon kapısından içeri girmek üzereyken fark etti kocasının yaptıklarını. Sordu:
— Hayrola Gevher! Ne yapıyorsun?”
—Aynaya baktım da. “
— Niye?
— Ne demek niye? Benim bildiğim aynaya bakılır hanım.
— Bakılır da dışarıya çıkmıyorsun ki. Hem senin dışarı çıkarken bile aynaya baktığın vaki değildir.
Suzan Hanım, kocasına doğru birkaç adım attı:
—Biri bir şey mi dedi kıyafetine. Sen önce aynaya bak falan mı diyen oldu?
Gevher Bey karısına döndü:
— Benim acınacak bir halim falan mı var Suzan? dedi.
Suzan Hanım’ın beklemediği bir soruydu bu. Hem soruya hem sorunun amacına bir anlam veremedi.
— Gelirken giderken biri bir şey mi dedi sana? dedi tekrar. Ses tonu biraz değişmişti. Muamma dolu sözler, tavırlar Suzan Hanım'ı her zaman rahatsız ederdi.
Gevher Bey, salona doğru yürüdü, karısının yanından geçerken onun omzuna dokundu:
—Anlatırım sonra, dedi.
Suzan Hanım,
—Haydi, diye karşılık verdi kocasına. “ Elini falan yıka kahvaltı hazır. “
—Ben kahvaltı yapmayacağım bugün.”
Suzan Hanım, mutfak kapısından içeri girmek üzereydi sözü işittiğinde. Bu da vaki değildi. Durdu, döndü, sordu:
— Kahvaltı yapmayacak mısın?
Gevher Bey, salon koltuklarından birine oturmuştu. Suzan Hanım, onu görebileceği kadar yürüdü. Gevher Bey de onu gördü:
— Evet, dedi. “Ama bir bardak çay içerim “diyecekti ondan da vazgeçti.

Suzan Hanım, rengi solmuş taburesini pek severdi. Geçen yıl ölen görümcesinden hatıraydı. Sağına soluna bakındı, odaları dolaştı, balkonda buldu onu. Dünkü yağmurdan dolayı hala nemliydi ama aldırmadı Eline aldı, salona geçti, kocasının karşısına koydu. Üzerine de oturdu Başını sallayarak sordu:
— Ne oldu?”
Gevher Bey, istenilen cevabı anladı ama anlamazlığa geldi:
— Ne ne oldu?”
— Giderken böyle değildin. Bir şey olmuş dışarıda.
“…
—Ya giderken, ya camide, ya camiden gelirken bir şey olmuş.”
“ ...
—Anlat.
Gevher Bey, karısının gözleri içine baktı, gülümsedi.
—Beni okumaktan, beni biraz olsun benle bırakmaktan hiç vazgeçmeyecek misin sen?
— Ne oldu anlat.
Gevher Bey anlattı ne bir eksik ne bir fazla.
Suzan Hanım’ ın gözleri dolu dolu oldu kocasını dinlerken. Gevher Bey’in aşina olduğu bir durumdu bu. “Kim bilir aklına yine ne geldi.” diye aklından geçirdi. Karısının yanağından bir makas aldı.
— Ne oldu şimdi? Ne bu gözler hanım sultan? “dedi.
Soru, Suzan Hanım’ı ağlattı.
Suzan Hanım, burnunu çekti. Burnunu elinin tersi ile sildi.
—Yürü mutfağa dedi. Kahvaltı kaldı masada.

