27 Eylül 2010 Pazartesi

KORKAK



Görmüş geçirmiş adam
Dedi:
- Korkar mısın?


Taşı sıksa suyunu çıkartırdı
Serde erkeklik de var ya
Burdu bıyıklarını
Dedi:
- Asla!



Yazık, oysa
Tek bir imza kalmıştı ortaklığa
“Asla” yerine “ gerektiğinde” deseydi
Ve de inansaydı da buna yürekten…

25 Eylül 2010 Cumartesi

BABAMA BİR ŞEYLER OLDU!

— Bir yere mi gideceksin baba? dedi İsmail Bey.
Baba Galip Bey, cevap vermek için kımıldanırken Şahika girdi salona:
— Herkese benden günaydınlar, dedi. Kahvaltı masasına geçip oturduktan sonra da ortaya sordu:
—Annem nerde beyler?
İsmail Bey:
—Size kahvaltı hazırlıyorlar büyük hanım.
Şefika, bozuntuya vermedi, zor duyulur bir sesle:
— Bize diyecektin herhalde baba, dedi.
Cevap verilmesine olanak vermeden de dedesine döndü:
—Bir yere mi gidiyorsun dedeciğim?
Galip Bey, oğlunun aksine Şefika ‘nın değişik üslubundan hoşlanırdı. Gülümseyerek cevap verdi:
— Az evvel baban da aynı şeyi söyledi, nereden çıkarttınız bunu?
— Anlayalım dede, yoksa ha…
İsmail Bey, kendini tutamadı bu sefer. Sesini yükselterek:
—Kızım sen kime çektin Allah’ını seversen, dedi. Ne biçim konuşuyorsun dedenle?
Galip Bey torununa sahip çıktı:
—Sana çekmiş. Sabah sabah kızı fırçalıyorsun gene. Hem ne var yani olamaz mı?
Saniye hanım, çaydanlıkla içeriye girerken söze karıştı:
— Sabah sabah sohbet mi ediyorsunuz kavga mı, Allah’ınızı severseniz?
İsmail Bey, kızının koluna hafifçe dokunarak:
—Kızım çaydanlığı bari al annenin elinden.
Saniye Hanım, tatsızlık istemiyordu:
— Getirdim canım ne olacak, dedi. Varma kızın üstüne. Çayları doldururken de Galip Bey’e “ Hayrola baba” dedi. “ Bir yere mi gidiyorsun?
Galip Bey azıcık sesini yükselterek:
—Buyurun buradan yakın dedi. Nereden çıkarttınız bir yere gideceğimi? Sözleştiniz mi hepiniz?
—Hani ne bileyim özene bezene tıraş olmuşsun. Banyo da yaptın kalkınca. Takımlarını da giymişsin.
Galip Bey’in az evvelki neşesi kayboldu Sesini biraz daha yükselterek sohbete son noktayı koydu:
—Biri ile buluşacağım var mı diyeceğiniz. Gelirse, buluşacağım, gelmezse size de yok bana da. Yok oldu
merakınız. Tatmin oldunuz mu?
***… …
İsmail Bey saat on bire doğru aradı karısını. Kızdı:
— Neredesin yahu. Sabahtan beri kaçıncı arayışım bu.
Karısının cevabı da sert oldu:
—Nerede olacağım, buralardayım.
—Nasıl buralardasın?
—Basbayağı buralardayım işte.
—Tamam tamam. Babamdan haber var mı?
—Nasıl yani?
—Ne demek nasıl yani Saniye? Geldi mi?
—Bir yere mi gitmişti?
—Dışarı çıkmadı mı?
—Çıktı.
-Eee onu diyorum işte. Çıktı da geldi mi?
— Öf be İsmail. Ben de bir şey var sandım. Rahat bırakın adamcağızı.
—Ne yapıyoruz ki adama, merak ettik. Suç mu insanın babasını merak etmesi?
