29 Nisan 2019 Pazartesi




BİR YAZAR BÖYLE DOĞDU
İdealist genç öğretmen, kitapta okuduklarını, hocalarının derste kendilerine anlattıklarını talebelerine uygulamasına rağmen bir türlü düşlediği başarıyı yakalayamıyordu. Beyle olunca da zaman zaman sinirden ağlayacak hale bile geliyordu.
Yine bir gün çocuklar yapılacak çalışmayı öğrenince ağızlarını eğdiler, burunlarını eğdiler, ofladılar pufladılar kalpleri kadar temiz kâğıtları kirletmeden öğretmenlerine verdiler.
Öğrenciler İşin kolayını bulmuşlardı,
- Niye bir şey yazmıyorsun?
- İlham gelmiyor ki öğretmenim.
Suzan öğretmen istiyordu ki öğrencileri çok okusun, çok düşünsün, hayal etsin, düşündüklerini ve hayal ettiklerini sözlü ya da yazılı olarak anlatabilsin.
Suzan Öğretmen, okul çıkışında evine dönerken emekli Arzu Öğretmen’i gördü. Her zaman olduğu gibi park banklarından birine oturmuş, bir taraftan çayını yudumluyor bir taraftan da kitabını okuyordu. Yanında kimse yoktu. Arzu Öğretmen yaşı yüze merdiven dayanmış bir aksakaldı.
Suzan Öğretmen, Arzu öğretmenin elimi öptü, kendini tanıttı, deneyimlerinden yararlanıp tavsiyelerini almak istediğini söyledi. Arzu Öğretmen bundan çok mutlu oldu, Epeyce bir süre onunla sohbet etti, Deneyimlerini aktardı, hatta onu akşam yemeğine aldı. Bu iki yıl sürecek bir dostluğun başlangıcı oldu.
Suzan Öğretmen, ertesi günkü sınıfa bir değişik gerdi. Adımları sert suratı asıktı. Sudan bir şeyi bahane etti, gürledi, bağırdı çağırdı hatta bir aralık elini masaya bile vurdu. Normalde on on beş dakikada ders işleyecek duruma gelen sınıf birkaç dakika içinde sütliman oldu. Suzan Öğretmeni bu durum çok üzdü. Bu konuyu yarın çocuklarla bir kez daha konuşmalı değişmeleri gerektiğini onlara izah etmeliyim diye düşündü.
Suzan Öğretmen her sıraya bir masal kitabı dağıttı, “Bu kitap ders bitinceye kadar okunmuş olacak “dedi. Kitaplar okundu. Oysa birkaç gün önce bugünkü kitaptan daha az sayfalı bir kitap iki ders saatinde okunamamıştı. Suzan Öğretmen buna da üzüldü.
Ve sonra, Suzan Öğretmen kitapta yer alan “Biraz Masal Biraz Hikâye” isimli masalın bazı yerlerini çıkarttı, buralara sizler bir şeyler yazacaksınız, dedi ve ekledi.” Az evvel ilham aradı, bir toplantısı varmış kesinlikler buraya uğrayamayacak, boş yere beklemeyin.”
Çocuklarla bu çalışmayı daha evvel de yaptığından Suzan Öğretmen, öğrenciler ne yapacaklarını biliyorlardı. Gerçi bundan evvelki çalışmaların hiçbirinde arzu edilen netice alınamamıştı ama o günlü Suzan Öğretmen de bugünkü Suzan Öğretmen değildi. O günkü Suzan Öğretmen gerçek Suzan Öğretmen idi.
Üretilen yapıtlardan çoğunu çok beğendi Suzan Öğretmen. Bazılarını biraz daha çok beğendi. Onlardan altısının yazanları ile bizzat görüştü. Bunlardan dördü çok sevindi, sevinmekle kaldı. Biri, zaman zaman öğretmeninin önerilerini hatırladı, kâğıdı kalemi eline aldı, bir şeyler de yazdı. Devamı gelmediğinden söndü gitti. Müzeyyen’in yazdıkları fevkaladenin fevkinde değildi ama kötü de değildi. Zaman zaman bir şeyler yakalamıştı. İyi niyet çalışma ile örtüştürülebilirse güzel şeyler vücuda getirilebilirdi. Suzan Öğretmen Müzeyyen’i bunun için seçmişti.
Müzeyyen çok yazdı, çok okudu, gün gün kendini geliştirdi, gün geldi saygı ile anılan takdir edilen bir yazar oldu. Müzeyyen’in o günkü çalışması şöyleydi:
Bir varmış bir yokmuş. Pek çok ülkenin de var olmadığı bir gezegende hakiki adı bile unutulan ama "Meselâ Ülkesi" olarak bilinen bir yerleşim yeri varmış. Adının nereden geldiğini bilen de yokmuş.
Meselâ Ülkesi’nin bir evinde soğuk bir kış günü bir evde bir bebek dünyaya gelmiş. Adını Meselâ koymuşlar. Günler haftaları, haftalar ayları aylar yılları kovalamış Meselâ bebek büyümüş yetişkin bir insan olmuş.
Bir gün bir öğle yemeği sonrasında Meselâ, annesi Selvi Kadın’a:
- Anne, demiş. “Ben evlenip yuva kurmak istiyorum Babamla konuş, o da olur verirse bana uygun bir eş bulmak için kolları sıva.”
Anne, bu muştuya sevinmiş. ”Tamam, babanla akşam konuşurum." dediyse de akşamı bekleyememiş. Kaşla göz arasında kocasını aramış, durumu ilettikten sonra da onun "olur" ya da "olmaz" demesine olanak vermeden " Tamam değil mi? ” deyivermiş.
Baba Servet Ağa, önce " Sen benim yerime "tamam" diyorsun zaten" diyerek serzenişte bulunmuş sonra da karısının bir şey söylemesine olanak bırakmadan " Sonra konuşuruz bu meseleyi.” deyip telefonu kapatmış.
Servet Ağa’nın bu tavrı ister istemez keyfini kaçırmış Selvi Kadın’ın. Biraz da kendine kızmış. “Keşke sadece durumu anlatsaydım da sonra “ Sen bu konuda ne düşünüyorsun kocacığım? ”diye sorsaydım diye söylenmiş. " Tamam değil mi demem, herifi adam yerine koymamak gibi oldu”

Göz açıp kapayıncaya kadar akşam olmuş. Servet Ağa eve gelmemiş. Selvi Kadın ne yapacağın şaşarmış. Bu durum kulaktan kulağa yayılmış ev eş dost, hısım akraba, konu komşu ve meraklılar tarafından doldurulmuş. Her kafadan bir ses çıkmaya, bir yorum yapılmaya başlanmış.
Mahallenin görmüş geçirmiş Kara Sakallı Dede’si ile zevcesi ak eşarplı nine de gelince de halk söylemi ile takım tamam olmuş. Herkes susmuş. Kara Sakallı Dede gösterilen hürmetten hoşnut kalmış. Yapılan ikramlardan mutlu olmuş. İkramları tatmış. Getirene, götürene, emeği geçenlerin geçmişlerine dua etmiş sonra da Selvi Kadın’a dönerek şöyle demiş:
- Anlat bakalım olanları. Ne oldu?
Evdekilerden bazıları evin kadınının anlatmasına olanak bırakmamışlar. Alelacele, bazen tek bazen topluca olup bitenleri duydukları kadarıyla, bildikleri kadarıyla aktarmışlar. Kara Sakallı Dede, meseleyi anlatmak isteyenlere kızmamış. Sözlerini kesmemiş. Onların söyledikleri bitince tekrar Selvi Kadın’a dönmüş:
- Birde senden dinleyeyim bakalım, demiş.
Olanları anlatanlardan bazıları bu duruma bozulmuşlar. Surat asmışlar. İçlerinden biri bununla da yetinmemiş, ses tonunu yükselterek rahatsızlığını dile getirmiş:
- Aynen bizim anlattığımız gibi olmuş olay. Bize inanmıyor musunuz dede?
Kara Sakallı Dede, kırlaşmış sakallını sıvazlayarak, ak saçlarında parmaklarını dolaştırarak soruyu yöneltene yumuşak bir ses tonu ile tatlı sert karşılık vermiş:
- Sana inanıyorum da, niçin ilk ağızdan dinlememe müsaade etmiyorsunuz onu anlayamıyorum.
— Biz anlattık ama. Bize ne nakledildiyse biz de size naklettik.
— Muhakkak ki öyledir, lakin evin hanımı burada. Allah'a binlerce şükür ki olanları da anlatabilecek durumda. İlk ağız ikinci ağızdan iyidir her zaman.
Mekânda soğuk bir rüzgâr esmiş. Selvi Kadın anlatmış, Kâra Sakallı Dede dinlemiş. Sözler bitince az evvel duygularını ifade eden kadın, kendini tutamamış Kara Sakallı Dede’ye dönerek:
- Yalan mı söylemişiz dede? diye sormuş.
— Estağfurullah Öyle bir şey söylemedim ben kızım. Böyle ortamlarda sakin olmak gerekir diye şey yaptım.
Orada bulunan erkeklerden biri araya girip külhanbeyi edasıyla konuşmuş:
- Nedir bu olayın sırrı Kara Sakallı Dede? Adam sır oldu yahu.
Kata Sakallı Dede, başını sallamış.
Başka biri, pos bıyıklı biri, araya girmiş:
- Bir yerde yığılıp kalmıştır belki diye ayakyollarına bile baktım ben. Adam yer yarıldı yerin dibine girdi sanki.
Kara Sakallı Dede, ilk değerlendirmesini yapmış. Eşine yanaşmış. Etrafındakilerin duyamayacağı bir şekilde ona bir şeyler söylemiş, onun söylediklerini zaman zaman başını sallayarak zaman zaman “evet, evet “” diyerek dinlemiş. Sonra da
- Güvenlik güçlerine haber verildi mi? diye sormuş.
Hiç kimseden “ evet” karşılığını alamayan Kara Sakallı Dede Duran’a bakmış:
Duran, mesajı almış önünü iliklemiş, saygıyla eğilmiş ve hemen oradan ayrılmış.
Oradakilerden biri, yanındakine dönmüş, Kara Sakallı Dede’nin de duyabileceği bir şekilde ukalaca,
- Bunu biz de yapardık ama varsa yoksa Duran. Neden acaba? demiş.
Söylenen kinayeli söz, herkes tarafından duyulmuş. Odada daha evvel birkaç kez olduğu gibi soğuk bir hava esmiş Bazıları gelecek karşılığı merak etmiş.
Kara Sakallı Dede, sessiz kalmak istemiş istemesine de hemen yanında oturanlardan biri ona doğru biraz eğilip onu kışkırtmaya çalışmış:
- Şu terbiyesize bir şey söylemeyecek misin Kara Sakallı Dede? Ağzının payını ver ki nerede ne konuşacağını öğrensin kara cahil.
Oradakilerin en uzun boylusu, Kara Sakallı Dede’nin hemen yanındaymış. Kaygılanmış. Bununla da yetinmeyerek dedeyi sözlü uyarma gereği duymuş:
— Bu hep böyle, muhatap almaya değmez.
— Muhatap almaya değmez olur mu? Susturmasan başkaları da kuvvet alır bundan, demiş sözü duyanlardan biri. “ Mecliste nasıl konuşulacağını bilmeyenler artar. Başımıza taş yağar. Görgünün iyice kazınmasını mı istiyorsunuz memleketten?”
Kara Sakallı Dede, zaman zaman yaptığı gibi yoruma açık konuşmuş,
- Siz de pişeceksiniz.
Ortam oluşmuş, sorular sorulmuş cevaplar alınmış:
- Verilmedi mi karakola daha haber?
— Gitti ya Duran.
—Verildi verildi!
—Karakol ne yapacak? Çocuk değil ki yitik
-Çocuk yapar mı onun yaptığını?
—Sırra kadem bastı.
—Ayı mayı yemediyse, kurt murt parçalamadıysa çıkar şimdi bir yerden.
—Ayyy “ kurdu murdu” da nereden çıkarttın? Ağzını hayra aç. Hem bizim buralarda yok ki bunlar.
Son cümleyi sarf eden, ayak ayak üzerine atmış, Kara Sakallı Dede’ye dönerek laubalice,
- Hayır konuşalım hayır gelsin başımıza değil mi dedem ,demiş. Dedem sözcüğünü yayarak söylemiş.
— Elbette Şahin. Doğru olan budur evladım.
— Sen ne düşünürsünüz bu konuda dedem?
— Ne diyeyim. Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum. Şu aşamada yapabileceğimiz bir şey varsa " baş göz üstüne" diyeceğiz.
— Elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz böyle? Sen ihtiyarsın bize bir akıl ver.
Son söze, ihtiyar sözüne, ters ters bakarak tepki koyanlar da olmuş duymazlıktan gelerek ya da ukalalığı önemsemeyerek fikrini söyleyenler de:
— Evet ya Kara Sakallı Dede, bir şey söyle de bize yapalım.
— Koskoca herif. Uçtu havaya sanki.
— Kaçırmış ya da öldürmüş olmasınlar!
— Etme Kartal. Kim ne etsin onu?
— Ne demek kim ne etsin? Başka bir şey ortada kaldı mı ortada. Var mı başka bir olabilirlik? Allah daha çok versin. Gözümüzde yok ama ağamız da hali vakti fena değil hani.
— Bakın olabilir bu. Geçen gün çarşı önünde birileri ile tartışıyordu.
— Gördünüz mü ya! Kimdi usta?
— Buralı değillerdi. Ben atın üzerindeydim, durup konuşamadım da, bayağı tartışıyorlardı.
Tartışmışlar sözü Selvi Kadın’ı telaşlandırmış. Kendine hâkim olamayarak ağlamaya başlamış. Dövünmeye de başlamış Saniyeler içinde de bir senaryo bile yazmış.
—Evet evet kesin onlar kaçırdı kocamı. Aman Allah’ım ben ne yapayım şimdi de nerelere gideyim ben? Ya öldürdülerse, ya bir şey ettilerse adama?
Kara Sakallı Dede, güven veren sesi ile ve de tane tane konuşarak yatıştırmaya çalışmış anneyi:
- Dur hele kızım, sakin ol. Senin bey ölçüyü kaçırmaz tartışsa da.
— Başka ne olacak ki kurban olduğum Kara Sakallı Dedem? İşte görmüşler. Kaçırdılar mutlak.
Ve tam bu anda da açık duran kapıdan içeriye Şaka girmiş. Şaka dik yürür, tok konuşurmuş. Herkes gibi kendine has özellikleri varmış. Kimine göre küçülmüş büyümüş kimine göre büyümüş küçülmüş. Kimi benimle konuşurken dalga geçiyor dermiş, kimi kendine benzemediğinden onun aklını kendi aklıyla kıyaslarmış. Zaman olur ufacık bir şeyden alınır, için için ağlayarak yürekleri dağlarken kimi zaman da olmayacak şeyler için kahkahalarla ortalığı çınlatarak acı içinde olanları bile tebessüm ettirirmiş. Çocukla çocuk, gençle genç, yaşlıyla yaşlı olabilirmiş. Konuşurken rol mü yaptığına yoksa samimi mi olduğuna karar veremeyenlerin sayısı hiç de az değilmiş. Şaka, şahsına münhasır biriymiş.
Şaka, kapıda dikleşebildiği kadar dikleşmiş, ellerini beline dayayıp seslenmiş:
- Selvi Ana, Selvi Ana kız. Neredeysen çık bir şey diyeceğim sana.
Selvi Kadın, burnundan soluyarak söylenmiş:
- Gözlerim yolda biz de seni bekliyorduk,
- Kocanla barıştık biz.
— İyi ettiniz, aferin size. Bunu mu demeye geldin bana Şaka?
— Birde şey diyecektim. Az evvel senin kocayı gördüm. Gördüğüm kadarıyla telaşen de var ama söylememi ister misin?
— Sonra söylersin Şaka. Haydi, git şimdi.
— Sonra söylemesine sonra söylerim de, söylersen Meselâ’nın şeyi yaparım seni dedi. Böyle bir fırsatı da kaçırmak için insanın deli olması gerekir.
Yeniyetme gençlerden biri dayanamayıp sormuş:
- Mesela’nın neyi yapacakmış seni akıllı çocuk?
— O şimdilik ben de kalsın da.
— Haydi Şaka, meraklandım bak.
—Israr etme. Bu aşamada ağzınla kuş tutsan alamazsın ağzımdan bunun cevabını benden.
Saka’nın gelişi ve sözleri ortamı yumuşatmış, dağıtmış. Herkes yanındakine kendince bir şeyler söylemeye başlamış.
Kartal, Saka’yı pek severmiş. Onunla zaman zaman şakalaşır, zaman zaman kızdırırmış. Her durumda da onun söylediklerine pek gülermiş. Bulunduğu köşeden kendisini fark ettirmek için ellerini de sallayarak pürneşeli bir halde Şaka’ya seslenmiş:
- Gene ne diyorsun Şaka Çavuş?
Canı burnunda olan Selvi Kadın’ın öfke dozu iyice artmış, yanlış anlaşılabilecek cümleleri ağzından dökmüş:
- Eğlence arayanlar dışarı çıksın. Burası düğün evi mi? Ne bu böyle?
Sözler, Şaka hariç herkesi buz etmiş. Şaka kalabalığı yararak, Selvi Kadın’a yaklaşmış, sahnede rolünü oynayan aktör misali hitap etmiş:
- Senin adam sana bir haber gönderdiydi de onu haber verecektim ben sana.
— Adam yok. Adam gitti
- Benim kaşık düşmanına söyle, beni merak etmesin, Allah kısmet ederse sabaha varmaz dönerim, dedi. Az evvel sonra söylersin dedin ama unutma diye tembihledi. Kusura kalma, söylemesem olmazdı.
— Aferin sana. Git artık sen haydi.
— Meselâ’ya şey yapacağım seni demeseydi söylemezdim bak.
Misafirlerden Vasıf, Saka’ya tahammül edemeyenlerdenmiş..Eliyle kapıyı işaret ederek bağırmış:
— Atın şunu dışarıya, bir de bununla mı uğraşacağız.
Şaka’nın yanında duran cüsseli genç üzerine vazifeymiş gibi Vasıf’ın sözünü emir telakki etmiş. Saka’nın kolundan tutup kapıya doğru sertçe itmiş:
- Haydi yürü, çık dışarı…
Kara Sakallı Dede, Şaka’nın dediklerini duyabildiği kadarıyla değerlendirmiş. Olaya müdahale etmiş:
— Durun hele bir. Bir dinleyelim Şaka oğlumuzu.
Vasıf, haddini aşarak dedeye karşı sesini yükseltmiş:
- Nesini dinleyeceğiz bunun Dede? Nasıl biri olduğunu bilmeyen mi var içimizde? Herkesin içinde bir kurt, öfke tepede.
Kara Sakallı Dede, Vasıf’ın ukalaca karşılığına hoşça cevap vermiş:
— Beli ki bir söyleyeceği var çocuğun. Bir dinleyelim hele aklını karıştırmadan. Anlamaya çalışalım ne demek istediğini.
Şaka, Vasıf’a dönmüş, işte bu kadar der gibi bir işaret yapmış sonra da Kara Sakallı Dede’nin karşısına geçip ceketinin önünü düğmelemiş, esas duruşa geçip şöyle söylemiş:
— Buyurunuz efendim. Emrinize amadeyim
— Sen söyle bakayım bana Şaka. Ne zaman gördün sen şeyi?
— Akşamüzeri gördüm. Kesin ve net. Yalansız ve dolansız.
— Nerede gördün evladım? Vakit epeyce oldu bak.
— Al yeleli boz bir atın üzerindeydi. Yanında da bizim Garabaş vardı.
Ve birden bir şey olmuş bu anda. Herkes neye uğradığını şaşırmış. Bazılarının beti benzi atmış. Bazıları iliklerine kadar titremiş. Korku ile yutkunanlar olmuş. Bir kez, iki kez üç kez uzun uzun, keskin keskin ulumuş bir köpek. Yıllardır kimse böyle bir köpek ulumasına şahit olmamış Mesela Ülkesi’nde
Uluma kesilince yorumlar gelmiş:
Delta Hanım, yanındaki kadının kulağına eğilip:
— Bu uluma hayra alamet değil, demiş.
Yaşlı kadınlardan biri yanındaki kadının kulağına fısıldamış:
— Şuraya geldiğimden beri sol kulağım çınlıyor. Allah vermesin ama bu adam öldürüldü.
Bulut Bey, yanındakini dürtüp, kendinden tarafa dönmesini sağlamış:
— Sen de kimseye söyleme ama geçen akşam rahmetli babasını gördüm rüyamda. Kolundan tuttu çeke çeke götürdü. Benin karıya da şuraya yaz bu adam bugün yarın öteki dünyaya gider dedim
Şehmuz, komplo teorileri üretmeye epeydir merak sarmış. Bir kolunu sağındakinin boynuna, bir kolundakini solundakinin boynuna atmış, onları azıcık kendine doğru çekmiş, kaşı gözü ile Selvi Kadın’ı işaret ederek onlara şöyle demiş:
— Kocam kocam diye gözyaşı döküyor ama epeydir bozukmuş araları duyduğuma göre. Eski yavuklusu da gurbetten dönmüş onunla el ele verip şey yapmış olmasınlar zavallı adama. Çaktırmadan evin sağına soluna bir göz atasak mı, ne dersiniz? Köpekler bir şeyler sezinlemiş olabilirler belki.
Dünden beri yağmur ha yağdı ha yağacakmış. Vakti gelmiş, gök gürlemiş. Korkanlar olmuş. Rüzgâr da şiddetini arttırınca bazıları ne yapacağını iyice şaşırmış. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi hiç kimsenin beklemediği bir anda kapı hızla açılınca bazılarının yüreği hoplamış. Kapıda göğsü körük gibi inip inip kalkan bir adamınFethi’nin heyecan dolu sözleri herkesi telaşlandırmış, ayaklandırmış.
—Dostlar, Servet Ağa’yı bizim oğlan görmüş. Dört adam Servet Ağayı traktörden indirip ahıra sokmuş. Hepsinin eli böğründe olduğundan, silahlılardır diye oğlan içeri girememiş. Haydi koşun. Bişey yapmadan yetişelim, demiş. “Koşun!”
İki kişi hariç herkes Fethi’nin peşinden odayı terk etmişler.
Şaka’nın orada kalması küçük Tayfur için sürpriz olmuş. Hayretle sormuş
— Sen niye gitmedin yardıma Şaka abi?
— Fethi’yi tanırım ben, “Pireyi deve yapmayı, yangına da körükle gitmeyi severi Hem hem gördüm ben onu. Kaçırılmadı ki.
—Yani ne demek istiyorsun Şaka abi?
Kendisine “ abi” denilmesi Şaka’yı çok mutlu etmiş. Önce adını sormuş sonra yanaklarından öpmüş çocuğun. Sonra da sorusuna cevap vermiş:
— Bu şu demek, benim söylediklerimi sorgulamayan bu insanların onun peşine düşmeden önce pireyi deve yapmaktan, yangına körükle gitmekten, biri de bin yapmaktan hoşlanan bu adamı biraz sorgulamaları gerekirdi. Akılları başlarına gelsin.
Tayfur, sağ kolunu kaldırmış, avucunu açmış:
— Profesör gibi konuştun be Şaka abi, demiş. Çak
Şaka “çak” sözünden bir şey anlamamış. Gülmüş. Başını iki yana sallayarak:
—Sen niye gitmedin onlarla? demiş.
Soru Tayfur’un keyfini kaçırmış Cebinden bir kâğıt çıkartmış. “ Burada bir şiir var, yarına kadar ezberlemem gerekiyor.” deyip iç geçirmiş. “ Eve gidip onu çalışacağım.”
Şaka, el çırpmış:
— Haydi bir oku, demiş.”Ben şiiri çok severim.”
Tayfur, hiç nazlanmamış. Hatta kâğıdı Şaka’ya uzatmış. “ Belki de ezberledim” demiş. “ Sen bir bakar mısın?”
Şaka, okuma yazma bilmemesine rağmen kâğıdı almış.
—Şiir kimin?
— Benim.
— Şairini soruyorum. Yazanını. Yoksa sen mi yazdın? Şairi sen misin?
— Ben yazmadım. Esranur Daşpınar’ yazmış. Adı da Gün. Okuyayım mı?
Şaka, altın dişlerini göstererek ” Tabi oku.” emiş Tayfur da sınıftaymış gibi heyecanlanarak dizeleri art arda sıralamaya başlamış
“ Kötü bir gün olacağını
Düşünmeyeceksin sabahleyin
Belki de bugün
Dinecek gözyaşların
***
Önce, unutamayacağını zannedeceksin
Sonra, yavaş yavaş alışacak benliğin
Ardından, mutlu olmaya başlayacaksın
Anlayacaksın, işte bu senin kaderin
***
Kadersizliğe inanmamalı insan
Her ne olursa olsun
Tüm kötülüklere nazaran
İyi olmayı bilmeli insan “
Tayfur, şiirin tamamını hiç şaşırmadan ezbere okumuş. Buna kendisi bile şaşırmış Evet, biraz çalışmış çalışmasına da…
Bütün bunlar olup biterken, Fethi’nin gazı ile onun peşine düşenler ahırının önüne yolda buldukları taşları, sopaları da ellerine alarak varmışlar. Varmışlar ama hiç de düşündükleri gibi bir manzarayla karşılaşmamışlar. Servet Ağa ile yanında bulunan kişiler, tavşankanı çay demlemişler, bir taraftan içiyorlar bir taraftan da kahkahalar eşliğinde sohbet ediyorlarmış.
Kargaşa bitip ortalık durulunca her şey anlaşılmış. Olup bitenlerden bazılarını maddeler halinde sıralamak da masalı kurgulayana kalmış:
1- Servet Ağa ahırını satılığa çıkartmış. Yanında bulunanlarda alıcılarmış.
2- Servet Ağa, , bir ay önce karısına” Ahıra alıcı çıktı deyip bugünün tarihini vermiş, görüşmek için oraya gideceğim işten çıkınca, merak etme demiş.
3- Servet Ağa ahıra giderken Şaka ile karşılaşmış. Hanımının unutma olasılığına karşı Şaka’dan haber göndermiş. . Salvi Kadın Şaka’yı dinleseymiş onun söylediklerinden unuttuğunu hatırlayabilirmiş.
4- Fethi’nin oğlu, Servet Ağa ile misafirlerini sadece ahıra girerlerken görmüş.