Mutfağa geçtiler. Gevher Bey, masaya oturdu. Dilimlenmiş ekmeklerden bir parça kopardı, üzerine yağ sürdü ağzına attı. Suzan Hanım, çayları doldurdu. Doldururken de sevgi ile özlem ile içten konuştu:
— Bir oğlum olsaydı vallahi de billahi de hiç sorgulamadan o kızı oğluma alırdım Gevher.
— Hangi kızı?
—Sana o poğaçaları getiren kızı. Bu devirde böyle bir kız bulunur mu? Altı yedi yaşında bir çocuk olsa neyse de genç bi kız diyorsun bak.
Gevher Bey’in keyfini kaçırdı söz.
— Ben de şaşırdım çok. Bir teşekkür bile etmedim. Ayıp oldu. Annesine gidip “ Odun gibi adam demiştir.”
Suzan Hanım, çayından bir yudum aldı. Gülümseyerek:
—Ayağa kalksana bir dedi.
Niye diye sormadı Gevher Bey. Elindeki ekmek parçasını ekmek sepetine koydu. Ayağa kalktı.
—Şöyle bir dön. Kendi etrafında yüz seksen derece.
Suzan Hanım güldü. Gevher Bey döndü:
— Bu giysilerle sokağa çıkarsan böyle olur işte dedi. Kadın poğaça yapıyordu herhalde, seni gördü, haline acıdı, Allah bilir otururken boynunun da bükmüşsündür.
Gevher Bey,
—Sen öyle san, dedi. Oturdu. Sandalyeye kaykıldı. Bardağındaki çaydan höpürdeterek bir yudum aldı. Pala bıyıklarını burdu. “ Bence, bu bıyıklara vurulmuştur. “dedi.
Suzan Hanım bıyıklı erkeklerden hiç hazfetmezdi. Defalarca bunu Gevher Bey’e de söylemiş ama ona bir türlü bıyıklarını kestirtememişti Oysa o daha geçen yıl kahvehanede girdiği bir iddia üzerine bir haftalığına da o olsa çok sevdiği bıyıklarına veda etmişti.
Gün 30 Ağustos’tu. Gün özeldi, evlilik yıldönümlerini unutmayayım diye almıştı bu günü Gevher Bey.
Gevher Bey’e yardımcı oldu televizyon. “Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı,”dedi. Gevher Bey Suzan Hanım ile göz göze geldi o an. Sordu:
—Ne alayım sana evlilik yıldönümümüzde canım?
Suzan Hanım gülümsedi.
—Ben senin yerine olsam hemen şimdi banyoya girerim güzel bir duş alırım bir günlüğüne de olsa şu bıyıklarımı keser karımı mutlu ederim, dedi.
Gevher ney, “ emrin olur” deyip banyoya gitti. Şarkılar türküler söyleyerek duşunu aldı. Bornozunu giydi. Pos bıyıklarını sıvazlayarak içeriye girdi.
Bu, onlar için son 30 Ağustos oldu. Suzan Hanım Gevher Bey’i bir kez daha bıyıklı görünce bozuldu, hadiseyi kendince yorumladı ve de Gevher Bey akşam namazı için camiye gidince birkaç özel eşyasını alıp annesinin evine gitti. Evi terk etti.