— Daha on dakika oldu çıkalı. Ocakta yemek var. Var mı merak ettiğin başka bir şey?
—Yok yok tamam. Haa, bir gelişme olursa beni ara tamam mı?
—Tamam tamam ararım güle güle.
Saniye hanım, yavaşça telefonu kapattı.” Bunların hepsi deli” diye kendi kendine söylendi. “Merak edilecek bir şey olsa merak etmezler.”
Mutfağa gitti. Akşam için yeşil fasulyeleri çıkartmıştı. Yıkamak için elden geçirmeye koyuldu.
*** …
Galip Bey, eve çok sinirli döndü eve. Kimse ona bir şey soramadı. Kimsenin de sesi çıkmadı.
Herkes, yatıncaya kadar televizyonun karşısında sus pus oturdu. Bir aralık Şefika “ Gelmedi herhalde “ diyecek gibi oldu, dedesinin öksürmesiyle de sustu.
Galip Bey, geçen ayın yirmi dokuzunda yetmiş altı yaşına girmişti. Oğlu, gelini ve toruna kendisine küçük hediyeler almışlardı. Gerek oğlunun gerekse gelininin aldığı hediyelere” ne gerek vardı” dercesine teşekkür etmiş, Şaika’ninkine ise içten gülerek karşılık vermişti. Galip Bey karısını on dört yıl önce kaybetmişti. O günden bugüne burada yaşıyordu. Ev kendisinindi. Oğlu ve gelini kendisine çok iyi davranıyorlar, adeta gözlerinin içine bakıyorlardı, ama Galip Bey mutsuzdu. Mutlusuzluğunun hıncını kasıtlı olmasa da zaman zaman evdekilerden çıkartıyor, hayatı hem kendine hem de çocuklarına zehir ediyordu. İsmail Bey, pijamalarını giyerken:
— Görüyor musun şu kadının yaptığını, dedi.
— Gelmedi herhalde değil mi? dedi Saniye Hanım.
— Ne bileyim gelmedi mi yoksa kavga mı ettiler.
İsmail Bey nadiren sigara içerdi. Bir tane yaktı, yatağın kenarına ilişti:
—Oysa sabahleyin ne kadar mutluydu.
—İğneleyici sözleri bile bir hoştu değil mi?
—Bir ağzını ara bakalım neler oldu. Yani istiyorsa evlendiririz de.
—Evlenmeye kalkınca engel olmayacaktık, değil mi?
—Ne bileyim. Oldu işte.
— On yaşında bebesi de olurdu şimdi.
—Şahika’nın kime çektiği belli oluyor şimdi ha. Bu yaşta ne çocuğu?
—Niye, olamaz mı? Sedat Bey, seksen yaşında çocuk sahibi oldu.
—Yani seninle de şöyle bir konuşmaya gelmiyor ha. Haydi, söndür de ışığı yatalım. Sabah ola hayrola demiş atalarımız…
***
Galip ertesi gün sabah ezanı ile uyandı. Kimseye haber vermeden, abdest alıp evden çıktı. Nazmını kıldı camide. Meseleyi bilen Fadıl Bey’le ayaküstü konuştu, “ Olsaydı iyi olurdu.” dedi. Onun, “ Belki bir aksilik çımıştır da onun için arayamamıştır “ sözü aklına yattı.” Dünkü saatte bir daha git istersen oraya” tavsiyesi makul geldi. Fadıl Bey’e, “ Zaten bir şey beklemiyorum ki, olursa diye düşündüydüm ama, ne gidecem” dediyse de ondan ayrıldıktan sonra dinlene dinlene epeyce bir yürüdükten sonra oraya gitti.. Parkın önüne varınca köstekli saatine baktı. Saatin 13.30 olmasına daha iki saat vardı. Bereket versin ki hava parkta iki saat oturmaya müsaitti.