Olaylar yaşanır biter.
Kırk akıllıya ve kırk deliye sorulsa yetmiş dokuzu, yaşanılanlardan daha önemli olan bu yaşanılanlardan gerekli çıkarım ya da çıkarımları çıkartılıp çıkartılmağımdır der.
Gökten bir sürü elma düşmüş üç gruba ayrılmış.
Birinci gruptakiler birer birer bu masalın konusunu bulanların başlarına düşmüş
İkinci gruptakiler bu masalın ana fikrini bulanların başlarına düşmüş.
Üçüncü gruptakiler ana fikrin iletisinin doğruluğumu kayıtsız şartsız kabul etmeyip önce akıl ve mantık süzgecinden geçirerek eğrilerini doğrularından ayırt edebilerin başlarına düşmüş.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.


28 Nisan 2019 Pazar




YÜZ LİRA BEŞ KURUŞ

Bir varmış bir yokmuş. Mintan iliklerinin elmastan yapıldığı bir ülkede Ova adında bir de adam varmış. Günlerden bir gün Ova, İspanya’dan getirdiği gösterişli giysisi ile tüm çarşıyı dolaştıktan sonra bir sokağa girmiş. Burnunu silmek için ipekten imal edilmiş mendilini çıkartmış. Çıkartırken de nasıl oldu ise mendilin arasına giren bir beş kuruş bulunduğu yerden çıkıp yere düşmüş. Olaya şahit olanlardan yere düşen para alınacak diyenler de olmuş alınmayacak diyenler de.
Ova, etrafına bakınıp, bir çocuk aramış. Görseymiş,” Şu parayı al da bana ver.” diyecekmiş ama olmamış.. Kendisi de eğilip parayı almaya üşenmiş.
Beş kuruş, hakir görülerek yerden alınmamasına çok alınmış. Beni bu kadar niye aşağılıyorsun, beni niçin almıyorsun gibi sözler sarf etmeyi de kendisine yakıştıramadığından kibarca,
— Beni burada unuttunuz, demiş Ova’ya.
Ova, beş kuruşa bakmış, gülmüş, geri dönmüş, alım gücüne bakmadan ukalalık yapmaya kalkıyor diye düşünüp beş kuruşun üzerine basıp çamura gömmüş. Sonra da:
— Burada bekle sen şekerim demiş ve de eklemiş:” Gelir alırım bir gün kadayıfım.”
Bu esnada oralarda uçmak olan küçük bir sinek hem olanları görmüş hem söylenenleri duymuş. Ova’yı kastederek, “ Gelip alacaksın zaten kadayıfım.” dedikten sonra uçmuş, camı açık olan bir taksiden içeri girip taksimetresine konmuş, ona bir şeyler söylemiş.
Ova, az yürümüş uz yürümüş, dere tepe düz yürümüş, derken bir grup arkadaşını görmüş. Merhaba demek için onlara yaklaşmış ama bu durum gruptakilerin pek hoşuna gitmemiş. Biliyorlarmış ki onlar, o yine bir punduna getirip, ya kendilerini söz ve hareketleri ile aşağılayacak ya küçük görecek ya da kendisinin onlardan üstün olduğunu ima edecek.
Gruptakiler Ova’nın selamını almışlar ama mekânlarına buyur dememişler. Ova bir süre öyle bekledikten sonra “ Balık yemeye gidiyordum arkadaşlar.” demiş. “ Haydi, siz de gelin. Bendensiniz.”
Gruptakiler birbirlerine bakmışlar sonra da birbirlerine gaz verip “olur” demişler. Ova da hemen havasını atmış, bir taksi çağırmış Taksiye binmişler. Yola koyulmuşlar. Göz açıp kapayıncaya kadar da varacakları yere varmışlar. Ova, kasılarak, sürücüye sormuş:
— Ne vereceğiz?
Şoför, suratsız bir adammış. Cevap verme yerine taksimetreyi işaret parmağı ile göstermiş: Taksimetrenin yazdığı ücret, yüz lira beş kuruşmuş.
Ova, göstere göstere cüzdanını çıkartmış “ Fransa’dan” deyip cüzdanının menşeini arkadaşlarına söylemiş. Cüzdanından yüz lira çıkartmış, sallamış, şoföre uzatmış. Şoför parayı almış, bakmış, sonra da suratını buruşturarak taksimetreyi işaret ederek homurdanmış:
—Yüz lira beş kuruş yazıyor gördüğün gibi. Beş kuruş daha vereceksin.
Ova, şoförün hem bu hareketine hem de beş kuruş istemesine şaşırmış. İçinden “ Adama bak, beş kuruşu bile istiyor” demiş. Demiş ama üzerinde de hiç para yokmuş. Üfleyip püfleyerek kredi kartını çıkartmış, şu beş kuruş için yaptığına bak, dercesine, sert bir sert tonu ile:
— Yüz lirayı ver buradan al, demiş.
Şoför, cebinden bir sakız çıkarmış. Ağzına atmış. Birkaç kez çiğnedikten sonra, kredi kartlı elinin tersi ile itmiş,
— Kredi kartı geçmez burada.
Ova sinirlenmeye başlamış. Burnu hafiften kızarmış. Olur a kösede bucakta beş on kuruş kalmıştır düşüncesi ile ceplerini karıştırmış ama yokmuş.
— Beş kuruşu nerede bulayım ben, demiş. “Dilenciye versen almaz”
.Bununla da yetinmeyerek tüm ceplerini ters çevirip şoföre göstermiş Ova:
— Var da mı vermiyorum?
Şoför, sakızı birkaç kez patlatmış:
— Taksimetre yüz lira beş kuruş diyor, Taksimetreye söyle beş kuruşu silerse vallahi kabul. Ama yok, biz senin gibileri iyi biliriz silmiyorum derse de ona karışmam.
“ Biz senin gibileri biliriz.” sözü Ova’nın hiç de yabancı olmadığı, zaman zaman da kullanmaktan keyif aldığı bir sözmüş.
Şoför benim diyen babayiğidin bile bulaşmak istemeyeceği bir bedene sahipmiş. Bundan da kuvvet alarak söylendikçe söyleniyor, Selim Bey’in renkten renge girmesinden gizli bir keyif alıyormuş. Adeta, edersen bulursun sözünü kanıtlamaya çalışıyormuş.
— Adam cüzdanına bir bakar taksiye binmeden. Ne iş be! Hayır, taksi benim olsa! Patron o parayı isteyecek. Senin beş kuruşu ben niye cebimden vereyim ki?
Üzerindeki elbise İspanya’dan cüzdan İtalya’dan Allah bilir ayakkabı uzaydan ama gariban şoföre gelince beş kuruş vermemek için bin takla. Senin gibiler yüzünden memleket bu halde be.
— Gördün işte şoför bey. Vallahi beş kuruş yok. Arkadaşlara sor ben zengin bir adamım. Yarın beş bin lira vereyim.
— Benim senin beş bin liraya ihtiyacım yok. Bana beş kuruş lazım.