23 Eylül 2017 Cumartesi


ALLAH DEVLETİMİZE ZEVAL VERMESİN
Ne konuşacaksın ki! Laf lafı açtı; uzun uzun dedemiz Saim’den bahsettik. Malum, hava dün yağmurluydu. Fırtına da vardı. Ve de dün bayramdı. Yıllardır yüzünü görmediğimiz Okran, karısı ve bebeği ile beraber hemen karşı caddede oturan kayınvalidesi Kevser Hanım’a bayram ziyaretine gelmiş. Kısmet ya, bulamamışlar. Ellerinde küçük bebek de var. Yağmur da bir hayli. Akıllarına biz gelmişiz.
Kapı çalındı, açtık; bir de ne görelim Okran, karısı, kucaklarında bir de bebek.
— Hayırlı bayramlar!
— Hayırlı bayramlar! Hoş geldiniz.
Karım, kendilerini hiç görmedi. Tanıştırdım.
Çaylar, kahveler içilirken laf döndü dolaştı eski günlere gitti, konuştuk. Bir taraftan da gözleri dışarıdaydı, müsaade istemek için yağmurun dinmesini bekliyorlardı, anladım.
Bir aralık söz bitti. Okran sordu:
— Bizim kayınvalideyi gördün mü İsmail? Yoktu da.
Samimiyetimiz yoktu kayınvalidesiyle ama yolda izde karşılaşırsak kırk yılda bir, merhabalaşırdık.
— Görmedim dedim. Biraz da kinayeli ekledim, “ Not bıraksaydınız, geldik bulamadık deseydiniz”
Anlamadı ne demek istediğimi. Karısına döndü:
— Hiç aklımıza gelmedi bak bu, dedi.
Karısının aklında ne vardı bilmem, zoraki gülümsedi ama bir şey demedi.
Ertesi sabah pek keyifsiz kalktım. Evin içini birkaç kez dolaştım.
Dün gece pencerenin önüne bir tabure koymuştum. Bir saat kadar üzerinde oturmuş ve dışarıyı seyretmiştim. Dedem de öyle yapardı. Ona öykünmüştüm belki de.
Birdenbire aklıma geldi. Çok da şahit olmuştum aslında. Özellikle sıkıntılı günlerinde, miskinliğin üzerine çöreklendiği anlarda kendisini zorlayarak kalkar, abdest alır, namaz kılardı dedeciğim.
Yalan yok, abdest almayalı, namaz kılmayalı yıllar yılı olmuştu. Birden kendi kendime “Ya bismillah İsmail” dedim Banyoya gittim, abdest aldım. Abdesti doğru mu almıştım? İçime kurt düştü, kütüphanemden bir namaz kitabı buldum, baktım. Doğruydu. Yıllar sonra eksiksiz anımsamış olmam, ne yalan söyleyeyim, sevindirdi beni. Dedem öğretmişti. Canı rahmet çekti derler ya, Allah rahmet eylesin! Âmin!
Bugün de bayram. Bayramın ikinci günü.
Saat sekiz olunca, belki gelen giden olur diye, hanımı, çocukları uyandırmak istediysem de vazgeçtim. Daha doğrusu düşüncemi uygulamayı dokuza öteledim. Saat dokuz olunca kapılarını çalıp “Kalkın!” diye kükreyeceğim. Şaka ile karışık azarlayacağım onları:” Bugün bayram, olur mu bu kadar yatmak? ”
Mutfağa geçtim. Türküler mırıldanarak kendime, aylar sonra güzel bir kahvaltı hazırladım. Çay demledim, peynir, zeytin koydum masaya. Sonra Murat’ın köyden gelirken getirdiği-evdekilere halamın gönderdi demiştim-hormonsuz domateslerden bir tane aldım, yıkadım. Domatesleri dilimlerken mis gibi domates kokusu mutfağı doldurdu.
Çayımdan ilk yudumu alırken, Aksu geldi:
— Günaydın babacık, dedi. “Hayırdır?”
— Elini yüzünü yıka da gel, dedim. “Baba kız bir kahvaltı yapalım.”
Banyoya girecekmiş. Duş yapacakmış. Sizin anlayacağınız önerimi kabul etmedi. Ben de “ Canıma minnet ” dedim.
Dakika dolmadan geri döndü kızım:
— Vazgeçtim duş yapmaktan, dedi.
Kendine çay doldurdu. Karşıma oturdu.
— Baba ya, dedi.
Domatesten bir dilim attı ağzına. O da beğendi domatesi. Sözle de ifade etti düşüncesini.
— Ne güzel tadı var.
— Eskiden yediğimiz domatesler hep böyleydi işte, dedim özlemle “Çocukluğumdan hatırlıyorum bir salata yapılırdı, kokusu her yana yayılırdı. En iştahsızın bile yiyesi gelirdi.”
— Baba!
— Hı!
—Hala hala diyorsun ama ben bu halayı hiç görmedim.
Anımsamıyorum ama, domatesleri bırakırken halam köyden göndermiş demiştim ya sanırım oda oradaydı. Oradan şey yaptı.
— Yok ya, dedim öylesine.
— Vallahi. Sokakta görsem tanımam.
Söylediği yanlış değildi. İki yaşında falan görmüştü, bize gelmişlerdi bir vesile ile anımsaması olanaklı değildi.
— Ama o seni hatırlıyor, dedim laf olsun diye. Ve ekledim. “ Selam gönderir hep sana.”
—Köyü de görmedim ben hiç.
İçim cız etti.
— Biliyorsun işte, gidemiyoruz köye.
— Niye?
— Niyesi var mı işte kızım. Annenin tarafı!
— Ne oldu ne bitti hiç anlatmadınız ama anneannemi hiç görmedim, dedemi de hiç görmedim, onlardan kimseyi görmedim ben.
Sinirlendim.
— Ne yapayım, dedim. “Bizi defterden sildiler. Gittik kovdular, adam koyduk araya gene olmadı. Biz de koyuverdik ipin ucunu.”
— Mesele neydi?
— Vallahi bir şey şöyleyim mi kızım sana, mesele neydi onu da unuttum. Belki inanmayacaksın sildim beynimden. Yok ettim.