Galip Bey, iki saat kadar oturdu parkta. Çaycı Mehmet’ten bir çay aldı. Çayla beraber bir de sigara içti. Hafta da üç sigara içerdi. İlkini haftanın ilk günü kullanmış oldu. Saat 13.30 olsu, 13.42 oldu.
Yavaş yavaş kalkmaya hazırlanırken, beklediği sesi yanı başında duydu:
— Merhaba amcacığım!
Heyecanla döndü, hafifçe de doğrularak karşılık verdi
— Merhaba, hoş geldin!
— Kusura bakmayın dün gelemedim, bugünde hani içimden bir ses gelmemi söyledi sanki buraya.
— Estağfurullah olur böyle. Hem söz vermemiştiniz ki. Belki demiştiniz, belki olur.
— Öyle de olsa… Bulamasaydım üzülürdüm. Çünkü yarın ayrılıyorum, telefonunuzda yok hani, haber vereyim.
— Gidiyorum dediniz, Hayırdır inşallah. Ne tarafa?
— Altı aylığına İsveç’e gideceğim. Buradan ayrılınca belli oldu. İşlemler falan, Dün gelemedim.
— Zararı yok evladım. Aman öyle olsun. İngiltere’de ölü sayısı seksene çıkmış diyorlar doğru mu?
— . Terör bu amca. , kimi nerede ne zaman vuracak belli olmuyor ki…
—Doğru, doğru.
-Eeee Galip amca.
-…
— Sormuyorsun hiç, ne oldu diye.
Galip Bey biran gözlerini kıstı, bekledi:
—Ben seni kırmamak için bir şey demedim ama senin sesin ve tavrın sanki olmuş gibi.
— Olsa sevinir misin?
— Valla doğruyu söylemek gerekirse bir şey diyemem şimdi. Olsa da altından kalkabileceğimden emin değilim. Malum.
— Eski topraksın sen. Nice gençleri cebinden çıkartırsın. Hele hele çağımız gençlerini.
Gelip Bey, utanır gibi oldu. Belli belirsiz “ Estağfurullah” dedi.
— Peki, olmasa üzülür müsünüz?
— Beklentim olmadığından üzülmem herhalde. Otursana kızım. Yer senden sağlam.
Genç Kadın, gözlerinin içi parlayarak geçen gün tesadüfen tanıştığı Galip Bey’e hayranlıkla baktı.
— . Olursa aşım suyu olmazsa başım suyu diye bir söz vardır bizim oralarda kızım.
— Karnesini bir alsın, dediler. Malum, haftaya karne günü.
- Haaaa.
— Siz telefon numaranızı ya da adresinizi verirseniz Mevlüt’ün karnesinde de matematik gene zayıf olursa düşünecekler sizi.
— Anladım
— Vallahi ben hepsini söyledim, Burada tesadüfen tanıştığımızı, emekli bir matematik öğretmenizi olduğunuzu.
Genç Kadın, Galip Beyin ellerinden tuttu. Galip Bey, utandı mahçup oldu.
— Sağ ol evladım, dedi. Hani sen dedin de böyle biri var, ders verir misin diye. Paranın önemli olmadığını da söyledin değil mi?
Genç kadının adı Aysun’du. Yardımcı doçentti. Çantasını açtı. Çıkarttığı kâğıt parçasını kalem ile birlikte Galip Bey’e uzattı. Gülümseyerek:
— Şu kâğıda adını soyadını telefon numaranı ve adresini yazıver amcacığım, dedi.
Galip Bey, kâğıdı aldı. Bir süre bekledi sonra da kâğıdı biraz da mahcup bir ifade ile iade etti:
—Gözlüğümü yanıma almamışım çıkarken. Sana zahmet olacak ama ben söylesem de sen yazıversen.