Her yörenin örf ve adetleri vardır Bu yörede de taksiye binildiğinde taksiye davet eden parayı ödermiş. Bir başka kişinin parayı ödemesi ya da eksik parayı ne şekilde olursa olsun tamamlaması çok büyük ayıp sayılırmış. Bu nedenle Ova’nın düşürüldüğü duruma çok üzülmelerine rağmen arkadaşları çıkarıp beş kuruş veremiyorlarmış.
Gizlendiği yerden olup bitenleri izleyen küçük sinek bu kadar ders bu adama yeter deyip taksimetreye de şoföre de teşekkür ederek açık camdan kimseye sezdirmeden uçup gitmiş. Şoför de bu işin tadını daha fazla kaçırmamak gerektiğini düşünüp, kapılarını açmış:
— Başımın gözümüm sadakası olsun, inin, demiş.
Huylu huyundan vazgeçmez de demişler o ülkede, bir musibet bin nasihatten iyidir de… Ova, yaşadığı bu musibetten ders alarak olumsuz huylarından tümü ile vazgeçmemiş ama zımparalayarak biraz olsun katlanılabilir hale getirmiş. Hatta o beş kuruşu bulmuş, çerçeveletmiş görkemli yazıhanesinin gözle görülür bir yerine asmış.
Bir de elli yıl sonra, taksideki arkadaşlarına, bu olaydan hiç kimseye hiçbir zaman bahsetmedikleri için şunu söylemiş.” Adam gibi adamlar sayesinde adam gibi adam olma yolunda yürür olduk. Sağ olun.



26 Nisan 2019 Cuma



KERATA
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ben annemin beşiğini şıngır mıngır sallarken Kaf Dağı'nın tepesindeki koruda yaşayan bir yavru sincap varmış. Bir gün yuvasında çok bunalmış. Annesinin, sıkı sıkı tembihlemesine rağmen, annesinin sözünü kulak ardı etmiş, yuvasından çıkmış, çıkmakla da kalmamış atlaya zıplaya epeyce bir uzaklaşmış evinden. Sonra da yolunu kaybetmiş, korku her yanını sarmış. Bu korku ile elinde olmadan bir süre ağlamış. Bu ağlama ona iyi gelmiş. Rahatlamış. Alıcı gözü ile etrafına bakınmış. Biraz ileride yuvasının önünde oturmakta olan "kaz"ı görmüş. Heyecanla onun yanına gitmiş. Yuvamı kaybettim, deyip yardım isteyeceğine, sanki oralarda oturuyormuş da kendisi ile kırk yıllık dostmuş da gibi: " Kaz teyze!"demiş." Canım sıkılıyor, bu gece seninle kalabilir miyim?" Kaz, sincabı tepeden tırnağa süzdükten sonra, buz gibi bir sesle " Hayır" demiş. " Kalamazsın."
— Ama niye?
— Çünkü bu gece yanımda kimseyi istemiyorum.
Küçük sincap "Fakat ben kayboldum ve de ne yapacağımı bilemiyorum." dese kazın onunla ilgilenebileceğini, belki de yardım edebileceğini biliyorsa da böyle yapmamış işte. Aslında kaz, sincabın bir sorunu olduğunu hissetmemiş değil ama onu deşmek de istememiş. Olası bir gelişmeye meydan vermemek için de yuvasına girip kapısını kapatmış.
Sincap yavrusu, birkaç dakika orada kaldıktan sonra ağır adımlarla ve de yapmış olduğu yanlışlığın acısını yüreğinin derinliklerinde hissede hissede oradan ayrılmış. Epeyce bir süre yürüdükten sonra, büyükçe bir kavak ağacının altına oturmuş. Çaresizlik içerisinde bir süre önce yaptığı gibi tekrar ağlamaya başlamış. Kavak ağacı dayanamamış sincabın akıttığı gözyaşlarına. Orta şiddette sallanmış. Üst dallarında eşekarılarının yuvaları varmış. Arılardan biri, kavak ağacına sormuş:
— Ne oluyor?
Kavak ağacı:
— Korkma, demiş. “Yok bir şey.”
— Niye sallanıyorsun öyleyse?"
— Aşağıya baksana bir!
— Niye ki?
— Bak hele bir sen.
Eşekarısı, başını yuvasından çıkarıp aşağıya bakmış, dikkatini çeken bir şey olmayınca da,
— Baktım, baktım da göremedim bir şey. Ne vardı desene, demiş.
— Küçücük bir sincap.
— Küçücük bir sincap mı? Ben niye göremedim.
— Az evvel ağlayıp duruyordu dibimde. Aşağıya inip bir bakabilir misin?
Eşekarısı, keyfi kaçsa da kavağın ricasını geri çevirmemiş "Tamam." demiş. "Bir bakayım" Vızlayarak aşağıya inmiş. Hakikaten de kavak ağacının tam dibinde minicik bir sincap yavrusu burnunu çeke çeke oturuyormuş. Titriyormuş da. Eşek arısı birkaç saniye bekledikten sonra:
— Hayrola? demiş
Sincap, eşekarısını görünce kendisini sokacağını düşünüp daha bir korkmuş. Sesi titreyerek:
— Ben bir şey yapmadım, demiş. " Ağlamamdan rahatsız olduysanız hemen giderim. Hem gidiyorum bile bakın."
Sincap bu sözleri söylerken yerinden de kalkmış. Eşekarısı, elinde olmadan gülümsemiş. Anlamış ki kulaktan duyma şeylerle sincap yavrusu kendisinden korkuyor. Bir an "iyice korkutayım şunu " diye aklından geçirdiyse de vicdanı buna müsaade etmemiş. Sesine tatlı bir tını vermeye çalışarak:
— Dur, dur hele bir, demiş.
Uçarak sincabın önüne geçmiş. Sincabın korkusu daha da artmış. Yalvarır gibi konuşmuş:
— Yemin ederim ki ben bir şey yapmadım.
—Sana bir şey yaptın diyen oldu mu? Anlat bakayım, bu saatte niye buradasın, niçin ağlıyorsun?
— Uyandırdım mı sizi? Özür dilerim.
— Bırak şimdi beni uyandırıp uyandırmamayı? Mesele nedir?
Kavak ağacı, yavru sincabın epeyce bir korktuğunu anlayınca eşekarısından, dallarında gezinip duran uç uç böceklerinden en mülayimini de onların yanına göndermiş. Sincap, uç uç böceğini yanlarında görünce biraz rahatlamış Sevinmiş de. Uç uç böceğine, gülümseyerek:
-Hoş geldiniz, demiş.
Eşekarısı, bir sincaba bakmış, bir uç uç böceğine bakmış. Sincap aynı sincapmış. Az evvel kendine "hoş geldin" demediği için bozulmuş. Tam gidecekken, “Ben çok korkuyorum." deyince sincap, yuvasına çıkmaktan vazgeçmiş. Uç uç böceğinden önce davranarak sormuş:
— Korkuyor musun? Niçin?
— Ben kayboldum.
— Nasıl yani?
— Kayboldum işte.
Eşekarısı, şimdiye kadar hiç kaybolmadığından şaşırmış:
— Niye?
— Gezmeye çıkmıştım. Çok uzaklaşmışım evden. Kayboldum?
Uç uç böceğinin içi acımış. Kanatlarını çırparak:
— Vah vah! deyip iç geçirmiş. Sonra da azarlar gibi eklemiş " Anne baba sözü dinlemezsen böyle olur işte. İnsanlar boşa dememiş, bir musibet bin nasihatten iyidir diye.
Sincap, çok meraklıymış. Bilmediklerini öğrenmek ister, soru sormaktan da hiç ama hiç çekinmezmiş. Bir an için içinde bulunduğu durumu unutup uç uç böceğine sormuş:
— Musibet ne demek?
Uç uç böceği küçük sincabın bu derece heyecanlanmasına bir mana vermeye çalışarak musibetin ne anlama geldiğini açıklamış:
— Musibet, sıkıntı veren şey, demektir.
Eşekarısı sohbetten dışlandığını düşünmüş. Sincaba dönerek:
— Şu anda yırtıcı bir hayvanın karnında da olabilirdin sen, demiş.” Yat kalk dua et.”
Küçük sincap saf saf sormuş:
— Kime?
Küçük sincabın bu kadar saf olması uç uç böceğine hoş gelmiş. Kendini tutamamış, ona bir buse kondurmuş. Devamında da:
— Eşekarısı çok şanslı olduğunu söylemek istiyor, deyip eklemiş "Evden uzaklaşma diye annen baban nasihatte bulunmadı mı hiç?"
Cevabı eşekarası vermiş:
— Bulunmuştur da, bu yaramazın bir kulağından girip öteki kulağından çıkmıştır.
Sincap, yaptığı hatanın sonuçlarının neler olabileceğinin yavaş yavaş başlamış. Eşekarısına dönüp:
— Bir daha yapmam, demiş.
Uç uç böceği küçük sincabın minik yüreğinin atışını duyar gibi olmuş. Tatlı tatlı gülümseyerek sormuş:
— Ailen nerede oturuyor senin?
Sincapçık bir uç uç böceğine bir eşek arısına bakmış. Sonra da,
— Bilmiyorum, demiş.
— Oturduğun yeri bilmiyor musun? diye hayretle sormuş eşekarısı
— Bilmiyorum?
Uç uç böceği araya girmiş:
— Peki, annen kim? Annenin adı ne?
Küçük Sincap cevap vermemiş.
— Bilmiyor musun?
— Hayır.
Eşekarısı ile uç uç böceği göz göze gelmişler. Eşekarısı, bir umut:
— Babanın adı ne peki? diye sormuş.
Sincap bu sorunun cevabına da bir şey diyememiş. Boş boş bakmış.
Eşekarısı bu sefer alaylı sormuş:
—Senin adın ne?
Sincaba şimdiye kadar hiç kimse adı ile hitap etmemiş. Kendisine bir ad konulmuş mu, sincap bunu da bilememiş. Suskun kalmış.
Uç uc böceği sincaba yardımcı olabilmek amacıyla,
— Annen baban seni ne diye çağırırlar? Sana, ne der hısım akraban sincap kardeş? demiş.
Küçük sincap başını öne eğmiş. Zor duyulur bir sesle soruya cevap vermiş:
— Babam koçum annem kuzum, dedem de, İki gözüm der.
Uç uç böceği gülmekle ağlamak arasında gidip gelmiş. Sonra da eşekarısına dönüp: “Sana bir zahmet, sincaplar diyarına git de bir bak. Yana yakıla bu keratayı arıyorlardır şimdi.” demiş.
Emir kipi ile dile getirilen bu istek eşekarısının hoşuna gitmemiş. Hoşnutsuzluğunu sert bir üslupla ifade etmiş:
— Orası çok uzak. Hem sen niye gitmiyorsun? Senin de kanatların var. Hem nasıl olsa arar bulurlar. Beklesin burada. Hem bana ne, ben mi kaybol dedim. Cezasını çeksin.
Uç uç böceği eşekarısının sözlerine karşılık verip ortamı germektense susmayı tercih etmiş. Böyle olunca da eşek arası meraklanıp sormuş:
— Niye sustun?
Uç uç böceği:
— Birden dört yıl önce yaşadıklarımız hatırıma geldi de, deyip eşekarısını daha da meraklandırmış:
— Ne olmuştu ki dört yıl önce?
— Hatırlasana, şu sincabın yerinde, yaptığı çirkinliklerden haydi ben biraz yumuşatıp yaramazlıklardan diyeyim, çirkinliklerden ötürü cezalandırılmış sonra da ne halin varsa gör denilerekten fırlatılıvermiş bir eşekarısı vardı.
Eşekarası gayri ihtiyari dört sene evvele gidip o anı anımsamış. Sinirlenmiş de:
—Yaptığın iyiliği başıma mı kakıyorsun şimdi?
— Hayır da...
Küçük sincap araya girmiş:
— Durun, demiş. “Benim için kavga etmeyin. Hem özür dilerim sizleri rahatsız ettiğim için. Bakın, kaz teyzeye de kızmıyorum artık. Tercihini beni evine almamak yönünde kullandı. Bu onun hakkıydı, hakkını böyle kullandı diye kızılamaz ki.”
Konuşulanları dikkatle takip eden kavak ağacı, araya girme gereği hissetmiş artık. Dallarından birini eğmiş, gür yapraklar ile sincabı okşayarak:
— Vay, neler de biliyorsun sen. Ne güzel de şeyler söylüyorsun, demiş.
Güzel söz sincabın gururunu okşamış, sevindirmiş onu. Niçin burada olduğunu unutmuş: Heyecanla,
—Tabi... İlk öfkem, ilk korkum geçti. Mantıklı düşünmeye başladım. Ailem öğretti bunu bana, demiş.
— Başka ne öğretti ailen sana?
— İyiliklerin karşılık beklemeden yapılması gerektiğini öğretti. Birde şey öğretti.
— Ne öğretti?
— İyilik yapan, iyilik yapılandan daha çok mutlu olurmuş her zaman.
Kavak ağacının aklına birden insanların kullandığı kızım sana söylüyorum gelinim sen anla sözü gelmiş. Bakalım eşekarısı bundan bir mana çıkartabilecek mi diyerek eşekarısı ile göz teması kurup,
— Bu güzel şeyleri bilmek, güzel şeyler yapmak için kâfi gelmiyor herhalde arı kardeş, sen ne dersin? demiş.
Eşekarısı, hafifçe kızarmış kendince bazı sözcükleri yan yana getirerek aklından geçenleri ifade etmeye çalışmış:
— Bu taş bana atıldı ama neyse…
Küçük sincabın aklı uç uc böceğinin az evvel sarf ettiği kelimeye takılmış. O kelimenin ne anlama geldiğini çok merak ediyormuş. Kendini daha fazla dizginleyememiş, sormuş:
— Kelata ne demek?
Uç uç böceği pek bir şey anlamadığından sincabın bu sözünden, sormuş:
—Ne kelatası?
—Az evvel beni göstererek, bu kelatayı arıyorlardır dedin ya!
Uç uc böceği sözünü hatırlamış “ ilahi” der gibisinden başını sallamış iki yana. Sincaba gülen gözleri ile sokulmuş:
-Kelata değil o demiş. “Kerata”
— Ne demek?
—Kerata sensin...
—Nasıl yani? Benim adım kerata mı?
— Sevimli küçük çocuklara kerata denir. Sen de çok küçük, çok sevimli, çok şeker olduğun için olduğun için kerata dedim ben sana.
Eşekarısı uç uç böceği ile sincap arasındaki bu sıcaklığı kıskanmış, birkaç kez sincabın üzerlerinde uçtuktan sonra küçük sincabın hemen yanındaki tümseğin üzerine konarak ona şöyle demiş:
— Adını bilmiyorsun, annenin babanın adını bilmiyorsun. Bir de yetmezmiş gibi sokağa çıkıp kayboluyorsun ki bu evinin yerini de bilmediğini gösteriyor. Senin bildiğin bir şey yok mu?
Küçük sincap soruyu önemsemiş, bir şey bilip bilmediğini düşünmüş. Bir şey biliyormuş. Coşkuyla,
— Var, demiş.
Eşekarısı da gayri ihtiyari heyecanla sormuş:
— Ne?
Küçük sincap, ön ayakları üzerinde dikleşmiş. Bu onun için kendimle gurur duyuyorum demekmiş. Derin bir nefes almış. Ve oradaki herkesi şaşırtan bir ses tonu ile bir şiir okumuş.
O pasta niyetine oynadığımız çamurlar
Patlattığımız gün
Yenisini aldığımız o toplar
Ağladığımızda bize çikolata veren
O tontoş amcalar ne güzeldi

Okuldaki ilk heyecanımız
Annemizin gitmemesi için ağladıklarımız
Hele o ilkyazı yazışımız
Ne güzeldi
Ne güzeldi o mazideki anılarımız
Şiir bitince uç uç böceği hayranlıkla alkışlamış minik tavşanı. “ Bravo!” demiş. Kavak ağacı da tüm yapraklarını oynatarak beğenisini ortaya koymuş. Ama eşek arısı, hasedinden dudak büküp,
— Bu ne demiş?
—Şiir
—Şiir?
— Adı da “ Ne Güzel”
— Eee…
— Esranur Daşpınar yazmış.
— Annenin adını bilmiyorsun babanın adını bilmiyorsun bilmem kimin şiirini biliyorsun. Pes yani.
— Ama şiir bu!
Eşekarısı, tam bir şey daha diyecekmiş sincaba ama uç ucu böceği yumuşak bir şekilde” Hevesini kırma yavrucağın.” deyince susmuş. Sonra da, “ Ben bir bakayım şunun annesine babasına ” deyip oradan ayrılmış.
Eşekarısının biraz sonra küçük sincabın anne ve babasını getireceğini bilen elmalar da daha fazla beklemeden gökten düşmüşler.