— Ama bir şey de anlatmıyorsunuz ki. Anneme de bazı soruyorum, suratı beş karış oluyor, ısrar edince de kem küm kem küm… Haydi baba, neler olduğunu bilmek istiyorum. Niye böyle oldu aranız?
— Unuttum dedim ya evladım.
— Unutmamışsındır.
—Yalan mı söylüyorum sana, ben akşam ne yediğimi hatırlamıyorum.
— Mercimek çorbasıyla patlıcan oturtma yedik.
Boş bulunup “ nah!” diyeceğimi ve de benimle kafa bulacağını ummuştu, “ Sen gençsin tabi” dedim, hatırlarsın.
Belki verdiğim cevaba bozuldu, belki sohbet açmadı, kalktı masadan. “ Ben banyoya gidiyorum “ dedi ve gitti.
Masada iken bir ağırlık çöktü üzerime. Kalkayım malkayım derken, başımı masanın üzerine koymuşum:
Karımın, sarsıp seslenmesiyle kendime geldim.
— Hayrola İsmail?
İçim geçmiş. Rüya bile görmüştüm. Az evvel halamdan bahsetmiştik ya halamı gördüm. Farkında değilim, uyanınca gülümsemişim.
Sordu:
— Niye gülüyorsun?
—Özüm geçmiş.
-…
Elimde olmadan derin bir iç geçirdim.
— Halamı gördüm rüyamda, dedim.
Karım yanıma çöktü:
— Hayrola? Nasıl gördün?
— Köydeymişiz işte. Bana seslendi, çocukluğumda yaptığı gibi, köy ekmeğinin içine ağda ile yağı doldurmuş.
Yıllar yılının verdiği özlemle gayriihtiyarî gözlerim doldu, dudaklarım büzüştü. Ağlamamak için kendimi sıktığımı hisseden karım, “ Ben bir elimi yüzümü yıkayayım bahanesiyle mutfaktan çıktı.
Bir süre sonra geri döndüğünde“ağladığımı anlamamak” için kör almak gerekiyordu. Gülümsemeye çalışarak:
— Hangi dağda kurt öldü böyle, dedi.
Kahvaltıyı kastederek söylüyordu. Amacı, konu değiştirmekti.
Laf olsun diye, “ Bundan böyle, böyle” dedim.
— Bayram kahvaltıları benden.
Kendine çay doldurdu. Masaya oturdu. Gözlerimin içine bakarak ve de az evvelki ruh halimi düşünerek belki, boş ver, takma kafana manasında gülümsedi.
Birden, içimden geldi,
— Sena, dedim.
— Efendim canım, dedi ki bu iki kelimeyi özel durumlar hariç kullanmazdı.
Heyecanlandım:
— Sena!
—Efendim!
— Bizim örfümüzde âdetimizde de vardır?
— Hayatım söylesene. Geveleme ağzında
— Ya, diyorum ki…
- …
— Şey, hani diyorum biraz sonra arabaya atlasam, köye gidip bir annemin babamın mezarını ziyaret edip gelsem. İçimden geldi birden. Olur mu ne dersin ha?
Farkında değildim, kızım da gelmiş. Birden coşkuyla ellerini çırptı, heyecanla “ Ne olur ne olur baba, ben de geleyim!” dedi. Boynuma da sarıldı.
Sena, ayağa kalktı. Heyecanlanmış mıydı, sinirlenmiş miydi anlayamadım. Bir süre, gözlerini kırparak, ayağını tempo tutar gibi yere vurdu.
Ben epeyce bir süre orada öylece kala mı kalmıştım yoksa kızım dünya rekoru kırmak gayesi ile odasına gitmiş gelmiş miydi bilmem, Aksu’nun sesi ile kendime geldim:
— Ben giyindim baba, hade gidelim.
Böyle bir desteğe hakikaten ihtiyacım vardı.
— Haydi, dedim kendimi verdiğim söz ile bağlamak için. Sonra da karıma dönüp onayını almak ya da tepkisini görmek istedim. Soğuk bir sesle, “ İstiyorsanız gidebilirsiniz” dedi.
Ben de Aksu’da , “ Sen de gel” diyemedik, gelmek ister misin diye de soramadık.
Aksu, cayma gibi bir durum ortaya çıkmasın diye olsa gerek:
—Ben arabanın yanında bekliyorum” dedi ve bir şey dememe olanak bırakmamak için dışarıya çıktı.
Ben de hazırlandım Biraz da ağırdan aldım. Bir yere giderken, sürekli şunu yap bunu yap, onu giyme bunu giy” diyen Sena gelip gene başımın etini yesin (!) diye. Gelmedi. Gitmemi onaylamadığından olmadığını biliyordum.
Hazırlanıp dış kapının önüne geldim. Karım hala mutfaktaydı ve hala ayaktaydı. Yanına gitmeye ürktüm.
— Ben gidiyorum, dedim Bir süre karşılık vermemi bekledim sözüme ama olmadı.
Kapıyı açarken “İnşallah yatsıya döneriz “dedim. Tam dışarı çıkarken, “ Ben de geleyim mi?” dedi.
Mutfak kapısına gelmişti. Sesi titremişti “ Ben de geleyim mi” derken.
Kapıyı yavaşça örttüm. Başımla, gözlerimle “olur” dedim.
Bizim evden ilçe üç saat ilçeden de köy kırk beş dakika kadardı.
Hiç durmadım ilçeye kadar, karım yan koltukta hep dışarıyı seyretti. Aksu, birkaç kez konuşmayı, duygularını ifade etmeye çalıştı, ben de annesi de konuşmayınca o da sustu.
İlçede, bir bakkalın önünde durdum. Halama bir şeyler aldım. Olur a, karım da annesine, babasına uğrar (uğrarız) belki diye onlar için de bir şeyler aldım ama söylemedim onlara.
İlçeden köy yoluna girince, tarif edilmesi güç duygular içine kapıldım. Son geldiğimde yollar topraktı ve dardı. Şimdi hem genişletilmiş hem asfaltlanmış