17 Eylül 2010 Cuma

ARAYIŞ


Tutuvermek kulpundan kupanın
Sevgi isteyene dolu dolu
Dolu dolu kupalarla
Sevgi isteyene de sevgi
Zulüm isteyene de sevgi
Satmak isterim, yok mu alan?


İsterim almak acılarınızı
Ve paylaşıvermek lokmamı
Kader birliği etmek isterim
Senin ile de dostum
Uzatıverirsen elini


Tutuvermek kulpundan kupanın
Dolu dolu muhabbet
Betikler eşliğinde
Akif’le, Yunus’la ve Hacib’le
Ve de en önemlisi senin ile!


Senin felsefende de bulmak isterim
Dışlanmış bile olsan bir şeyler
O cevheri arayıp bulmak isterim
Almak isterim
Ve isterim ki
Tutuvermek kulpundan kupanın
Karşılıklı;
Sevgi ile dolu ise dikivermek onu
Kin ile dolu ise döküvermek onu
İsterim ki kenetlenivermek…

9 Eylül 2010 Perşembe




RAMAZAN BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

6 Eylül 2010 Pazartesi

HUZUR EVİNDE

Dalıp gitti huzur evinin önünden geçerken
Bugün yarın, bugün yarın, bugün yarın
Art niyetsizdi, iş güçten vakit yoktu ki
Üstelik annesi kendi istemişti huzur evini
Her gün de arayamazdı ya, huzurluydu vicdanı
Oysa her gün huzur evlerinin güzelliğinden bahseden
Eşi ile kendi değildi sanki.

Dalıp gitti huzur evinin önünden geçerken
Gözleri doldu
Kaçırdı gözlerini çocuklarından
Ya biri derse ki şimdi:
“Son kez ne zaman ziyaret ettin anneannemi burada ?”

Dalıp gitti huzur evinin önünden geçerken
İki yıl evvelki bir bayram arifesinde:
Demişti annesi,
“Bu bayramda gelebilecek misiniz?”

Gel dememişti, tesellisiydi buydu
Çok isteseydi, gelebilecek misiniz demezdi,
Gelin derdi, demek ki keyfi yerindeydi
Kendi de biliyordu” gelebilecek misiniz?”in anlamını da
O da gelin demedi ki…

Dalıp gitti huzur evinin önünden geçerken
Allah şahidiydi, ziyaret etmek istemişti kaç kez
Yaş seksendi annesinin, sağlığı yerindeydi, ilk fırsatta gidecekti
Gidecekti de, bugün yarın, bugün yarın derken, ah o zaman!

O gün kabristan kapısında Elif dedi:
— Anneannem görecek mi bizi şimdi?

3 Eylül 2010 Cuma

GÜZEL SÖZLER


1- Güzel olan sevgili değildir, sevgili olan güzeldir.
( Tolstoy)

2- Beşikten mezara kadar bilim öğren.
( Hz. Muhammed)

3- Eğitimin insanı bozmaması yetmez, daha iyiden yana değiştirmesi gerekir.
( Montaigne)

5-Millete efendilik yoktur, hâkimlik vardır.
(Atatürk)

6- İki günü eşit olan ziyandadır.

(Hz. Muhammed)

7-Aşk bir denizdir ki, ne kenarı vardır ne ucu bucağı
(Hz. Mevlana)


8- Dünkü acılar bugünkü sevinçlerimizin kaynağıdır.
( Poclok)

9- Bir okul açan bir hapishane kapatır.
(V.Hugo)

10- Karanlığa söveceğine kalk bir mum yak.

( Konfüçyüs)


11- Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşıdakinin anlayabildiği kadardır.
(Hz. Mevlana)


12- Namuslu birisini aldatmak kadar kolay bir şey yoktur.
( La Fontaine)

13- Nezaket hiçten gelir, fakat her şeyi satın alır.
( V. Pauchet )

14- Korkunun kaynağı bilgisizliktir.
( Emerson)


15- Yazana zorluk vermeyen yazı, okuyana da zevk vermez
( S.Johnson)