25 Nisan 2019 Perşembe


BİRAZ MASAL BİRAZ HİKÂYE
1.BÖLÜM
İnsan insana, hayvan hayvana, olay olaya benzer. Benzemenin de ötesinde bire bir örtüşebilir. Çalmak başka, bire bir almak başka, ilham başkadır. Bazı şeyler vardır ki, olur mu olurdur. Suçlamak kolaydır, güzel olan yüz yüze bakamama durumuna düşmemektir.
Anlayana sivrisinek saz anlamayana davul zurna az.
Bir varmış bir yokmuş. Pek çok ülkenin de var olmadığı bir gezegende hakiki adı bile unutulan ama "Meselâ Ülkesi" olarak anılan bir ülke varmış. Adı nereden gelmiş, bilen olmazmış.
Bu Meselâ ülkesinin bir evinde soğuk bir kış günü pek çok evde olduğu gibi bir bebek dünyaya gelmiş. Adını Meselâ koymuşlar. Günler haftaları, haftalar ayları aylar yılları kovalamış Meselâ bebek büyümüş, ergen olmuş.
Mesela, bir gün bir öğle yemeğinin öncesinde ya da sonrasında annesine:
- Anne, demiş. “Ben evlenmek istiyorum artık. Babamla konuş, ondan olur al.”
Anne Orman, “Madem öyle, olur.” .demiş. El bebek gül bebek büyüttüğü, canından çok sevdiğini her fırsatta söylediği oğluna ,” babanla akşam konuşurum." dediyse de, akşamı bekleyememiş. Hemen, kocasını aramış, durumu iletmiş. Sonra da onun "olur" ya da "olmaz" demesine olanak bırakmadan " Tamam değil mi ?” demiş.
Baba, birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra " Sen benim yerime ‘tamam’ demişsin ya zaten." demiş akabinde de karısının söz söylemesine fırsat vermemek için " İyi günler. “deyip telefonu kapatmış.
Babanın bu tavrı keyfini kaçırmış annenin. Keşke sadece söylenileni aktarsaydım sonra da “ Sen bu konuda ne düşünüyorsun? ”diye sorsaydım demiş. " Tamam değil mi demem, adamı adam yerine koymamak gibi oldu."
Ok yaydan, söz ağızdan çıkınca yapacak pek bir şey yok.
Akşam, her zamankinden neşeli gelmiş evine baba. Karısı ile oğlu ile şakalaşmış.
“ Ben bir duş yapayım.” demiş.
Bir zaman sonra anne, Meselâ' nın da yardımıyla sofrayı hazırlamış. Yemek için kocasına seslenmiş. Ondan ” İşim bitmek üzere, Siz başlayın." cevabını almış. Bu cevabı Mesela da duymuş.
Mesela, hemen ekmeğe uzanmış. Ekmekten bir parça koparmış, yeşil fasulyenin suyuna banmış. Bandığı ekmeği ağzına götürürken annesi ile göz göze gelmiş. Annesinin öyle bir bakışı varmış ki ekmeği ağzına götürememiş Mesela. Yavaşça masanın üzerine bırakmış. Sonra da kızgınlığını şaka ile yoğurarak şöyle demiş:
- Babam ilk lokmayı ağzına alıncaya kadar bu evde yemeğe başlanamayacak mı? Üstelik siz başlayın demedi mi?
Annesinin hoşuna gitmemiş oğlunun sözleri. Hoşnutsuzluğunu, sözle de ifade etmiş:
- Bu cümlelerin hayra alamet değil senin.
Mesela, annesinin " özür" sonrası susacağını bildiğinden,
- Çok acıkmıştım da, demiş özrünü dilemiş.
Babanın gecikmesi de sinirlendirmiş anneyi. Oğluna dönmüş:
-Sahi nerede kaldı bu adam, demiş. “Bir bak hele.”
Mesela, mızmızlanmış:
— Aman anne, gelir şimdi.
Anne, iç geçirip solumuş. Yemek soğuyacak şimdi diye düşünmüş. Sarımsaklı yoğurdu karıştırmış. Sırf laf olsun diye,
- Biliyor musun, demiş.” Yoğurt her şeye faydalıymış.”
— Sarımsak da öyle, demiş Mesela. “Ama kokusu iğrenç. “
Susmuşlar. Beklemeye başlamışlar babayı. Saniyeler dakikaları kovalamış gelip giden olmamış. Annenin içine kurt düşmüş,
— Bak aklım babana gitti, demiş oğluna. Hala banyoda mı? Tuvalette, tansiyonu falan mı düştü ne?”
Mesela da meraklanmış gecikmenin ölçüsünün kaçmasından. İsteksizce de olsa kalkmış masadan. Kapıdan kafasını uzatıp seslenmiş.
— Baba, geliyor musun?
Cevap gelmemiş.
Meselâ sesini biraz daha yükselterek seslenişini yinelemiş:
- Baba, duydun mu beni?
Gene ses gelmemiş. Anne, bu durumu hayra yormamış. Kaygısı artmış. Masadan kalkıp hızla dışarıya çıkmış.
Görünürlerde in cin top oynuyormuş
Meselâ ile annesi, iyice telaşlanmışlar bunun üzerine. Seslenmişler, bağırmışlar, çağırmışlar hiç olmayacak yerleri dahi, köşe bucak her yeri aramışlar. Aramışlar ama nafile. Konu komşuya sormuşlar. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmiş baba.
Bir saate kalmamış, Meselâ' nın evi eş dost ve meraklılarla dolmuş. Her kafadan bir ses çıkmaya, her kafadan bir yorum yapılmaya başlanmış.
Mahallenin büyükbabasıyla muhterem eşleri de teşrif edince oraya, herkes susmuş. İğne atılıp düşse sesi duyulacak kadar bir sükûnet olmuş.
Hemen, büyükbabaya ve eşine çay ve çayla beraber atıştırabileceği bir şeyler gelmiş. Herkes kulak kesilmiş, pür dikkat olmuş. Büyükbaba, gayet sakin, gerginliği azaltmak gayesi ile de zaman zaman da eşine iltifatlarda bulunarak ikrama icabet etmiş, çayını yudumlamış gelenlerden birkaç lokma yemiş. Getirene, götürene, yapana ve onların geçmişlerine dua etmiş. Oradakiler de hep birlikte "âmin!" demişler.
Büyükbaba, zamanın uygun olduğunu düşündüğü bir anda, Orman Kadın’a dönmüş:
- Anlat bakalım, demiş. Ne oldu?
Evdekilerden bazıları Orman Kadın’ın anlatmasına olanak bırakmamışlar. Alelacele, bazen tek bazen topluca olup bitenleri duydukları kadarıyla, bildikleri kadarıyla anlatmışlar. Büyükbaba, meseleyi anlatmak isteyenlere kızmamış. Sözlerini kesmemiş. Onların söyledikleri bitince de nazikçe tekrar anneye dönmüş:
- Olup bitenleri Birde senden dinleyeyim bakayım, demiş.
Meseleyi anlatmaya çalışanlardan bazıları bu duruma bozulmuşlar. Surat asmışlar. İçlerinden biri bununla da yetinmemiş, ses tonunu da yükselterek:
- Aynen bizim anlattığımız gibi olmuş olay. Bize inanmıyor musunuz Büyükbaba, demiş.
Büyükbaba gülümsemiş:
- Size inanıyorum da, niçin ilk ağızdan dinlememe müsaade etmiyorsunuz onu anlayamıyorum.
— Biz anlattık ama. Orman Kadın bize ne dediyse biz de size söyledik.
— Muhakkak ki öyledir de Orman Kadın burada. Allah'a binlerce şükür ki olanları da anlatabilecek durumda.
Mekânda soğuk bir rüzgâr esmiş. Büyükbaba, oluşan sessizlikten istifade ederek Orman Kadın'ı dinlemiş sözünü hiç kesmeden, sorgu sual etmeden.
Az evvel duygularını ifade eden kadın, kendini tutamamış Büyükbaba ’ya dönerek söylenmiş:
- Yalan mı söylemişiz?
— Estağfurullah kızım. Öyle bir şey söylemedim ben. Böyle ortamlarda sakin olmak gerekir diye şey yaptım, alınma.
Orada bulunan erkeklerden biri araya girmiş:
- Nedir bu olayın sırrı Büyükbaba? Adam sırra kadem bastı.
Büyükbaba başını sallamış.
Başka biri lâfa karışmış:
- Yer yarılmış da yerin dibine girmiş kaşla göz arasına, her yeri aradık. Bakmadığımız köşe bucak kalmadı vallahi. Affedersiniz ahıra bile baktım ben.
Büyükbaba, az evvel yumduğu gözlerini açmadan başını sallamaya devam etmiş.
Kapı dibinde ayakta duran biri, kalın sesi ile konuşmuş:
- Bize bir akıl ver, ne yapmamız gerekir?
Büyükbaba, gözlerin açarak zevcesine doğru biraz yanaşmış. Her zaman olduğu gibi fikir teatisinde bulunmuş onunla. Sonra da orta yere sormuş:
- Kolluğa haber verildi mi?
Herkes birbirine bakmış, hiç kimse " evet, verildi." dememiş.
Büyükbaba, çevresindekileri süzmüş. Sonra da içlerinden birine, Duran'a:
- Güvenlik güçlerine bir haber ulaştır sen Duran, demiş.
Duran, önünü iliklemiş, saygıyla eğilmiş, söylenileni yerine getirmek için oradan ayrılmış.
İçlerinden biri, yanındakine dönmüş, Büyükbabanın da duyabileceği bir şekilde ukalaca söylenmiş:
- Bunu biz de yapardık ama. Varsa Duran, yoksa Duran.
Söz, herkes tarafından duyulmuş. Odada birkaç kez olduğu gibi soğuk bir hava esmiş yine. Bazıları gelecek karşılığı merak etmiş, Büyükbaba’ya bakmış.
Büyükbaba, sessiz kalmak istemiş istemesine de hemen yanında oturanlardan biri ona doğru biraz eğilip onu fişeklemeye çalışmış:
- Şu terbiyesize bir şey söylemeyecek misin Büyükbaba? Ağzının payını ver ki nerede ne konuşacağını öğrensin kara cahil.
Oradakilerden biri de lâfa karışmış:
— Bu hep böyle, muhatap almaya değmez.
— Muhatap almaya değmez olur mu? Susturmasan başkaları da kuvvet alır bundan. Yılanın başını küçükken ezeceksin. Mecliste nasıl konuşulacağını bilmeyenler artar böyle tiplere müsamaha gösterirsen.
Büyükbaba
- Atılan her taş alınmaz demiş. Bekleyip görmek gerek bazen.
Büyükbabaya az evvel söz söyleyen adam, kımıldanmış:
- Verilmedi mi karakola daha haber, demiş.
Sağdan soldan cevaplar gelmiş:
- Gitti ya Duran.
— Verildi verildi.
— Karakol ne yapacak? Bebek değil ki giden.
— Bebek yapar mı onun yaptığını?
— Sır oldu uçtu havaya adam.
— Ayı mayı yemediyse çıkar şimdi bir yerden.
— Ayıyı da nereden çıkarttın? Ağzını hayra aç.
Son cümleyi sarf eden, Büyükbaba’ya dönerek
-Hayır, konuşalım hayır gelsin başımıza değil mi Büyükbaba, demiş.
— Elbette Şahin. Doğru olan budur oğlum.
— Siz ne düşünürsünüz bu konuda Büyükbaba?
— Ne diyeyim. Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum. Yapabileceğimiz bir şey varsa baş göz üstüne diyorum.
— Elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz böyle? Bize bir akıl verin siz.
Son söze destek çıkanlar olmuş, fikrini ifade edenler olmuş değişik köşelerden.
— Evet ya, bir şey söyle de bize yapalım.
— Koskoca adam yer yarıldı yerin dibine girdi.
— Kaçırmış olmasınlar?
— Amma ettin Bulut. Kim ne etsin onu?
— Ne demek kim ne etsin? Başka bir şey ortada kaldı mı ortada? Var mı başka bir olabilirlik?
— Bakın olabilir bu. Geçen gün meydanda birileri ile tartışıyordu.
— Gördünüz mü ya! Kimdi?
— Buralı değillerdi. Ben atın üzerindeydim, durup konuşamadım da. Ama bayağı tartışıyorlardı.
Orman Kadın’ı tartışmışlar sözü telaşlandırmış. Ağlamaya başlamış. Dövünmeye de başlamış Saniyeler içinde bir de senaryo yazmış. Dizlerine vurarak düşüncelerini ifade etmiş.
— Evet evet onlar kaçırdı kocamı. Aman Allah'ım. Aman, ben ne yapayım şimdi de nerelere gideyim ben? Ya öldürdülerse, ya bir şey ettilerse kocama?
Büyükbaba, Orman Kadın’ı yatıştırmaya çalışmış:
-Dur hele bir, sakin ol. Kaya Ağa, ölçüyü kaçırmaz tartışsa da.
— Başka ne olacak baba? İşte görmüşler. Birden bire de yok oldu.
Ve tam bu anda kapı açılıp kapanmış Çakıl telaşla “Orman Ana, Orman Ana” diye bağırarak içeriye girmiş. Etrafına bakınmış:
- Orman Ana kııııız, nereysen çık bir şey diyeceğim sana.
Orman Kadın, hiddetlenmiş:
-Bir sen eksiktin, demiş. “Söyle çabuk ne söyleyeceksen,”
Çakıl, ellerini çırpmış Orman Kadın’ı görünce:
- Kocanla barıştık biz.
— İyi ettiniz, aferin size. Bunu mu demeye geldin bana?
— Birde şey dedi kocan bana. Deyim mi?
- Sonra dersin. Haydi git şimdi, benim derdim bana yeter arttırır başımdan döker.