İşte o köprü! Hâlâ yerinde.
İşte o dev çınar. Yaşı kim bilir kaç oldu? Yine ziyaretçisi var. Yine dilek dileyip çaput bağlayanlar var.
Şu çeşmeyi de hatırladım. Suyu kesilmiş…
Gözlerim hem yolda, hem çevremde hem kızımda hem karımda.
Radyoyu açtım. Yani, olacak iş mi şimdi bu? Bitlis’te Beş Minare türküsü çalmaya başladı; kapatamadım da… Sena ’nin gözyaşları sel oldu.
Dikiz aynasından kızıma bakıyorum, duygudaşlık kurmaya çalışıyor annesiyle. O da değişik duygular içerisinde beli ki. Annesi ağlarken o da ağlamış.
Bir köpek! Aracımızı düşman olarak mı gördü ne, üzerimize üzerimize gelerek var gücüyle havlıyor, biraz gaza basıyorum, arkamızdan koşuyor, biraz daha gaza basıyorum, korkutup kaçırdım diye seviniyor belki de. Takibi kesiyor.
Yanımızdan bir traktör geçti, belki hep öyle yapıyor, belki bugün bayram ya, el salladılar, kornaya bastılar; bayramımızı kutladılar belki de kendilerince.
Korna çaldım, el salladım…
Köyümün ilk evleri göründü.
Doğrudan mezarlığa mı gitsem, halama uğrayıp onu da mı alsam giderken, cesaretimi toplayıp, köye girmeden, belki de şimdi, karıma “ annenler uğrayalım bir… “ desem mi?
Gözlerim karımda. Ağlamıyor. Nerelerde?
Haydi be kızım, “ Dedemlere uğrayalım “de. Anneannemi merak ediyorum de…”
Keşke, bir aralık bunları de diye tembihleseydim…
Köye girdik. İlk ev, ilk evin önünde yaşlı bir kadın, bu da kim ola ki bu da kimlerden diye bakıyor bize…
Yol kenarındaki otlar sararmış.
Biraz ötemizde bir ev beyaz kireçli, yeni badana yapılmış belli.
Halamın evi mezarlık yoluna dönmeden. Kalbimin atışını kızım duyuyor mu bilmem. Arabayı durdurdum. Biraz yürümemiz gerekiyor. Arabadan indik. Heyecan son haddinde. Karım ve kızım arabanın yanında. Halamın evinin önündeyim. Kapıyı vuruyorum. Bir, iki, üç… Açılmıyor. Sağıma soluma bakıyorum. İşte yan taraftaki evlerden bostanında bir kadın. İki büklüm. Bir şeyler yapıyor. Beni fark etti. “Gel gel “diye işaret ediyorum. Aaa, bu Mualla Hala. Zar zor gelirken o, ben de yanına gidiyorum. Elini öperken dikkatli dikkatli bana bakıyor. Çıkartmaya çalışıyor kim olduğumu. Adımı söylüyorum, kimlerden olduğumu söylüyorum, anımsıyor, seviniyor. Göz ucuyla karıma kızıma bakıyorum, dikkatle nefes nefese bizi takip ediyorlar.
— Halam nerelerde? diyorum.
Duymakta zorlanıyor.
Sesimi yükselterek ve kulağına doğru eğilerek sualimi yineliyorum, anlıyor; anlatıyor.
Üç sene evvel rahmetli olmuş.
Bir halamın evine, bir Mualla Hala’ya bakıyorum. İçim karmakarışık. Saniyeler içinde, defalarca halamla geçirdiğimiz dakikalar gözümüm önüne gidiyor geliyor.
Gözü, arabaya, karıma kızıma kayıyor.
— Karın mı? diye soruyor. Cevap vermeme fırsat vermeden de, belki gerçekten tanıdığından belki de tahmin ettiğinden haberi veriyor.
— Babası öldü. Anasını da köylü geçen ay hastaneye kaldırdı.
Gayri ihtiyari karımla kızıma bakıyorum. Kızım etrafı gözetliyor. Karım gözlerini bize dikmiş. Dudaktan okuma eğitimi var, büyük bir olasılıklı dudaklarımız okumaya çalışıyor aramızda belli bir mesafe olsa da.
Elimdeki poşeti, Mualla Hala’nın yanına bıraktım, halama getirmiştim ama dedim. Sana nasipmiş. Sarıldım. O da bana sarıldı. Elini öptüm. Yanından ayrıldım.
Olabildiğince ağır adımlarla bizimkilere doğru yürüdüm. Babasının öldüğünü, annesinin de hastaneye kaldırıldığını nasıl söyleyebileceğimi kurgulayabilmek için vakit kazanmaya çalışıyordum ama aramızdaki mesafe ne kadardı ki?
Karım, dudaklarımızı okumuş ama emin değil.
— Halan da, babam da ölmüş değil mi, diyor.
Ağlamamak için bir taraftan kendimi tutmaya çalışıyor bir taraftan da Allah’a dua ediyorum. Konuşmaya çok seven kızım, birkaç ötemizde ilk defa gördüğüm değişik yüz ifadesi ile bizi izliyor.
Sena soruyor:
— Annem de mi ölmüş?
Neyse iyi bir haber verebileceğim.
— Geçen ay hastaneye kaldırmış konu komşu.
— Ee!
— Öyle işte.
— Ölmüş mü?
— Öyle bir şey demedi. Duyulsaydı söylerdi.
— Geri mi gelmiş?
— Öyle bir şey de demedi.
— Ya?
— Hastaneye kaldırmışlar. Demek ki hâlâ orada?
Durum üzerine binlerce olasılık üretmek mümkün ama o olasılıklardan hangisi hakikat hangi meçhul?
Birimizin haydi deyip noktayı koyması gerekiyor bu duruma, ben diyorum.
— Haydi, arabaya geçelim.
Arabaya biniyoruz. Arabayı çalıştırırken karım soruyor:
— Ne yapıyoruz?
— İlçeye dönelim… Hastaneye bir bakalım diye düşündüm ama… Muhtemelen oraya kaldırmışlardır.