2 Eylül 2010 Perşembe

MASAL

KERATA

Bir varmış bir yokmuş Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben anamın beşiğini şıngır mıngır sallarken Kaf Dağı’nın tepesinde yaşayan bir yavru kaplumbağacık varmış. Bir gün yuvasında çok bunalmış. Annesinin sıkı sıkı tembihine rağmen, yuvasından çıkmış, çıkmakla da kalmamış atlaya zıplaya epeyce bir uzaklaşmış evinden. Sonra da yolunu kaybetmiş, müthiş bir korku her yanını sarmış. Bu korku ile bir süre elinde olmadan ağlamış. Bu ağlama ona iyi gelmiş. Biraz rahatlamış, alıcı gözü ile etrafına bakmasını sağlamış. İleride yuvasının önünde oturmakta olan “kaz”ı görmüş. Heyecanla yanına varmış. Yuvamı kaybettim, deyip yardım isteyeceğine, sanki oralarda oturuyormuş da kendisi ile kırk yıllık dostmuş gibi:
“ Kaz teyze “demiş.” Canım sıkılıyor, bu gece seninle kalabilir miyim?”
Kaz, tepeden tırnağa küçük kaplumbağayı süzmüş. Sonra da buz gibi bir sesle “ Hayır” demiş. “ Kalamazsın.”
“ Ama niye?”
“ Çünkü bu gece yanımda kimseyi istemiyorum.”
Küçük kaplumbağa “Ama ben kayboldum ve de ne yapacağımı bilemiyorum” dese kazın onunla ilgilenebileceğini, kendisine belki de yardım edebileceğini biliyormuş ama onun böyle söylemesine masalı kurgulayan müsaade etmemiş.
Aslında kaz, kaplumbağanın bazı sorunları olduğunu hissetmiş. Onu açmak için ona bazı sorular sormaya da niyetlenmiş ama keyfi pek de yerinde olmadığından bunu yapmak içinden gelmemiş. Ve bir an evvel kaplumbağayı kendisinden uzaklaştırmak için, yuvasına girmiş, kapısını da kapatmış.
Kaplumbağa yavrusu, birkaç dakika orada kaldıktan sonra ağır adımlarla ve de yapmış olduğu yanlışlığın acısını yüreğinin derinliklerinde hissede hissede oradan ayrılmış. Epeyce bir süre yürüdükten sonra, büyükçe bir söğüt altının dibine oturmuş, ne yapacağını bilememezliğin çaresizliği içinde içini çeke çeke ağlamaya başlamış.
Söğüt ağacı dayanamamış kaplumbağanın ağlamasına. Orta şiddette sallanmış. Üst dallarında eşek arılarının yuvaları varmış. İşçi arılarından biri, kraliçe arının istemi ile
Söğüt ağacına:
“Ne oluyor?” demiş
Söğüt ağacı:
“Korkma” demiş.” Yok bir şey.”
“ Niye sallanıyorsun öyleyse?”
“ Aşağıya baksana bir.”
“ Niye ki?”
“ Bak hele bir sen.”
Eşek arısı, başını yuvasından çıkartıp bakmış aşağıya:
“ Baktım, baktım da göremedim bir şey. Ne vardı desene.”
“ Küçücük bir kaplumbağa.”
“ Küçücük bir kaplumbağa mı? Nerede? Hani?”
“ Az evvel ağlayıp duruyordu dibimde. Aşağıya inip bir bakabilir misin?
Eşek arısı, keyfi kaçsa da söğüdün ricasını geri çevirmemiş
“Tamam.” demiş. “Bir bakayım”
Yuvasından çıkıp, vızıldayarak aşağıya inmiş. Gerçekten de söğüt ağacının tam dibinde miniminicik bir kaplumbağa burnunu çeke çeke oturuyormuş. Titriyormuş da.
Eşek arısı sormuş:
“Hayrola?”
Kaplumbağa, eşek arısını görünce daha bir korkmuş. Korkmuş çünkü eşek arıları hakkında kötü şeyler duymuş, sesi titreyerek.