Terslenmek her insan gibi Çakıl’ın da hoşuna gitmemiş. Suratını düşürmüş. Kendi kendine ama herkesin duyabileceği bir ses tonu ile onlardan yardım ister gibi konuşmuş:
- Dedimi yaparsan, seni Meselâ'nın şeyi yapacam seni dediydi bana şey dayı.
Çakıl’ın hemen yanındaki yeni yetme, atik davranıp sormuş:
- Ne yapacakmış?
— Onu unuttum da, bana şey dediydi Kaya Amca, git benim hanıma söyle...
— Ne zaman dediydi?
— İşte, beş elli saat kadar önce dediydi.
Çakıl’ın gelişi ve sözleri ortamı dağıtmış. Herkes yanındakine kendince bir şey söylemeye başlamış. Ortamda bir gürültü oluşmuş.
Muhtar, Çakıl’ı pek severmiş. Onunla zaman zaman şakalaşır, zaman zaman kızdırırmış. Her durumda da onun söylediklerine pek gülermiş. Neşeli bir ses tonuyla konuşmuş
- Gene ne diyorsun Çakıl oğlum?
Burnundan soluyan Orman Kadın konunun iyice dağılmasına elinde olmayarak çok öfkelenmiş:
— Eğlence arayanlar dışarı çıksın. Burası düğün evi mi? Ne bu böyle?
Orman Kadın’ın bu haykırışı herkesi susturmuş. Bunu fırsat bilen Çakıl, kalabalığı yararak Orman Kadın’a iyice yaklaşmış, kendine has gülüşü ile:
- Kaya Baba sana bir haber gönderdiydi de onu haber verecektim.
— Kaya baban yok. Nerden baban oluyorsa hem, Kaya baban gitti
— Kaya Dede git şeye, haaa, dedi. Senin adını şimdi usumdan çıktı ama sana söyle beni merak etmesin, üç saate kadar gelecem dedi, sonra da sakın unutma diye tembihledi bana.
Çakıl, söylenileni unutmadığı ve de haberi ilgi kişiye ilettiği için gururlanmış. Birkaç tane kalan sarı dişlerini göstererek sevinmiş,
- Ben de unutmadım baak. Söyledim sana.
—İyi ettin. Aferin sana. Hadi şimdi git.
— Unutmazsan seni, Meselâ ülkesine şey yapacam da dedi bana.
Misafirlerden Yosun, Çakıl’ın söylediklerini tıpkı Orman Kadın gibi ciddiye almamış. Sinirlenmiş de. Eliyle kapıyı işaret ederek kükremiş:
- Atın şunu dışarıya, bir de bununla mı uğraşacağız yaaa?
Çakıl’ın yanında duran genç biri Yosun’un sözünü emir kabul etmiş. Çakıl’ın kolundan canını acıtacak şekilde tutup,
- Hade yürü, çık dışarı, diyerek itmiş.
Büyükbaba, müdahale etmiş.
— Durun hele bir, Bir dinleyelim Çakıl evladımızı.
Yosun, itiraz etmiş kelama:
- Nesini dinleyeceğiz bunun dede? Herkes burnundan soluyor zaten. Bununla yitirecek zamanımız mı var?
Büyükbaba, Yosun’un büyükbaba yerine dede demesine aldırmamış:
— Nice deliler bilirim ben, akıllıdır çoğumuzdan, demiş.
Bu sözler Çakıl’ ın hoşuna gitmiş. Yüzü gülmüş, gözleri parıldamış. Büyükbaba’’nin karşısına vardıktan sonra ellerini göğsünde kavuşturup hafifçe eğilmiş:
- Buyur Böyükboba demiş.” Emrin mi var bana?
— Söyle bakayım bana. .” Bugün mü gördün Kaya Efendi’yi sen?”
— Heee, aşam üzeri gördüm emmi.
— Nerede gördün?
Çakıl, eliyle öteleri işaret edip soruyu kendince cevaplamış:
—Yanında Karabaş da vardı. Git şey anana de dedi bana. Ben de dedim işte. Unutmadım. Ben akıllıyım.
— Akıllısın tabi. Orman Anana mı de dedi?
— Haa işte dede, O anana de, yemeklerini yesinler benim ecele gitmem lazım dedi. Ben ne deyim dedim o da bilir o dedi.
— Ama akşam geçeli çok oldu oğlum. Gece yarısı oldu bak.
Çakıl, başını öne eğmiş bu söz üzerine. Ağlamaklı olup suçunu itiraf etmiş:
- Ben oyuna dalmışım sonra da unutuvermişim. Şindi aklıma geldi.
Büyükbaba’nın iç sesi Çakıl’a inanması gerektiğini söylemiş. Zaman zaman yaptığı gibi de sesli düşünmüş:
- Köpeği ile acele bir yere gitmiş, gitmiş de acaba nereye?
—Yanında köpek vardı. Onu sevdim ben. O da bana kuyruk salladı. Yüzümü de yaladı. Beni sevdi.
Yosun, Büyükbaba’nın Çakıl’ı ciddiye almasına bir türlü bir mana veremiyormuş.
— Şunun sözüne mi inanıyorsun dede, uyduruyor.
Büyükbaba, o an istem dışı Orman Kadın ile göz göze gelmiş.” Dışarıya çık da şu köpeğinize bir ses bakayım. ”demiş. Orman Kadın, başını sallayıp dışarıya seğirtmiş. Onunla beraber birkaç meraklı da çıkmış. Orman Kadın köpeğine seslenmiş. Biraz beklenilmiş. Bir kez daha seslenmiş, bir kez daha seslenmiş. Biraz beklemiş. Köpekten ses seda çıkmayınca geriye dönmüş. Kendisinden cevap bekleyenlere:
- Yok, demiş.” Kuş olsa uçardı yanıma sesimi duysaydı.”
Çakıl, sözün söylediklerini kanıtlar mahiyette olduğunu anlayıp sevinmiş. El çırparak,
- Dedim ya, demiş. “ Kaya Enişteyle gitti köpek. Bulamazlar.
Büyükbaba, kendisine odaklananları süzmüş, fikrini söylemiş:
- Öyle gibi gözüküyor Bu saatte bir yere gitmez köpek.
Yosun, gene muhalefet olmuş, terbiyesizleşmiş de:
- Kusura bakma ama bazı köpekler gündüz yatar gece gezer dayı.
Odadakilerden bazıları Yosun’un şimdi de Büyükbaba yerine dayı demesine kızıp ters ters bakmışlar.
Orman Kadın, Büyükbaba^yı destekler mahiyette söylenmiş:
- Bizim köpek gece de gündüz de biz götürmedikçe gitmez bir yere Belli ki bizimkiyle gitti.
Çakıl, heyecanlanmış. Orman Kadın’a dokunarak:
- Sizinkiyle gitti, demiş “Ben dedim işte, demedi demeyin sonra.”
Sonra da Çakıl, görevini tamamladığı kanaatiyle, bildiği tek türküyü bilmem kaçıncı kez söyleyerek, gülüşmeler arsında orayı terk etmiş:
“ Damdan sakız akıyor, damdan sakız akıyor
Kız nişanlın bakıyor, kız nişanlın bakıyor.”
Büyükbaba, oturduğu yerden yavaşça kalkmış. Bütün gözler ona doğru çevrilmiş.
Büyükbaba, dışarıya doğru yönelmiş, yanından geçmek için davrandıkları hemen ayağa kalkıp ona yol vermişler.
2.BÖLÜM
Derin derin birkaç kez soluk alıp verdi. Düşünüyor, olasılık üretmeye çalışıyordu. Gecenin dördünü bulmuştu saat.
Abakay Hanım, kapıyı tıklatıp kocasının çalışma odasına girdi, kocasına seslendi.
— Hayrola hayatım bu saatte. Hala masal mı yazıyorsun?
— Hiç yatmadım ama bir kelime de yazamadım.
— Yazamadıysan yazamadın. Ölüm yok ya ucunda. Yarın yazarsın. Haydi yat yatağına.
— …
— Haydi şekerim. Zorlama bu kadar kendini.
— Ne diyorsun sen Abakay? Masalın döşemesini yaptım, az buz gövdesini inşa ettim çözüme ramak kaldı. Niye yarına bürgüne kalsın ki?
— İlham, ilham… Kafanı biraz dağıt gelir hemen.
- …
— Sana çay mı yapayım sütlü kahve mi?
— Kalktığımdan beri bir çay, bir kahve. Olmuyor. Hem biliyorsun ki ben ilhama milhama da inanmam. Her şeyin başı çalışmak.
— …
— Ne o gülüş kız?
— Yolsa sen hala Mesela Ülkesi’ ni bitiremedin mi Hakan?
— Evet ya Abakay Hanım. Yani, aslında basit hem de çok basit bir masal ama tıkandı kaldı benim için.
Abakay Hanım'ın dikkatini masanın üzerindeki mor dosya çekti. Kocasının, mor renkten pek haz etmediğini biliyordu. Mor dosyayı göstererek sordu:
- Bu ne?
Hakan Bey, anladı:
- Atölye talebelerine tamamlayın diye verdiğim masalların bitmiş halleri.
— Seni gidi seni, kopya çekecektin onlardan ha.
Hakan Bey, karısının ellerinden tuttu,
— Mesela Ülkesi yok orada dedi. Hem aşk olsun ben kopyacı mıyım?
Abakay Hanım, ellerini kocasının avuçlarından çektikten sonra da
-Müsaade eder misin bir okuyayım bitirmeye çalıştığın şu masalı, dedi.
Hakan Bey, esnedi gerindi. Kâğıtları toparladı ayağa kalktı, hafifçe eğilerek :
- Müsaade etmek ne demek sultanım, dedi. “Emrin olur. Buyur.”
Abakay Hanım, hızlı okuma eğitimi almış bir kadındı. Bu konuda hayli de iddialıydı.
Dakikalar içerisinde sadece adını bildiği masalı okudu. Sonra, "Bana bir kalem." ver dedi kocasına.
Kalemi aldı.
— Masalın sonuna bir şey yazacağım, dedi. Bekledi ve ekledi, " Müsaade var..."
Abakay Hanım, zaman zaman hiç olmayacak şeylere hiç olmayacak tepki verdiğini bilirdi kocasının. Masalına yapılacak bir müdahale böyle bir tehlikeye gebeydi.
Aslında Hakan Bey de bu durumun farkındaydı. Bu huyunu pek sevmezdi ama huydu işte. Gerçi yıllar öncesine bakarak epeyce bir kendini bu mevzuda frenlemeyi öğrenmişse de yüzde yüz bitirememişti daha.
Hakan Bey, " Var" dedi.
Abakay Hanım’ın kafasından yazmayı düşündükleri bir anda uçtu gitti. Bir düşündü, iki düşündü. Yeni bir şey de gelmedi aklına
Hakan Bey, göbeğini kaşıyarak alaylı konuştu:
— Ne oluyor, gelmiyor mu ilham?”
Abakay Hanım cevap vermedi.
— Masal değil mi, uydur uydur yaz derdin hep. Uyduruversene sonuna bir şeyler.
Abakay Hanım bir anda sinirlendi:
—Masal mı yazıyorum, dedi. Toparlayamadım bir anda. Alay etmene hacet yok herhalde.
Hakan Bey, fol yok yumurta yokken terslenmesine bir mana veremedi. Bahar havasının kışa dönmesine şaştı. Abakay Hanım, kocasının yarısını içtiği çay bardağını aldı. Yapılmasından nefret ettiği bir şeyi kendisi yaptı. Bardakta kalan çayı odada bulunan çiçek saksılarından birinin dibine döktü. Sonra da öğrencisini imtihana çeken bir öğretmen edasıyla kocasına sordu: Geçen gün sana Esranur Daşpınat’ın Gün isimli bir şiirini okumuştum. Anımsıyor musun?
Hakan Bey’in ezbere bildiği şiirlerden biriydi karısının söz ettiği şiir. Hem hava atmak hem de karısın biraz yumuşatmak için şiiri bildiğini hissettirmeden:
—Sen okurken mıh gibi kazıdım belleğime, gün olur sorarsın diye, dedi. “Okuyayım mı?”
Karısının oku demesini beklemeden de bir havayla okudu. Şiir aynen şöyleydi.
GÜN
Kötü bir gün olacağını
Düşünmeyeceksin sabahleyin
Belki de bugün
Dinecek gözyaşların
Önce, unutamayacağını zannedeceksin
Sonra, yavaş yavaş alışacak benliğin
Ardından, mutlu olmaya başlayacaksın
Anlayacaksın, işte bu senin kaderin
Kadersizliğe inanmamalı insan
Her ne olursa olsun
Tüm kötülüklere nazaran
İyi olmayı bilmeli insan.
Abakay Hanım için şiirin okunması sürpriz olmasına rağmen tepki vermedi. Kocasını tepeden tırnağa eylemini hissettirecek şekilde süzdü. Mimikleri bir değişikti. Hakan
Bey, gevrek gevrek güldü. Kasıldı:
— Ne o, dedi. “Hatırlayamayacağımı, okuyamayacağımı sandın değil mi?”
Abakay Hanım, bir değişik gülümsedi. Kâğıtları incitmekten korkar gibi masanın üzenine bıraktı. Odadan çıktı. Çıkarken de Hakan Bey’e döndü. kendine has “ hoşça kal” işareti yaptı. Hakan Bey, karısının üzerimde pijama, gecelik, ya da eşofman değil de elbise olduğunu birkaç dakika sonra hatırladı. Bunun niçin böyle olduğunu düşünürken dış kapı açılıp örtülür gibi oldu. Meraklandı, karısına seslendi. Ses alamadı. Çalışma odasından çıkıp yatak odasına geçti. Karısı yoktu. Odalara baktı, banyoya, tuvalete baktı, karısı yoktu. Dış kapıya gitti. Kapıya bir not yapıştırılmıştı. Okuyamadı yazılanları. Koşarak gözcüğünü alıp geldi. Notta şöyle yazıyordu:
“Ne kendini nede beni yargılamaman dileğimdir Hakan. Beni anlamaya da çakışma lütfen. Senden boşanmak istiyorum. Avukatım yarın seni arayacak. Hoşça kal”