Önce babamın mezarına gitseydik demek istiyor mu acaba. Ben de teklif edemiyorum. Arabanın motoru ısınsın havasına girerek, belki bir şey söyler diye arabayı hareket ettirmiyorum. Söylemiyor.
Buradalar mı gittiler mi, öldüler mi kaldılar mı bilmediğimiz birkaç akraba var ama.
Kabristana gitmeden geri dönüyor, ilçeye varıyoruz.
Hastanenin epeyce bir uzağında arabamı durdurdum, siz burada biraz durun, bir arkadaşa uğrayıp geleceğim bahanesiyle arabadan indim. Gözden kaybolacak kadar gidip bir taksiye bindim, hastaneye gittim.
Allah devlete millete zeval vermesin sözünün manasını hastaneye gidince öğrendim.
Hastanedeydi, hayırsever birkaç kişi tarafından yatırılmıştı, devlet hiçbir beklenti olmadan hayatta tutabilmek için çaba sarf ediyordu, parası pulu var mı, buna birileri sahip çıkmazsa demeden.
Devlet adını verdiğimiz kurum, kayınvalideme kucaklamış, görevlileri aracılığıyla yaşatmak için tüm olanaklarını seferber etmiş. Geçmişten günümüze gelen “ Allah devletimize zeval vermesin” in manası bu olsa gerek. Ama iyi ama kötü, devlet sahibi olmak ne büyük nimet!
Karıma, durumu anlattım geri dönünce. Annesini hastanede olduğunu, aylardır komada yattığını, doktorların “ bekliyoruz… “ dediğini.“ Görmek ister misin? “ diye nasıl sorabilirim ona şimdi. “Dönelim mi?” diye nasıl derim.
Gözlerim gözlerimde, gözleri gözlerimde, kızım nefesini tutmuş bizi izliyor
Karım, balmumundan bir heykel gibi.
Kızım ne desin ki? Donmuş kalmış zavallı.
Haydi, be hanım, bir şeyler söyle. Bu yükün altına sokma beni…
— Haydi, binin arabaya, binin diyorum. Biniyorlar.
Sırf tepkisini ölçmek için karımın, hastanenin önünden geçiyorum, karım tepkisiz, hastanenin önünden geçip şehir yoluna giriyorum, karım tepkisiz.
Bu yükü bana yüklemeye hakkınız var mı?
Gözlerim kızımda, o da tepkisiz.
Konuşmaktan başka çarem yok, sinyal verip sağa yanaşıyorum. Karım da arkada oturuyor.
— Hastaneye uğrayalım mı? diyorum zor duyulur bir ses tonu ile.
Sena’nın titrediğini ben bile hissediyorum
Dikiz aynasından arkaya bakıyorum. Karım donup kalmış. Kızımın gözleri annesinin üzerinde. Sesime ses yok.
Birden aklıma geliyor:
— O zaman diyorum, hastaneye gidelim bir, yani idareye telefon numaramızı bırakayım. Bulunsun diye hani…
Tepki yok. İnsan bu kadar mı çaresiz kalır bir konuda?
Şehre doğru sürüyorum arabayı, karımdan da kızımdan da “ hastaneye uğrayalım “diye bir söz yok.
Uygun bir yerden geri dönüyorum, “ Niye döndün?” diyen yok.
Karımın derin derin nefes aldığını hissediyorum.
Hastane parkına arabamı bıraktım.” Karımın da kızımın da yüzüne bakmadan” ben bir gideyim geleyim” deyip arabadan indim.
Ağır adımlarla yürüyerek hastaneye girdim. Görevliden izin aldım.
Yavaşça, kayınvalidemin yattığı kapıyı açtım.
Kayınvalidem, yatakta kendinden geçmiş bir vaziyette öylece yatıyor. Oda temiz, yatak temiz, Allah devletimize zeval vermesin dedikleri bu olsa gerek. Evde olsa, bakacak kimsesi de yoksa… Düşünmek bile ürkütücü…
Kapıyı kapamamışım. Karımı fark ediyorum. Karım kapıda. Gözleri dolu dolu.
Birkaç saniye, birkaç saat gibi.
Karım, annesinin yanına yanaşıyor. Hafifçe eğilerek, benim de zor duyacağım bir sesle sesleniyor:
—Anne!
Bir daha sesleniyor.
—Anne!
Gözyaşlarına boğulacağını sanıyordum ama olmuyor.
Biraz daha eğiliyor annesine: Hala ağlamıyor.
—Anneciğim!
O ne? Annesi kımıldandı. Bana mı öyle diyeceğim ama hafifçe gözlerini de açıyor.
Karıma bakıyor ama tepkisiz. Ne geçmez saniye bunlar.
Karım, biraz daha eğiliyor annesine:
— Anneciğim!
Hayır, yalanım yanlışım yok. Belli belirsiz bir gülümseme kayınvalidemin yüzünde. Karımı tanıdı.
Tüm gücünü toplayarak kızına dokunmaya, sarılmaya çalışıyor.
Karım, annesinin eline tutuyor.
—Anne! Benim. Sena.
Daha fazla kendini tutamıyor karım. Ağlıyor. Annesinin yüzündeki gülümseme daha belirgin şimdi.
Gözleri, başı; yanaş bir öpeyim seni diyor sanki. Karım eğiliyor, incitmeden başını kaldırıyor, annesinin kıpırdayan dudaklarına yanağını yaklaştırıyor, sonra da başını yavaşça yastığa bırakıyor.
Kayın validemin gözleri dolu dolu ama mutlu. Hep bu anı bekledim der gibi. Kayınvalidemin bir eli karımın avuçlarında, onun dudakları ile birleşmiş…
Kızım daha fazla kapının önünde duramamış. İçeriye giriyor. Elimin birine sıkı sıkı sarılmış, iyice de sokulmuş bana.
Ve karım annesini elini son kez öpüp yavaşça yatağın üzerine bırakıyor.