“Ben bir şey yapmadım.” demiş. Ağlamamdan rahatsız olduysanız hemen giderim. Hem gidiyorum bile bakın.” dedikten sonra kalkmış birkaç adım da gitmiş.
Eşek arısı, elinde olmadan gülümsemiş. Anlamış ki kulaktan duyma şeylerle kaplumbağacık kendinden korkuyor. Bir an için “iyice korkutayım “ diye aklından geçirdiyse de vicdanı buna el vermemiş.
“ Dur, dur hele bir” demiş. Uçmuş, önüne konarak kaplumbağanın yolunu kesmiş.
Kaplumbağacık, küçücükmüş. Korkusu daha da artmış.
“ Yemin ederim ki ben bir şey yapmadım.” demiş.
“ Sana bir şey yaptın diyen oldu mu?”
“ ...
“Anlat bakayım, bu saatte niye buradasın, niçin ağlıyorsun?”
“ Uyandırdım mı sizi? Özür dilerim.”
“ Bırak şimdi beni uyandırıp uyandırmamayı? Mesele nedir?”
Söğüt ağacı yavru kaplumbağanın bayağı bir korktuğunu anlayınca eşek arısından, dallarında gezinip duran uç uç böceklerinden en mülayimini de onların yanına göndermiş.
Kaplumbağa, uç uç böceğini yanlarında görünce rahatlamış biraz. . Kendini daha güvende hissetmiş. Uç uç böceğine gülümseyerek:
“ Hoş geldiniz” demiş.
Eşek arısı, bir kaplumbağaya bakmış, bir uç uç böceğine. Kaplumbağa aynı kaplumbağaymış. Az evvel kendine “hoş geldin” demediği için bozulmuş. Tam gidecekken, “Ben çok korkuyorum,” deyince orta yere kaplumbağa, yuvasına çıkmaktan vazgeçerek sormuş:
“ Korkuyor musun? Niçin? “
“ Ben kayboldum.”
Eşek arısı, “ Kayıp mı oldun?” , “ Nasıl?” gibi mantıklı bir cümle ile karşılık vereceğine kaplumbağanın sözüne, insanların zaman zaman yaptığı gibi karşısındakinin son sözü ile ilgili alakasız bir cümle kurmuş. Bunun farkına da varmış ve de rahatsız olmuş ama kaç para, söz ağızdan çıkmış bir kere:
“ Sahi sen ne arıyorsun bu saatte, burada?”
“ Kayboldum dedim ya.”
“Anladık da niye?”
“Gezmeye çıkmıştım, çok uzaklaşmışım evden, kayboldum?
Uç uç böceği, araya girerek:
“Ah, ah! “ diye iç geçirmiş. “Atalar boşa dememiş , bir musibet bin nasihatten iyidir diye.
Kaplumbağacık, çok meraklıymış. Bilmediklerini öğrenmek ister, soru sormaktan da hiç ama hiç çekinmezmiş:
“ Musibet ne demek?”
“Musibet, sıkıntı veren şey, demek demiş uç uç böceği. Şu anda yırtıcı bir hayvanın karnında da olabilirdin sen.
“Ama ben bilemedim.”
“Evden uzaklaşma diye annen baban nasihatte bulunmadı mı hiç?”
Eşek arısı tatlı sert sesi ile:
“Bulunmuştur da, bu yaramazın bir kulağından girip öteki kulağından çıkmıştır.” demiş.
Kaplumbağacık, yaptığı hatanın sonuçlarının neler olabileceğinin yeni yeni farkına varmaya başlamış:
“Bir daha yapmam.”
“Ailen nerede oturuyor?” demiş uç uç böceği.
“Bilmiyorum?”
“Oturduğun yerin adını bilmiyor musun?” demiş eşek arası.
“Bilmiyorum?”
“Annenin adı ne?” demiş uç uç böceği.
“Anne.”
“Oh ne güzel. Babanın adı da babadır mutlaka.” demiş dalga geçerek uç uç böceği.
“Evet.”
Uç uç böceği, birden sinirleniş. Sesini yükselterek:
“Sen kendi adını da bilmiyorsundur korkarım. Adın ne?”
“…
“Annen baban seni ne diye çağırırlar?”
“…
“Sana, ne der hısım akraban?”
“Babam koçum der, annem de kuzum der.”
“Eeeee?”
“Dedem, iki gözüm der.”
Uç uç böceği elinde olmadan gülmüş. Gülmüş çünkü meseleyi bütün çıplaklığıyla anlamış. Eşek arısına dönmüş:
“Sana bir zahmet” demiş.” Kaplumbağalar diyarına git de bir haber ver. Yana yakıla bu keratayı arıyorlardır şimdi.”
Bu öneri eşek arısının pek hoşuna gitmemiş:
“Orası çok uzak.” demiş. “Hem sen niye gitmiyorsun. Senin de kanatların var. Hem nasıl olsa arar bulurlar. Beklesin burada. Hem bana ne, ben mi kaybol dedim. Cezasını çeksin.”
“…
“Niye sustun?”
“Birden dört yıl önce yaşadıklarımız hatırıma geldi de?”
“Ne olmuştu ki?”
“Hatırlasana, şu kaplumbağacığın yerinde yaptığı çirkinliklerden ötürü cezalandırılmış sonra da ne halin varsa gör denilerekten fırlatılıvermiş bir eşek arısı vardı. “
“Yaptığın iyiliği başıma mı kakıyorsun?”
“Hayır da…”
Küçük kaplumbağacık, araya girmiş:
“Durun,”demiş. .”Benim için kavga etmeyin. Hem özür dilerim sizleri rahatsız ettiğim için. Bakın, kaz teyzeye de kızmıyorum artık. Tercihini beni evine almamak yönünde kullandı. Bu onun hakkıydı, hakkını böyle kullandı diye kızılamaz ki.”
Konuşulanları alt dallarından biri ile dikkatle takip eden söğüt ağacı, araya girme gereği hissetmiş. Kaplumbağaya:
“Vay, nelerde biliyorsun sen. Ne güzel de şeyler söylüyorsun?” demiş.
Söz, kaplumbağanın gururunu okşamış Niçin burada olduğunu unutmuş:“Tabi… İlk öfkem, ilk korkum geçti. Mantıklı düşünmeye başladım. Ailem öğretti bunu bana.” demiş.
Söğüt ağacı, dallarından birine kaplumbağaya iyice yaklaştırarak sormuş:
“Başka ne öğretti?”
“İyiliklerin karşılık beklemeden yapılması gerektiğini öğretti. Birde şey öğretti.”
“Ne öğretti?”
“İyilik yapan, iyilik yapılandan daha çok mutlu olurmuş her zaman.”
“ Bu güzel şeyleri bilmek, güzel şeyler yapmak için kâfi gelmiyor herhalde ama.
“Bana taş attın ama yani bazen yolunu şaşırıyor kaplumbağa da olsa. Uç uç abi…”
“ Söyle…”
“Kelata ne demek?”
“ Ne kelatası?”
“Dedin ya, beni kastederek bu kelatayı arıyorlardır diye.”
“ Kelata değil o. Kerata.”
“ Ne demek kerata…”
“ Kerata sensin…”
“…
“ Nasıl yani?”

Uç uç böceğinin “ Şöyle yani” sinden sonra laf lafı açmış, laf arıların yaşamları boyunca hiç uyumadıklarına kadar bile ulaşmış; , saliseler saniyeleri, saniyeler dakikaları, dakikalar saatleri kovalamış, eşek arısı anne kaplumbağa ile baba kaplumbağayı bulup getirmiş. Gökten de üç elma düşmüş, biri yaşadığı olaydan gerekli dersi çıkartan kaplumbağacığın başına, birinin bir yarısı eşek arasının bir yarısı da uç uç böceğinin başına düşmüş. Son kalanda yüzlerce parçaya bölünmüş, Her bir parçası da bu masalı okuyup da keşke benim de başıma düşse diyenlerin başına düşmüş.. Ama söğüt ağacının başına elma parçacıklarından biri bile düşmemiş. Çünkü…