24 Nisan 2019 Çarşamba


T O P A Ç

Evvel zaman içinde saman kalbur içinde, bir yerlerde Satılmış isminde bir çocuk yaşarmış. Oynamak için her dışarıya çıkış öncesinde dedesine,
— Oynamak için dışarı çıkıyorum dedem, bir şey istiyor musun, der her defasında da ondan aynı cevabı alırmış:
— Güle güle git, güle güle gel yavrum benim.
Bu sefer bu sözü duymak için bir süre beklemiş Satılmış. Dedesinden ses gelmeyince de sorusunu yinelemiş:
— Oynamak için dışarı çıkıyorum dedem, bir şey istiyor musun?
Dede:
— Evet, demiş okuduğu gazeteden gözlerini ayırmadan.
— Tamam, demiş Satılmış. “Güle güle gideceğim güle güle geleceğim.”
— Hayır, bugün onu istemeyeceğim.
Böyle bir cevabı bu yaşına kadar hiç duymamış Satılmış. Meraklanmış. Ayakkabılarını çıkartmış, dedesinin yanına koşup sormuş:
— Ne isteyeceksin dedeciğim?
— Birini güldürmeni isteyeceğim
— Birini güldürmemi mi isteyeceksin dede? Kimi?
— Belli bir kişi yok. Bir bebek de olabilir, boyacı da olabilir, bir işçi olabileceği gibi Başbakan da olabilir bu kişi. Suratı asık, canı sıkkın birinin yanına gideceksin, hoş birkaç söz söyleyeceksin ya da ne bileyim onu rahatlatacak, mutlu edecek bir şey yapacaksın, bir şekilde işte, yüzünde bir gülücük oluşturacaksın.
— Tamam da bunu nasıl yapacağım ki? Belki, git başımdan canım zaten burnumda diyecek. Belki de tüm hırsını benden çıkartacak.
— O da kısmet evladım. Kısmetten öte yol derler büyüklerimiz.
— Ama dede bu da nereden aklına geldi şimdi? Her zaman güle güle git güle güle gel derdin sen.
Dede, tatlı tatlı torununun yüzüne bir süre bakmış. Sonra da,
— Sen sordun ben söyledim, demiş. “ Hem sesini yükselterek beni şaşırtma öyle.”
— Sesimi yükseltmedim de dedeciğim. Ben yapamam bunu.
— O zaman hayır de.
— Küsmez misin?
Dede, ayağa kalkmış. El emeği göz nuru ile vucuda getirdiği tespihini yeleğinin cebinden çıkartmış. Bir taraftan çekmeye bir taraftan da ağır adımlarla odanın içerisinde dolaşmaya başlamış. Satılmış, dedesinin tavrından tedirgin olmuş. Korkarak sormuş:
— Bir şey mi oldu dede? Niye kızdın?
— Kızdım, korktum, endişelendim. Bil bakalım niye?
— Niye dede?
Deniz, Satılmış’ın ikiziymiş. Okul notları Satılmış’ınki kadar yüksek olmadığından zaman zaman da olsa onun” ben senden akıllıyım” imalarına maruz kalır, buna da üzülürmüş. Bütün bunlar olup biterken oradaymış. Yeni romanı için bir şeyler düşünüyormuş. Fırsat bu fırsat deyip Satlmış’a hitaben:
—Küsmez misin diye sordun ya onu şey yaptı dedem, demiş.” Dedem bize hep demiyor mu, ‘ Hayır demeyi mutlaka becerebilin evletlerım’ ‘diye.”
Satılmış, söylenileni tam anlayamamış. Bu durum Deniz’i daha da keyiflendirmiş. Sözlerine, vurgulayarak açıklık da getirmiş:
—Sırf darılmasın dedem diye, dedemin istediğine hayır diyemedin ya akıllım. Dedem ona kızdı. Bir şeyi istemiyorsan hayır diyeceksin. İstemeye istemeye evet demek yok.
Satılmış, bildiklerinin Deniz tarafından ders verircesine telaffuz dilmesinden rahatsız olmuş. Çokbilmiş diye söylenmiş. Sonra da evden çıkmış.
O gün pırıl pırıl parlayan bir Güneş varmış. Satılmış’a iyi gelmiş bu. Birden yanı basında Birlik’i görmüş:
Birlik, elindeki topaç’ı göstererek “ Baaaak! “ demiş.
Satılmış bakmış.
— O ne?
Koni biçimindeki küçük oyuncağı ilk defa görüyormuş Satılmış.
— Anneannem verdi. Çevresine ip sarılarak döndürülüyormuş. İp almaya gidiyorum gelsene benimle.
Satılmış, topacı incelemek için elini uzatmış:
— Ver bakayım.
— Anneannem kimseye verme, dedi. “Dedesinden hatıraymış. Ona da dedesinden kalmış.”
— Bir yere götürmeyeceğim bakıp vereceğim.
— Hayır!
Satılmış, kızmış:
— O zaman niye gösterdin ki?
— Sana vereyim diye değil herhalde. İp alalım da çevirelim hadi.
Satılmış, dudak bükmüş. Bir şey demeden oradan ayrılmış. Gayesi okul bahçesine gidip oradaki arkadaşları ile oynamakmış. Her zaman, oraya giderken hızlı adımlarla yürürmüş ama bu kez bir taraftan aheste aheste yürüyor bir taraftan da mutsuz birini görür müyüm diye göz ucuyla etrafına bakınıyormuş. Şansı yaver gitmiş, çok geçmeden böyle birini görmüş. Kalbi küt küt diye vurmuş.. Kendisinden biraz küçük bir çocuk suratı beş karış olduğu halde kaldırımın kenarında oturuyormuş.
Satılmış, tüm cesaretini toplayarak onun yanına gitmiş, gülümseyerek:
— Merhaba, demiş.” Ne oldu?”
Çocuk, Satılmış’ı tanımadığından belki,
— Yok bir şey, demiş.
— Canın sıkkın. Ağlamışsın da.
Çocuk sinirlenmiş, ayağa kalkmış:
— Sana ne?
Satılmış, ters cevaba ters cevap vermemiş. Kendisine sevimli bir hava vermeye çalışarak şöyle demiş:
— Güldüreyim mi seni?
Çocuk, Satılmış’ın yüzüne dik dik bakmış. Dişleri arasından tiz bir sesle:
— İstemez, demiş. Sonra da “ Deli mi ne” diye söylenerek kaçar gibi oradan uzaklaşmış.
Satılmış, gözden kayboluncaya kadar çocuğun arkasından bakmış. Biraz da morali bozulmuş. Biraz da morali düzelmiş. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanmış olması moralini bozmuş ama dedesinin arzusunu yerine getirmek için yaptığı girişim de moralini yükseltmiş.
Satılmış, bazı filmlerde gördüğü bir sahneyi çocuk aklı ile taklit etmiş: Başını kaşımış, kendine soru sormuş:“ Evet şimdi, ne yapmalıyım da sonuca erişmeliyim?”
Satılmış’ın gözleri birden ışıldamış. Aklına parlak bir fikir gelmiş. Kendisini bu parlak fikirden ötürü tebrik etmiş.
Melahat Öğretmen’inin yanına giderse şimdi, Melahat Öğretmen’in canı sıkkın bile olsa onu görür görmez yüzünde güller açacak, o da eve gidince, dedesine “ Birinin yüzünü güldürdüm.” diyebilecekmiş göğsünü gere gere.
Melahat Öğretmen’in oturduğu evi biliyormuş Satılmış. Ağır adımlarla hem oraya doğru yürümeye hem de düşünmeye başlamış. Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş taşınmış bir plan yapmış. Planı gereği eline yüzüne biraz toprak çalmış, toprakları tükürüğü ile ıslatmış. Saçlarını dağıtmış. Hatta gömleğinin yakasını azıcık yırtmış. Melahat öğretmen onu bu halde görünce korkacak korkunca da yüzünde gülücükler varsa bile o gülücükler yok olacakmış. Satılmış, kapı açılır açılmaz gözünü de kapayacakmış ki öğretmeninin güler yüzünü değil onun endişe dolu suratını görsün. Sonra da, “şaka yaptım” diyecek, öğretmeni de bu duruma gülecekmiş.
Satılmış, nefes nefese öğretmeninin evine varmış kapısını çalmış. Gözlerini kapatmış. Bir kaç saniye sonra kapı açılmış. Satılmış da birkaç saniye sonra öğretmeninin yüzündeki korkuyu ve endişeyi görmek için gözlerini açmış ama öğretmenin yüzünde tam bir kızgınlık ifadesi varmış. Satılmış, korkuyla sormuş:
— Ne oldu öğretmenim? Niye öyle bakıyorsunuz bana?
- …
— Ben sadece şey yapmak istemiştim.
Öğretmeni, gel bakayım benimle deyip Satılmış’ı içeriye almış. Ona, her şeyi anlattırmış. Satılmış, anlatacakları bitince öğretmeninden bir şey istemiş:
— Öğretmenim, Ben şimdi gideyim, tam beş dakika sonra geleyim. Siz suratınızı asın, ben size bir şeyler söyleyeyim siz de gülün.
— Yani iş birliği yapıp dedeni kandıralım,
Satılmış, hafifçe dilini çıkararak tatlı bir yüz ifadesi ile sormuş:
— Olmaz değil mi?
Melahat Öğretmen gözlerini koca koca açmış, Satılmış’ın burnunun ucuna dokunmuş sonra da sormuş:
— Sence?
— Ama öğretmenim, aklıma bir şey gelmiyor ki... Dedeme de eve gidince kimseyi güldüremedim demek istemiyorum. Ne yapacağım şimdi ben?
Melahat Öğretmen, bunun üzerine,
— Sana bir şey söyleyeyim mi? demiş.
Satılmış, öğretmeninin kendisine aklı verip yol gösreteceğini sanıp çok sevinmiş. Kollarını yana açarak:
— Evet öğretmenim, demiş. “Söyleyin lütfen.”
— Dedenin senden böyle bir şey istemesinin mutlaka bir sebebi vardır. Öğrenince benimle de paylaşır mısın?
Satılmış, hayal kırıklığına uğramanın etkisi ile
— Tamam öğretmenim, demiş. Sesi cansız çıkmış.
Bundan birkaç dakika sonra da Melahat Öğretmen Satılmış’ın yanaklarından öperek onu uğurlamış.
Satılmış, apartmanın kapısından çıkınca kafasına birkaç kere vurmuş, yüksek sesle mırıldanmış:
— Haydi çalış. Başka şey olsa çalışırsın. Dökersin hünerlerinin tümünü.
Delikanlının biri tam bu anda Satılmış’ın yanından geçiyormuş, gülerek
— Hayrola, demiş. “Ne oluyor?”
Satılmış, bir kabahat işlemiş gibi kızarmış. Hafifçe kafasını öne düşürmüş, hızlı adımlarla yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Bir de ne görsün: Birlik, bir parkta kan ter içinde topacını çevirmeye çalışırken yaşlı bir dede ile yaşlı bir nine oturdukları banktan onu izliyorlarmış.
Satılmış, ellerini pantolonunun cebine sokarak bir Birlik’e bakmış bir dedeye bakmış, bir de nineye bakmış. Nine’nin yüzü biraz gülüyormuş gibiymiş ama dedenin yüzünde düşünceli bir ifade varmış. Suratı da asıkmış.
Satılmış’ın kafasında bir şimşek çakmış. Heyecanlanmış. “ Tamam” demiş. “Bu iş oldu.” Koşarak Birlik’in yanına gitmiş. “ Bir de ben deneyeyim mi?” demiş.
Birlik, nazlanmamış. Satılmış’ın talebine olumlu cevap vermiş. Verirken ki sesi
“ Dene de gör, al boyunun ölçüsünü” der gibiymiş.
Satılmış, bir süredir Birlik’i izlediğinden yapacaklarını az da olsa biliyormuş.
İlk denemesinde başarısız olmuş Satılmış. İkinci denemesinde de başarısız olmuş Bozulmuş, bozulduğunu belli etmemeye çalışmış. Birlik’e bakmış. Alaylı da olsa gülümsemediğini görmüş.. Gülümsemezsen gülümseme diye söylenmiş içinden.
Üçüncü denemesinde bir de şansızlık yaşamış Satılmış. Topaç ayağına çarpmış. Canı fena yanmış. Yanında Birlik olmasa “ah!” diye avazı çıktığı kadar bağıracakmış ama sözde erkeklik onuru buna mani olmuş. Göz ucuyla Birlik’e bakmış. Birlik’in bu durumuna da gülmümsediğine görüp şaşmış. Bir anlam verememiş.
Bu esnada da dede ile burun buruna gelmiş Satılmış. Dedenin elinde ayağına çarpıp öteye giden topaç varmış. Satılmış dedenin topacı kendisine vereceğini sanmış ama öyle olmamış. Dede, Birlik’e, yanıma gel işareti yapmış. Bu arada nine de ayağa kalkmış birkaç adım atarak onlara yaklaşmış.
Dede, Satılmış’a geçmiş olsun demiş. Birlik’ten “ Müsaade eder misin oğlum bir de ben çevireyim?” diyerek topacı çevirmek için izin istemiş.. İzni alınca da karısına bakmış, el sallamış “ Şimdiki çocuklar topaç çevirmesini ne bilsin sultanım.” demiş ve de topacı birkaç kez, beni mahcup etme çocukların önünde der gibisinden sıvazlamış. Bir kez de öpmüş. Sonra da çocuklara göstere göstere ipi topaca sarmış. Gözlerini yummuş ve topacı fırlatmış.
Çocuklar “ vınnn…” diye dönen topaca hayranlıkla bakmışlar. Dedeyi alkışlamışlar. Nine kocası adına sevinmiş. Yüzünde gülücükler açmış. Dede de mutluluktan kıkırdamış. Bende daha çok iş var diye düşünüp moral bulmuş, ruhen gençleşmiş. Baykuş, Satılmış’ın dedesini Satılmış’ın yaptıkları ile ilgili bilgilendirip onu sevindirmek için havalanırken gökten üç elma ile bir şiir düşmüş. Şiirin adı Ölçeklerin Dili, yazanı da Esranur Daşpınar’mış.


ÖLÇEKLERİN DİLİ
Güllerin kırmızısı olanı
Anlatır insana sevginin en büyüğünü
Hele o bembeyaz hanımeli
Bağlılığının sonsuza dek süreceğini.

Çok hoş ve saf olanı papatyalardır
Bazen beni en iyi yansıtan
Onlardır temiz bir kalbi
En doğru anlatan.

Doğru, çiçekler de anlatırlar
Aşkı, umudu, mutluluğu
İnanmıyorsunuz ama
Onların da bir dili var.


23 Nisan 2019 Salı


YİNE GÜNEŞ DOĞACAK
Çoluk çocuk, torun torba sahibi Mualla Nine, çoluğum çocuğum olsaydı ne işim vardı benim buralarda diyen Sıdıka Nine’ye manalı manalı baktıktan sonra iyice küçülen adımları ile huzur evindeki odasına çekilmiş. Dakikalarca odasının içinde gezinmiş. Eskilere gitmiş. Zaman zaman gülümsemiş, zaman zaman gözleri dolmuş. Zaman zaman dalıp gitmiş. Sonra da entarilerinden birine almış, ondan anneannesinin kendisine yaptığı gibi bez bir bebek yapmış. Bu bebeği iki sene evvel doğduğunu uzak bir akrabasından öğrendiği ama hiç görmediği torununun torunu yerine koymuş. Sevgi ve şefkatle öptükten sonra uyutmak için ayağına yatırmış uyuması için bir taraftan sallamaya bir taraftan da ona bir masal anlatmaya başlamış.
“Evvel zaman içinde saman kalbur içinde ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallarken büyük kentlerin birinde yaşayan bir anne ile bir de kızı varmış benim yakışıklı oğlum. Annenin adı Fatma kızın adı da Hatice’ymiş. Hatice’nin babası bir süre önce ölmüş. Onun ölümünden birkaç gün sonra da Hatice’nin üvey annesi Fatma Hanım değişmeye başlamış. Artık eskisi kadar Hatice ile ilgilenmiyor her fırsatta ona “ Seni seviyorum.” demiyormuş. Hatice, “Öküz öldü ortaklık bozuldu.” atasözünün bir kez daha kanıtlanmak üzere olduğunu düşünüyormuş.
Hatice, günlerden bir gün uzun uzun mütalaada bulunmuş, senin anlayacağın şekilde düşünmüş. Doluya koymuş almamış boşa koymuş dolmamış sonra da içinde hiçbir şüphe kırıntısı kalmaması için ince eleyip kalın dokuyarak kendince bir plan yapmış. Bu planı uygulayacak sonuç düşündüğü gibi çıkarsa üvey annesinin kendisini kovmasını beklemeden evi terk edecekmiş.
Esranur Daşpınar, Fatma Hanım’ın en çok sevdiği genç şairlerden biriymiş. O, onun şiirlerimi ezbere de bilirmiş. Bunu bilen Hatice, planlarından birini bunun üzerine oturtmuş. Esranur’un “ Bir Güneş Doğacak” isimli şiirini ona okumuş. Yanlış hatırlamıyorsam benim güzel oğlum, şiir şöyleymiş:

Yine güneş doğacak
Gecenin karanlığı üstümü örten
Bir battaniye gibi olsa da
Ben yine üşüyorum
Sabah olana kadar da üşüyeceğim
Biliyorum yıldızların saçtığı ışık
Beni ısıtmaya yetse de
Ben yine üşüyeceğim
Üşümeye devam edeceğim.
Gökyüzündeki ay
Koskocaman bir fener olsa da
Ben yine korkuyorum
Korkuyorum işte karanlıktan
Ama ben, yine de
İdare edeceğim dolunayın ışığıyla
Çünkü biliyorum ki bir gün
Yine Güneş doğacak
Yine aydınlatacak dünyamı.”
Şiiri tıpkı şimdi benim sana okuduğum gibi okuduktan sonra “ Kızın, yazmış olduğu bu şiirle şiir yarışmasında birinci oldu.” demiş “aferin”ini de almış ama Hatice’nin istediği aferin bu aferin değilmiş.
Hatice, bir saat, iki saat hatta bir gün hatta gel zaman git zaman, yapmış olduğu bu şeyin ne kadar yanlış olduğu hususunda annesinin kendisini uyarmasını beklemiş. Bu olmayınca da tam olarak hatırlayamadığı bir atasözünden hareketle annesine bir şans daha vermenin doğru olduğunu düşünüp Esranur Daşpınar’ın bir şiirini daha benim şiirim diye bir fırsatını bulup okumuş annesine. Bak, bu şiirde aynen şöyleymiş:

BİLMİYORUM
Bilmiyorum ne hayatı
Ne de hayatın başıboş benliğini
Sadece görüyorum, kadersiz ruhları
Ve yalnız yaşayan umutları
Tanımıyorum ne kendimi
Ne de anlamsız yüzleri
Korkuyorum sadece kendimden
O kapkaranlık gözlerden

Yaşanır sandım bu fani dünyada
Yanlış bildim yanlış anladım hayatı
Anladım l, şimdi bu boşlukta
Benden geriye kalan tek şey
Yalnızlıktan arta kalan hatıralar”