17 Eylül 2017 Pazar


HALLEDERİZ ABİ DİYEN ABİYE

Bir şeye de yok de be abi
Gel vazgeç esmem ama gürlerim demekten
Hallederiz, yaparız, ederiz demek hem kolay hem güzel amma
Sıfıra sıfır elde sıfır olunca
Amiyane olacak amma balon sönünce
Hem sana yazık oluyor hem de ona.

12 Eylül 2017 Salı

KÖY KADINI

Kuşağından çıkarttı ekmeğini
Böldü yarım etti
Çıkınını da açtı soluklanıp
Bir baş soğanı vardı
Bir kalıp da köy peyniri

Islattı ekmeğini suda
Yıkadı peynirini
Soğanın cücüğünü de pek severdi hani
Güneş tepedeydi doyurdu karnını bir güzel
Yüzünü su serpti, başını mest etti, içti suyunu
Okşayıp Karabaş’ını başını
“Haydi kuzum!”dedi.
Orağını aldı eline, düştü yola
Şunun şurasında ne kalmıştı tarlaya
Ben deyeyim bir saat sen de iki…

8 Eylül 2017 Cuma

KÜFÜRLÜ ŞİİR
Varsın sövsün dedik celallenmeden
Sövgüyü getireni de kırmadık
Dedik
Kem söz sahibinedir
Gün gelir
Diyen dediğine utanır Baha

İtiraf etti Baha günler aylar yıllar sonra
Bir sövgü ondansa bir sövgü de bendendi dedi
Gayem seni gaza getirmekti

Kızmadım
Bir hakikati dile getirdik
Neler gördük biz dedik
Üzme kendini kafana da takma
Hem, hatasız kul mu var ki bu dünyada Baha.