Ve sonra oğlum, Hatice bununla da yetinmeyerek:
— Anne, dün akşam yazdığım bu şiir bir şiir yarışmasına göndereceğim. Ne dersin? diye sormuş.
Fatma Hanım’ın o dakikalarda canı gerçekten burnundaymış. Kalkmış, ağzının ucuyla, “İçinden nasıl geliyorsa öyle yap.” Demiş, balkona çıkmak için kapıya doğru yönelmiş. Tam kapıdan çıkarken, Hatice, şiirin hakiki sahibinin adını annesine, olur a unutmuştur diye, anımsatmak istemiş: Anımsatacakmış ki annesi “ Kızım bu şiir Esranur Daşpınar’ın şiiri, ben yazdım diye nasıl dersin?” desin.
- Anne ya, bu şiir sence biraz Esranur Daşpınar’ın şiirine benziyor mu?
Fatma Hanın, durmuş, dönmüş, sonra da azarlar gibi çıkışmış kızına:
- Git Esranur’a sor. Ne bileyim ben Esranur’un şiirine benziyor mu benzemiyor mu? Tövbe tövbe!
Hiç beklemediği bir tepki ile karşı karşıya kalmak kelimenin tam anlamıyla Hatice’yi şoke etmiş. Hiç kıpırdamadan dakikalarca olduğu yerde öylece kaldıktan sonra kanepeye uzanmış. Bir süre sonra da gözleri kapanmış. Uyumuş. Uyandığında hava kararmış. Karnı da acıkmış tabii. Ağır adımlarla odadan çıkıp salona geçmiş. Salon ışıkları yanmıyormuş. Elektrikleri yakmış. Annesi pencerenin önüne oturmuş, dışarıyı seyrediyormuş. Işıklar yanınca toparlanmış üvey annesi:
— Kalktın mı, demiş. Sonra da eklemiş. “ Karnın acıktıysa bir şeyler hazırlayayım sana.”
Fatma Hanım’ın yasak savar gibi sorduğu bu soru üzerine Hatice, şüphesinde haksız olmadığı konusunda kesin karara varmış. Üvey annesine cevap vermeden odasına gitmiş. Amcasını aramış. Onların yanına gelmek istediğini söylemiş, ondan olur cevabını alınca da uyuyup zihnini dinlendirmek için yatmış. Ertesi gün erkenden kalkmış, üvey annesinin hazırladığı sabah kahvaltısından bir lokma bile almadan okula gitmiş. Arkadaşlarıyla vedalaşmış. Sonra da öğretmeninin yanına varmış. Öğretmeni kendisinin durumunu biraz biliyormuş. Düşündüklerini, planladıklarını i öğretmeni ile paylaşmış. Ondan helallik isteyip elini öpmüş, “ Allaha ısmarladık” demiş.
O ana kadar sözünü kesmeden Hatice’yi dinleyen Güngör Öğretmen, Hatice’nin elini avucuna almış,
— Demek ki üvey annen artık seni istemiyor, demiş.
— Evet öğretmenim.
—Yarın gidiyorum dedin
— Evet öğretmenim.
— Annene söyledin mi gideceğini?
— Bugün söyleyeceğim öğretmenim. Belki de bir mektup bırakırım. Onunla konuşmak istemiyorum artık. Ondan nefret ediyorum. Üvey anne işte, ne olacak.
Güngör Öğretmen’in daima tebessüm eden yüzü asılmış. Birkaç saniye Hatice’nin gözleri içine baktıktan sonra:
— Ben de yarın istifa edeceğim, demiş.
Hatice bu habere çok şaşırmış. Hayretle de sormuş:
— Nasıl yani öğretmenim?
— Basbayağı, istifa edeceğim. İstifanın anlamını biliyorsun değil mi?
— Niye ama?
— Çünkü ben iyi bir öğretmen değilim.
Hatice itiraz etmiş:
— Hayır, siz çok iyi bir öğretmensiniz. Biz sizi çok seviyoruz.
Öğretmeni, Hatice’nin yüzüne acır gibi bakmış:
— Söylediklerinden anlıyorum ki ben size pek bir şey verememişim.
Hatice yine itiraz etmiş:
—Hayır, bu doğru değil ama. Siz bize çok şey öğrettiniz.
Bu sefer de Güngör Öğretmen itiraz etmiş, başını iki yana sallayarak:
— Hani?
Hatice, ne söyleyeceğini bilememiş. Öğretmeninin ne söylediğini tam anlayamamış. Öğretmeni, Hatice’ye doğru biraz eğilmiş, biraz da sert, biraz da alaylı:
— Görüyorum ki, Hatice Hanım, annesini gözlemlemiş, yargılamış, cezasını kesmiş, demiş; sonra da sesini biraz daha yükselterek eklemiş:“ Yargısız infaz yapmayı mı öğrettim ben size Hatice? “
Ve de sonra hiçbir şey demeden Hatice’nin yanından ayrılmış Güngör Öğretmen.
Hatice, yaşı küçük olmasına rağmen aklı büyük kızlardanmış. Kalem kaşlarını çatarak dudaklarını büzüştürmüş. Öğretmeninin son söylediği cümleleri içinden yineleniş: “ Hatice Hanım, üvey annesini gözlemlemiş, yargılamış, cezasını kesmiş. Yargısız infaz yapmayı mı öğrettim ben size?”
Hatice bir süre yalnız kalıp düşündükten sonra öğretmeninin pek de haksız olmadığı kanaatine varmış. “ Hatice Hanım sizden özür diler öğretmenim.” diye söylenmiş sonra da üvey annesine söyleyeceklerini kurgulaya kurgulaya eve gitmiş. Çok yorulmuş. Üzerindekileri bile çıkartmadan kendini divanın üzerine atmış. Orada da öylece uyuyakalmış. Uyandığında üzerinde battaniye varmış. Bu durumdan üvey annesinin birazcık bile olsa kendisini sevdiği sonucunu çıkartıp sevinmiş. Tuvalet i için kalkmış. Annesinin odasının önünden geçerken kapının aralık olduğunu görmüş. Gayriihtiyarî gözleri içeriye kaymış. Gecenin bir yarısında üvey annesi pencerenin önündeymiş ve de gözyaşı döküyormuş. Hatice, ilk defa için için ağlarken görmüş üvey annesini. Yavaşça içeri girmiş. Kırgınlığını unutup ona sokulmuş. Ona olan kızgınlığını bir an için unutup “ Anneciğim” demiş. “ Ne oldu?”
Fatma Hanım daha fazla gizleyememiş olanları. Hatice’ye sarılmış, olanları anlatmış. Sorunların olası sonuçlarını düşünmekten hiçbir şey düşünmez hale geldiğini ifade etmiş. Farkında olmadan kendisini de ihmal etmiş olabileceğini gözyaşları içerisinde vurgulamış. Senden bir dakika bile ayrılmaya dayanamayan ben, senden yıllarca ayrı kalmaya nasıl dayanacağım?” demiş. “Zaman zaman tüm öfkemi senden çıkarttığım için beni bağışla “ diyerek özürler dilemiş. Soluklanmak için bir an durup kızının yüzüne baktığında kızından beklemediği bir tepki görmüş:
— Bunları benimle şimdiye kadar niye paylaşmadın anne ya? Ben de ne sandım?
Hatice’nin içten gelen tatlı sert çıkışı Fatma Hanım’ı etkilemiş hatta tüm kaygı ve korkusunu bir anda unutturup güldürmüş. Kızının saçlarını okşayarak:
—Vay, demiş. “Benim küçük kızım büyümüş de benden hesap soruyor.
Hatice, üvey annesine sıkıca sarılmış Sabaha kadar da orada hiç konuşmadan öylece kalmışlar.
Sabahleyin her zamankinden erken gitmiş okula Hatice. Kapıda öğretmenini beklemiş. Öğretmenini görünce koşarak yanına gitmiş. Öğretmenine her şeyi kâh duygulanarak kâh gülümseyerek kâh utanarak kâh gözlerinden birkaç damla yaş akıtarak anlatmış. Sonra da öğretmeninin gözleri içine bakarak sormuş:
— Öğretmenim siz bize yardım edebilir misiniz acaba?
Öğretmeni elindeki, çantayı yere bırakmış iki eli ile Hatice’ni bir elini avuçlarına almış:
— Şimdi, demiş “ Ben sana bir kâğıda eski bir talebemin adresini yazacağım. Yarın annenle oraya git. Sanırım o size bu konuda yardımcı olacaktır.
Güngör Öğretmen hemen oracıkta küçük bir kâğıda öğrencilerinden birinin adını, adresini yazmış. Hatice, çok sevinmiş, öğretmeninden izin alarak koşa koşa eve gitmiş. Annesinin elinden tutup öğretmeninin verdiği adrese götürmüş. Güngör Öğretmenin eski öğrencisi Fatma Hanım ile Hatice’yi çok iyi karşılamış. Onları dinlemiş. Fatma Hanım’ın sorunu Fatma Hanım için deve kadar olmasına rağmen Güngör Öğretmenin talebesi için pire kadarmış. Çünkü o, o konunun uzmanıymış. Birkaç saat içinde Fatma Hanım’ın sorununu halledivermiş. Sonra da gökten üç elma düşmüş, herkes mutlu olmuş.




22 Nisan 2019 Pazartesi


MASALCI NİNE “BİTMEMİŞ MASALI”I ANLATIYOR

1.BÖLÜM
Bir varmış bir yokmuş. Mahallenin birinde bir Masalcı Nine varmış. Her hafta başında parka gider masal anlatırmış. O hafta başında da tam saatinde parkın kapısından içeriye girmiş. Onu gören çocuklar hemen oyunlarını bırakmışlar, Masalcı Nine’yi dinlemek için yerlerini almışlar. Masalcı Nine, bugün anlatacağı masala özel olarak hazırlanmış. Bu nedenle de bir elinde bir çanta diğer elinde bir değnek varmış. Bu durum çocukların da gözlerinden kaçmamış. Cesaretini toplayabilenler çantanın içindekileri öğrenmek istedilerse de Masalcı Nine’den bir cevap alamamışlar. Bazıları değneğe özel anlam yüklemiş, korkmuş. Masalcı Nine, “ Bugünkü masalıma başlamadan evvel bir şeyler söylemek istiyorum size “ deyince de çocukların merakı artmış. Çocuklar, Masalcı Nine sözlerinin devamını hemen getirmeyince de kendi aralarında fısıldaşarak konuşmaya başlamışlar. Masalcı Nine’nin de öngörüsü bu olduğundan konuşulanlara kulak kabartmış:
—Geçen hafta çok konuştuk ya. Bu hafta da konuşursak değneği kafamıza vuracak. Dikkat edin.
— Çantada ne var ki?
— Ne olacak, çevreyi kirletenler utansınlar diye onların attıklarını toplamıştır.
— Saçmalıyorsun. Onlar utanır mı? Utansalar atarlar mı yediklerini içtiklerini yere? Hem çantaya konur mu onlar?
— O da doğru be. Öyleyse ne?
— Bence bu son masalı. Çantada bize hediye var. Annem söylediydi, köye gidecekmiş artık. Şimdi onu açıklayacak.
— Ha!
Konuşmalar kesilmeyince, Masalcı Nine öksürmüş. Çocuklar susmuş. Masalcı Nine çocukları süzdükten sonra konuşmaya başlamış:
—Çocuklar, adını anımsayamadığım ülkelerin birinin kuytu bir köyünde bir Masalcı Dede varmış. Her canlı gibi o da bir gün bu dünyadan göçmüş. Göçmeden evvel de bir vasiyette bulunmuş. Demiş ki, “Adıma bir masal yarışması düzenleyin tüm servetimi de bu yarışmada birinci gelene verin.
Para ile imanın kimde olduğu bilinmez derler. Siz de küçük bir köyde yaşayan bir Masalcı Dede’nin ne serveti olur demeyin. Masalcı Dede’nin servetinin boyutu inanılması güç bir meblağmış. Bir kişinin yedi göbeğini bir elleri yağda bir elleri balda olacak şekilde geçindirebilirmiş. Böyle olunca da göz açıp kapayıncaya kadarlık bir süre içerisinde yarışma haberi dünyanın dört bucağında duyulmuş. Milyonlarca kişiyi heyecanlandırmış. On binlerce kişi masal yazmak için kâğıda kaleme sarılmış.
Zaman su gibi akıp gitmiş, sayılı günler gelip geçmiş, yarışma süresi bitmiş. Sonuç açıklanınca da jürinin korktuğu başına gelmiş. Kızılca kıyamet kopmuş. Üzerine farz olan da farz olmayan da elin ağzı torba değil ki misali eğri-doğru, yalan-yanlış, bilen-bilmeyen herkes fikir beyan etmiş.
2.BÖLÜM
Çocuklardan biri çok heyecanlanmış,
—Birinci gelen masalı mı anlatacaksınız şimdi bize?
Masalcı Nine,
—Evet, demiş. “ Şimdi size bu masalı anlatacağım.”
Az evvelki çocuk, saclarını yana atarak “ yaşasın “ diye haykırmış, alkışlamaya başlamış. O alkışlayınca diğer çocuklar da alkışlamIŞ. Masalcı Nine de bu işe, bu coşkuya pek şaşmış. Masala başlamadan söyleyeceği daha başka şeyler de varmış ama onların hepsi aklından çıkmış gitmiş. Böyle olunca da mecburen, “Masala başlıyorum öyleyse.” deyip masala başlamış.
3.BÖLÜM
Bir varmış bir yokmuş sevgili çocuklar. Ben, annemin beşiğini sallarken sizin hiç görmediğiniz bir kişi, hiç görmediğiniz bir yere gitmiş, hiç görmeyeceğiniz birine bir şeyler söylemiş. Söz söylenen:
— Haydi git, kimse uğraşamaz şimdi seninle, deyip söz söyleyeni terslemiş.
Terslenmek, her zaman olduğu gibi terslenenin hoşuna gitmemiş. Ortam da kalabalık olunca hoşnutsuzluğu daha da artmış. Terslenen, hemen, o an orayı terk edip gitmek istemişse de kendisinde bir emanet varmış. Orta yere,
— Dediğimi yaparsan, seni şeyin şeyi yapacam dediydi bana, demiş.
Suzan Kadın, kapının girişinde ayakta duranlardanmış. Adnan'ın söylediğini duymuş, kayıtsız kalamamış:
— Kim ne yapacakmış seni Adnan?
Adnan, Suzan Kadın’a dönüp sualine yanıt vermiş:
— Onu unuttum da, bana şey dediydi Âdem Dayı, git benim hatuna söyle…”
— Benim karıya söyle mi dedi? Sultan’a mı?
Adnan, ciddiye alınmanın keyfi ile az evvelki mutsuzluğu mutluluğa dönüşmüş. Günde en az beş kez fırçaladığı inci gibi bembeyaz dişlerini göstererek başını sallamış:
— Heee! Ama hatun dediydi, karı demediydi.
— Ne zaman dediydi?
— İşte, üç beş saat kadar önce dediydi
Suzan Kadın, duymayanlara haberi ilk veren olmak istercesine ellerini kaldırarak yüksek tondan orada bulunanlara seslenmiş:
— Durun! Buraya bakın. Adnan, bir şey diyor.
Süer, Adnan’ı pek severmiş. Onunla zaman zaman şakalaşır, zaman zaman da kızdırırmış. Her durumda da onun söylediklerine pek gülermiş. Karşı köşede olmasına rağmen ayak parmakları üzerinde yükselip Adnan’a seslenmiş:
— Gene ne diyorsun koçum?
Sultan Kadın’ı, kalabalığın bir anda Adnan’a odaklanması öfkelendirmiş. Elleri ile dışarıyı işaret ederek nezaket kurallarının dışına çıkmış:
— Eğlence arayanlar dışarı çıksın, Burası düğün evi mi be!
Adnan, kalabalığı yararak Sultan Kadın’a yaklaşmış, af diler gibi:
— Âdem Baba sana bir haber gönderdiydi de onu haber verecektim ben sana, demiş.” Gusura galma ırahatsız ettim.”
Sultan Kadın, karakaşlarını çatarak ve de bir boğa gibi burnundan soluyarak:
— Âdem baban yok, demiş. “Âdem baban kayboldu.”
Adnan, Sultan Kadın’ın yüzüne bir süre donuk donuk baktıktan sonra yarım bıraktığı sözünü tamamlamış:
— Âdem emmim git şeye, haaa, Sultan’a söyle beni marak etmesin, üç beş saate kadar gelecem dedi, sonra da sakın unutma diye tembihledi bana. Onu söylemeye geldiydim ben.
Sultan Kadın, Adnan’ın sözlerini ciddiye almamış. Ses tonuna da bunu yansıtmış:
— Ne zaman dedi bunları sana? Rüyanda mı?
— Söylemeyi unutmazsan sen, seni şeyin şeyi yapacam da dedi bana ama ben o şeyi unuttum
Kazım, Adnan’a tahammül edemeyenlerdenmiş. Bağırmış:
— Atın şunu dışarıya, bir de bununla mı uğraşacağız be!
Adnan’ın yanında bıyığı yeni terleyen bir genç varmış. Biri emir verse de yapsam der gibi duruyormuş. Kazım'ın sözlerini emir telakki etmiş Adnan’ın kolundan sıkıca tutmuş, dış kapıya doğru itmiş. İterken de azarlamış:
— Haydi yürü, çık dışarı.
Köylünün, Aksakallı Dede’si, hadiseyi duyar duymaz oraya gelenlerdenmiş. Geldiğinden beri, konuşulanları dinliyor, olanları izliyormuş. Kendisine verilen payeden de kuvvet alarak ağırlığını koymuş:
— Durun hele bir. Bir dinleyelim çocuğu.”
Kazım, anında karşılık vermiş Aksakallı Dede'ye:
— Nesini dinleyeceğiz bunun? Herkes burnundan soluyor zaten.
Aksakallı Dede davudi sesliymiş. Hiddetlenince sesinin etkisi daha da artarmış.
— Nicelerini gördüm ben en akıllıyım diyeni cebinden çıkartır evladım, deyip Kazım’ı susturmuş.
Adnan, birinin kendisine arka çıkmasına sevinmiş. Yüzü gülmüş, gözleri parlamış. Sağındakileri solundakileri ite ite Aksakallı Dede'nin yanına varmış. Ellerini göğsüne kavuşturup:
— Buyur dede, demiş.” Emrin mi var bana?”
Aksakallı Dede sormuş:
— Söyle bakayım bana, bugün mü gördün Adem babanı sen?
Biraz düşünmüş Adnan. Başını kaşımış sonra da, gülümseyerek:
— Heee, demiş. “Aşamdan sonra gördüm”
— Nerede, nerede gördün oğlum?
Adnan, uzaklarda anlamında bir işarette bulunduktan sonra kendine göre olabildiğince ciddi : “Git şey anana de dedi bana.” demiş. “ Yanında da kocaman kara bir enik vardı. Enik benim yüzümü de yaladı.
Aksakallı Dede, Adnan’ın gözleri içine bakmış:
— Sultan Ana’na mı?
—Ha işte dede, Sultan Ana’na de, yemeklerini yesinler benim ecele gitmem lazım, dedi.
— Fakat akşam geçeli çok oldu yavrum. Gece yarısı oldu zaman.
Adnan, bu söz üzerine, başını öne eğmiş ağlamaklı olmuş:
— Ben oyuna dalmışım, unutmuşum.
Adnan’ın cevabı gülüşmelere yol açmış.
Aksakallı Dede, odayı süzmüş. Bu süzüş oradakileri kendilerine getirmiş. Aksakallı Dede’nin isteği de buymuş zaten. Susmuşlar.
— Bana sorarsanız Adnan uydurmuyor, demiş Aksakallı Dede. “Belli ki, köpeği ile bir yere gitmiş.”
Kazım, Aksakallı Dede’nin Adnan’ın sözüne itibar etmesine bozulmuş:
— Şunun sözüne mi inanıyorsun dede, demiş.
Aksakallı Dede, torunu yaşındaki birinin ukalaca yorumuna aldırmamış:
— Uydurma değil, uydurma değil bu da, dedikten sonra da Sultan Kadın’a dönüp ondan bir istekte bulunmuş: “ Dışarı çık da Sultan Kadın, şu köpeğinize bir seslen bakalım.”
Sultan Kadın, Aksakallı Dede’nin sözü üzerine, pek de hızlı olmayan adımlarla dışarıya çıkmış. Kapının ağzından, yasaksavar gibi köpeğine seslenmiş. Hiç beklemeden de dönüp:
—Yok, demiş. “Kuş olsa uçardı sesimi duysa. “

Vedat, hemen atılmış, sağ işaret parmağını yanı başındaki adamın sırtına sürterek:
—Nah şuraya yazıyorum, demiş. “ Onların başına mutlaka bir şey geldi. Gelmeseydi şimdiye çoktan dönerlerdi. “
Vedat’ın ilk cümlesi ve hareketi Adnan’a ilginç gelmiş. Aksakallı Dede’nin sırtına işaret parmağını sürterek
—Nah şuraya yazıyorum, demiş
Sonra da seğirterek Sultan Kadın’ın yanına gitmiş, el çırpmış:
— Senin koca gitti, senin herif gitti, demiş
Akabinde de,
— Deli Adnan gidiyoo artık, güle güle deyip ellerini kaldırmış mekândakileri selamlayarak oradan ayrılmış.
4.BÖLÜM
Masalcı Nine masalın birinci bölümünü bitirdiğinden susmuş. Derin bir of çekmiş. Çocuklar da of çekmiş. Masalcı Nine “ Size ne oluyor?” gibisinden başını sallamış. Çocuklar da başını sallamış. Masalcı Nine gülmüş. Çocuklar da gülmüş. Masalcı Nine, çantayı açmış çocuklar heyecanlanmış. Çocuklardan birini yanına çağırmış ,” Sen burada böylece duracaksın zaman zaman Abakay Hanım zaman zaman da Metin Bey olacaksın” demiş. Ardın da çantadan bir şeyler çıkartıp yeri geldiğinde kullanmak üzere bir yerlere bırakmış. Ve de zaman zaman anlatarak zaman zaman canlandırarak hazırladığı masalın ikinci bölümüne geçmiş:
Saat gecenin dördüydü.
Tuvalet ihtiyacı için kalkan Abakay Hanım, kocasının çalışma odasındaki ışığı görünce kapıyı vurarak içeriye girdi:
— Hayrola hayatım bu saatte, dedi.
— On ikide kalktım, bir kelime bile yazamadım Yazamıyorum.
— Olmayınca olmuyor. Haydi, yatağa. Uyu biraz. Yarın işe gideceksin.
— Yarın akşama kadar teslim etmem gerekiyor bunu.
— Yarın yazarsın lokumum.
Metin Bey, “ Başlayacağım şimdi senin lokumundan.” diyecekti demedi. Elindeki tespihi yere fırlatıp çıkıştı:
— Ne diyorsun sen Abakay? Bir aydır doğru dürüst bir kelime bile yazamıyorum Sinirden keçileri kaçıracağım. Yüzlerce masalı bir çırpıda bitiren ben bir masalı bitiremiyorum ya! Bittim sanki.
Abakay Hanım’ın içinden “ Bana ne bağırıyorsun?” diyerek odanın kapısını çarpıp oradan çıkmak geldi ise de, iç sesini dinlemedi. Aksine, tatlı bir gülümseme ile içeriye girip kocasının yanına vardı, kolunun birini onun boynuna attı:
— Akıl vermek gibi olmasın da yeni bir masala başlayıver. Ya da ne bileyim başlayıp da sonunu getirmediğin bir sürü masalın var, onlardan birini bitir, dedi. Ses tonu sevecendi, yol göstericiydi.
— Hayır efendim. Bu masal bitecek. Ya bu masal bitecek ya ben biteceğim.
— Söyle, sana çay mı yapayım kahve mi?
Metin Bey, karısının kolunu omzundan atıp sert sert karısına baktı. Kaşı ile gözü ile masanın üzerinde durmakta olan yarısı dolu çay bardağını işaret edip çirkinleşti. Bununla da yetinmedi:
— Kör müsün? Şuradaki çayı görmüyor musun? İçim dışım çay oldu, kahve oldu, sen hala çaydan meydan bahsediyorsun kadın. dedi.
Abakay Hanım, kırıcı bir tepki vermemek için kocasına, içinden ona kadar saydı Uygulamasının faydasını da gördü. Kocasının yanağına bir öpücük kondurdu. “ Bir şekiİde halledersin sen, üzme kendini. Ucunda ölüm yok ya…” dedi.
Abakay Hanım’ın yaklaşımı ve tatlı dili, tatlı dil yılanı deliğinden çıkartır sözünü bir kez daha ispatlamak istercesine Metin Bey’i yumuşattı. Metin Bey, karısının elini tutup gözlerinin içine baktı, romantik takıldı:
— Geçen gün bana bir şiir okumuştun, okurken içim bir hoş olmuştu, Okusana bir daha onu.
Abakay Hanım, şiiri de şiir okumasını da severdi. Onun için şiir demek akan suların durması demekti. Metin Bey de bunu bildiği için, bir bakıma özür dileme amacıyla böyle bir şey istemişti. Şiir sözünü duyan Abakay Hanım heyecanlanıp sordu:
— Hangisiydi ki o?
— Adını anımsayamadım yalnız, genç bir şairin şiiri olduğunu söylemiştin. Adı da Azra mıydı, Esra mıydı, ne?
Abakay Hanım, gözlerini kıstı el parmaklarını çıtlattı.Çocukluğundan beri bir şey anımsamak istese hep böyle yapar çoğu kez de faydasını görürdü. Yine gördü, keyiflendi:
— Hatırladım, dedi “Esranur Daşpınar’ın bir şiiriydi. Okurken gözlerin dolmuştu.”
—Haydi kabak çekirdeğim. Şakı da üzerindeki gamı atayım bir.
Esranur Daşpınar ismini hatırlayan Abakay Hanım için şiiri anımsamak zor olmadı. Nazlanmadı. Kadife sesi ile şiiri okudu:

Hani içimde gizleyip
Bir sır gibi saklarsın ya yaşadıklarımı
Hani, ne çekersen çek
Kimse anlamaz ya acılarını
Gözlerinde akan tek bir damla boyaya bile
Hiçbir kimse bakmazsa hani
İşte, her kim yaşarsa böyle bir hayatı
Anlar bu dünyadaki
Yalnızlığın anlamını.

Metin Bey, karısının beklediği alkışı vermedi. Yerdeki tespihi aldı. Parmaklarına doladı. Masanın üzerinden dolmakalemini ve bitiremediği masalı da aldı. Üst pijamasının bir cebine dolmakalemini öteki cebine bitiremediği masalı koydu. Pijamasının üstünü çıkarttı. Askıya astı. Odadan çıktı. Birkaç dakika sonra üzerinde güneş resmi olan, papatya resmi olan bir de baykuş fotoğrafı bulunan bir gömlek olduğu halde içeriye girdi, girerken de :
—Haydi kabak çekirdeğim benim, lokumuna Esranur’dan bir şiir daha oku da gönlümüz iyice tatlansın, dedi.
Abakay Hanım’ın çocuk ruhu uyandı Masanın üzerindeki kâğıtlardan bir tane aldı. Düzgünce katlayarak cebine koydu. Ellerini tükürüğüyle ıslattı, kaşlarını, saçlarını düzeltti. Esas duruşa geçti. Gözlerinin önüne yüzlerce dinleyici getirdi. Başı ile selam verdi onlara. Az evvel geceliğinin cebine koyduğu kâğıdı çıkardı. Açtı. İlkokul öğrencisi edasıyla şiiri okumaya başladı:

Sayfalar yetmez ağıtlarıma
Belki de aklar düşer kara saçlarıma
Her gün dans eden bu benliğim
Belki de bugün dans etme diye
Kapanır ayaklarıma...

Bedenimi karlar doldursun
Ruhumu rüzgâr savursun
Geriye kalan işlerimi ise
Alevler yakıp kavursun
Diyeceğim…

Şiir bitince Metin Bey de çocuklaştı. Avuçlarını patlatırcasına alkışladı. “ Bravo! Aferin! Yaşa! “ dedi Daha da ileriye gdip coşkuyla avazı çıktığı kadar “Oley” de diyecekti, karısının“ Oley kadar taş düşsün başına, mahvettiniz Türkçeyi ”diye söyleneceğinden korktu vaz geçti.
5.BÖLÜM
Masalcı Nine sustu. Çocukları tek tek süzdü. Bir saniye üç saniye beş saniye yüz saniye derken Nazlı daha fazla dayanamayıp sordu:
— Sonra Masalcı Nine?
Bu soru Masalcı Nine’nin beklediği ve de istediği soruydu. Tertemiz tatlı gülüşünü ile gözlerinin ışığını kavuştırdu,
— Sonrası yok Nazlı kızım, dedi. “ Masal bitti.”
6.BÖLÜM
Masalcı Nine’nin Nazlı’ya verdiği cevap çocuklar için sürpriz oldu. Şaşırdılar. Akıllarından geçeni söylemeye başladılae:
— Ne biçim masal bu ya!”
— Bence ne biçim olduğu için kazanmış.
— Masalın başlığı bitmemiş masal dı. Masal da bitmemiş işte.
— Türk mü yazmış masalı?
— Nasıl yani?
— Dinlemedin mi sen masalı?
— Dinledim.
— Nerenle dinledin? Masalı yarım bırakanın isimi Metin’di. Metin Türk ismi değil miydi? Abakay da öyle.
— He yaaa, hiç dikkat etmemişim. Vallahi kahramanları da Türktü.
— Ben kazanmayanları merak ettim ya. Bu masal böyleyse, onlar nasıldı kim bilir?
— Bence, Masalcı Nine uydurdu bu masalı. Yarışma marışma hikaye
— Sen fesatsın oğlum. Niye uydursun ki?
— Neyse ne. Değişik geldi bana. Çok beğendim. Bayıldım.
— İki gözüm önüme aksın ben bir şey anlamadım.
—Çocuklar susun. Ayıp. Çaktırmadan bizi dinliyor.
—Bemce masalcı nine masalı anlayalıl diye adaptasyon yaptı.
—Türkçe konuş. Adaptoyon ne?
—Lügat diye bir şey var.
—Lügat ne?
—Sözlük, sözlük. Bunu da bilmiyorsan.

7.BÖLÜM
Masalcı Nine, birkaç kez öksürdü. Çocuklar sustu. Masalcı Nine, kınalı saçlarını göstermek istiyorcasını başını açtı, başörtünü düzeltip yeniden başına bağladı. Sonra da şöyle bir açıklamada bulundu:
— Çocuklar, yarışma için on binlerce kişi kaleme sarılmış ama bunlardan yarısı bir kelime bile yazmadan vazgeçmiş, bir kısmı başlamış bitirememiş, bir kısmı yazmış benim yazdığım kazanmaz deyip masalını yarışmaya göndermekten vazgeçmiş, bir kısmı yazdıklarını birilerine okutmuş onlar beğenmedikleri için masallarını yırtıp atmış, bir kısmı adresi yanlış yazdığından yazdıkları yerine ulaşmamış, ulaşanlardan bazıları kurallara uymadıkları için elenmiş. Kimine göre jüriye üç beş masal kimine göre bir masal ulaşmış.
8.BÖLÜM
Çocuklar gülüştü. Hayıflananlar oldu:
— Ayyyy! Ben de bir defasında bir masal yazdım ama kazanamam diye göndermemiştin
— Geçen ayki resim yarışmasını da Sevinç kazandıydı ya, Demek ki sadece o katılmış.
— Bizde de bir hikâye yarışması vardı. Veli’ye gösterdim. Dudak bükünce ben de yırttım attım. Kıskandığım için öyle dedim demiş, Şamil’e.
— Valla ben bundan sonra tüm yarışmalara katılacağım. Ne kaybederim ki?

9.BÖLÜM
Masalcı Nine, “ Kuzucuklarım!” dedi birkaç kez Adile Naşit’i taklit ederek. Çocuklar sustu.
Masalcı Nine, her zaman değilse bile zaman zaman masal bitiminde dinleyicilerine/izleyicilerine aşağıdaki soruyu soruları sorar alacağı cevap ya da cevapları da heyecanla beklermiş. Cevaplar onu bazen keyiflendirir bazen üzer bazen de şaşırtırmış. Bazen de hayal kırıklığına uğratırmış.
— Anlattığım bu masaldan kim ne çıkarttı? Kim söyleyecek?
Cevaplar bazen anında bazen dakikaler sonra gelirmiş. Günler sonra gelen cevaplar bile olurmuş.
Bu sefer cevap Şakir’den anında gelmiş:
— Yazarken de daldan dala atlayacağız öğretmenim yani Masalcı Nine. Yazdığımızdan kimse bir şey anlamayacak, tıpkı anlattığınız bu masal gibi. Birde… Birde şey, bizden başka yarışmaya katılan olmazsa iyi olur.
Orada bulunanlar Şakir’i alkışlamışkar. Alkışkar sürerken bir şey olmuş. Çocuklardan biri tüm gücü ile bağırmış

10.BÖLÜM
— Her koyun kendi bacağından asılır. Herkes kendisinden sorumludur.
Çocuklar bir anda el ele tutuşup masalcı nine içerisinde alacak şekilde daire oluşturmuşlar.
Çocuğun kurduğu cümleler, masalcı ninenin çok sevdiği çok da kullandığı cümlelermiş. Durup dururken çocuklar tarafından kullanılması Masalcı Nine’yi hem şaşırtmış hem de taklit edildiğini sanıp bozulmasına neden olmuş.
Çocuklar Maslcı Nine’nin etrafında el çırparak dönmeye de başlamışlar. Mevlüt, pişmiş aşa su katmış çocukların daha evvel hazırlayarak az sonra sergileyecekleri gösteriyi bekleden:
—İyiki doğdun Masalcı Nine, iyki varsın, doğuml günün kutlu olsun diye bağırmış.
Gökten kocaman elmalı bir pasta düşmüş, dileyen dilediği kadar yemiş.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.