Gözlerimin içine baktı
Belki bana öyle geldi
Bir de garip gülümsedi
Bir şey demeden çekip giderken

Buyur neye sayarsan say şimdi bunu.

5 Eylül 2017 Salı

HİPPİ KILIKLI KIZ


Ezberi kuvvetli bir adam değildi. Kuvvetlinin de ötesinde ezber diye bir şey yoktu. Hiç bir şey aklında tutamazdı. Zaman zaman kendi adını bile unuttuğu olurdu.
Sokak çalgıcısı biri biraz ötesine geldi. Tezgâhını kurdu. Uzun kara sakallı genç bir oğlandı. Yanında da hippi kılıklı bir kız vardı.
Cevher, böyle şeylerden de böyle insanlardan da haz etmezdi.
“ Şöyle beş dakika rahat yok “ diye söylenerek kalkıyordu ki sokak çalgıcısının çalmaya başladığı parça hoşuna gitti. Oturdu. Dinlemeye başladı. Göz ucuyla şarkıcıya da hippi kılıklı kıza da baktı. Yaşlı bir kadın önlerindeki şapkaya ilk paralarını attı. Yirmi liraydı.
Cevher, sinirlendi kadına. “Madem yirmi lira verdin, dinle bari” dedi. Gerisini de getirdi: “Yarın ben de düdüğümü alıp geleceğim buraya, bakalım bana da verecek misin? Ben bir lira istesem dilencisin diye kovarsım.”
Sokak çalgıcısının önündeki şapkaya iki kişi daha para attı. Temiz giyimli başka biri çalgıcının kulağına doğru eğildi. Üzerindeki giysiler markaydı. Çalgıcıya bir şeyler söyledi. Çalgıcı, hippi kılıklı kızı yanına çağırdı. Fıs fıs konuştular. . Hippi kılıklı kız bir an düşündükten sonra, tamam anlamına gelecek şekilde başını salladı. Sokak çalgıcısı temiz giyimli adama baktı. Temiz kılıklı adam gülümsedi. Elindeki gösterişli çantayı ne olur ne olmaz diye düşünerek kucağına aldı. Sıkı sıkı sarıldı.
Cevher, bütün bu olanlara şahit oldu. Oradan hemen ayrılma kararını öteledi.
Mesele birkaç saniye sonra anlaşıldı. Kodaman adam bir parça istemişti.
Hippi kız, isten, parçayı söylemeye başladı:
“ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım.”
Ses etkileyiciydi. Türkü içten de söyleniyordu.
Önlerinden geçenlerden hippi kılıklı kıza bakmayan olmadı. Durup dinlemeye başlayanlar bile oldu. Bu durum hippi kızı da etkiledi, bu etkileniş hippi kızın sesine de yansıdı.
“Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bu da gelir bu da geçer ağlama”
Sokak çalgıcısı türküyü bilmiyordu. Çalar gibi yapıyor zaman zaman anımsayabildiği kadarıyla tellere dokunuyor, belli belirsiz ses çıkartıyordu.
“ Göklere yükseldi figanım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama “
Cevher, hippi kızı da çalgıcı oğlanı da göremez oldu oturduğu yerden. Hiç yapmayacağı bir şey yaptı. Bankın üzerine çıktı. Aynı durumda olan başkalarını görünce rahatladı. Hippi kıza baktı, böyle bir kızın böyle bir türküyü bu kadar candan okumasına inanamıyordu. İstekte bulunan kodamana da baktı. Aynı pozisyondaydı. Gözleri dolu doluydu. Hippi kız da bunu fark etmişti. Türkünün son bölümünde ona yaklaşmak istedi. Ona doğru hareketlendi:
“ Daimiyim her den ermez bu sırra
Yusuf sabır ile vardı Mısır’a “
Kalabalık daha da arttı. Kalabalıktan pek çok kişi türküye eşlik etmeye başladı.
Hippi kılıklı kızı takip edenler hippi kılıklı kızla beraber kodamanın gözleri içine baktılar. Kodaman, resmen ağlıyordu. Telefonun kameraları onlardan tarafa çevrildi.
“ Koyun oldum ağladım ardın sıra
Bu da gelir bu da geçer “
Kodaman şöhret yapmış bir psikolog ve yaşam koçuydu. Hippi kılıklı kız da kodamanın dokuz yıldır küs olduğu kızıydı.