31 Mart 2019 Pazar




Ezberi kuvvetli bir adam değildi. Kuvvetlinin de ötesinde ezber diye bir şey yoktu. Hiç bir şey aklında tutamazdı. Zaman zaman kendi adını bile unuttuğu olurdu.
Sokak çalgıcısı biri biraz ötesine geldi. Tezgâhını kurdu. Uzun kara sakallı genç bir oğlandı. Yanında da hippi kılıklı bir kız vardı.
Cevher, böyle şeylerden de böyle insanlardan da haz etmezdi.
“ Şöyle beş dakika rahat yok “ diye söylenerek kalkıyordu ki sokak çalgıcısının çalmaya başladığı parça hoşuna gitti. Oturdu. Dinlemeye başladı. Göz ucuyla şarkıcıya da hippi kılıklı kıza da baktı. Yaşlı bir kadın önlerindeki şapkaya ilk paralarını attı. Yirmi liraydı.
Cevher, sinirlendi kadına. “Madem yirmi lira verdin, dinle bari” dedi. Gerisini de getirdi: “Yarın ben de düdüğümü alıp geleceğim buraya, bakalım bana da verecek misin? Ben bir lira istesem dilencisin diye kovarsın.”
Sokak çalgıcısının önündeki şapkaya iki kişi daha para attı. Temiz giyimli başka biri çalgıcının kulağına doğru eğildi. Üzerindeki giysiler markaydı. Çalgıcıya bir şeyler söyledi. Çalgıcı, hippi kılıklı kızı yanına çağırdı. Fıs fıs konuştular. Hippi kılıklı kız bir an düşündükten sonra, olur manasında başını salladı. Sokak çalgıcısı temiz giyimli adama baktı. Temiz kılıklı adam gülümsedi. Elindeki gösterişli çantayı ne olur ne olmaz diye düşünerek kucağına aldı. Sıkı sıkı sarıldı.
Cevher, bütün bu olanlara şahit oldu. Oradan hemen ayrılma kararını öteledi.
Mesele birkaç saniye sonra anlaşıldı. Kodaman adam bir parça istemişti.
Hippi kılıklı kız, içten, parçayı söylemeye başladı:
“ Ne ağlarsın benim zülfü siyahım
Ne ağlarsın benim zülfü siyahım.”
Ses etkileyiciydi. Türkü içten de söyleniyordu.
Önlerinden geçenlerden hippi kılıklı kıza bakmayan olmadı. Durup dinlemeye başlayanlar bile oldu. Bu durum hippi kılıklı kızı da etkiledi, bu etkileniş hippi kızın sesine de yansıdı.
“Bu da gelir bu da geçer ağlama
Bu da gelir bu da geçer ağlama”
Sokak çalgıcısı türküyü bilmiyordu. Çalar gibi yapıyor zaman zaman anımsayabildiği kadarıyla tellere dokunuyor, belli belirsiz ses çıkartıyordu.
“ Göklere yükseldi figanım ahım
Bu da gelir bu da geçer ağlama “
Cevher, hippi kılıklı kızı da çalgıcı oğlanı da göremez oldu oturduğu yerden. Hiç yapmayacağı bir şey yaptı. Bankın üzerine çıktı. Aynı durumda olan başkalarını görünce rahatladı. Hippi kılıklı kıza baktı, böyle bir kızın böyle bir türküyü bu kadar candan okumasına inanamıyordu. İstekte bulunan kodamana da baktı. Aynı pozisyondaydı. Gözleri dolu doluydu. Hippi kılıklı kız da bunu fark etmişti. Türkünün son bölümünde ona yaklaşmak istedi. Ona doğru hareketlendi:
“ Daimiyim her den ermez bu sırra
Yusuf sabır ile vardı Mısır’a “
Kalabalık daha da arttı. Kalabalıktan pek çok kişi türküye eşlik etmeye başladı.
Hippi kılıklı kızı takip edenler hippi kılıklı kızla beraber kodamanın gözleri içine baktılar. Kodaman, resmen ağlıyordu. Telefonun kameraları onlardan tarafa çevrildi.
“ Koyun oldum ağladım ardın sıra
Bu da gelir bu da geçer ağlama“
Kodaman şöhret yapmış bir psikolog ve yaşam koçuydu. Hippi kılıklı kız da kodamanın dokuz yıldır küs olduğu kızıydı

23 Mart 2019 Cumartesi









ALLAH DEVLETİMİZE ZEVAL VERMESİN
Ne konuşacaksın ki… Laf lafı açtı; uzun uzun dedemiz Saim’den bahsettik. Malum, hava dün yağmurluydu. Fırtına da vardı. Ve de dün bayramdı da. Yıllardır yüzünü görmediğimiz Okran hemen karşı caddede oturan kayınvalidesi Kevser Hanım’a bayram ziyaretine gelmişler. Kısmet ya, bulamamışlar. Ellerinde küçük bebek de var. Yağmur da bir hayli. Akıllarına biz gelmişiz.
Kapı çalındı, açtık; bir de ne görelim Okran, karısı, kucaklarında Meltem ve de delikanlılığa adım atmış Akif:
“ Hayırlı bayramlar!”
“ Hayırlı bayramlar.”
Karım, kendilerini hiç görmedi. Tanıştırdım.
Çaylar, kahveler içilirken laf döndü dolaştı eski günlere gitti, konuştuk. Bir taraftan da gözleri dışarıdaydı, müsaade istemek için yağmurun dinmesini bekliyorlardı, anladım.
Bir aralık söz bitti: Okran:
— Bizim kayınvalideyi gördün mü İsmail, dedi. “Yoktu da…”
Samimiyetimiz yoktu kayınvalidesiyle ama yolda izde karşılaşırsak kırk yılda bir, merhabalaşırız.
— Görmedim dedim. Biraz da kinayeli ekledim, “ Not bıraksaydınız, geldik bulamadık deseydiniz”
Anlamadı ne demek istediğimi Okran. Karısına döndü:
— Hiç aklımıza gelmedi bak bu, dedi.
Karısının aklında ne vardı bilmem, zoraki gülümsedi ama bir şey de demedi.
Ertesi sabah pek keyifsiz kalktım. Belirli bir rahatsızlığım olmamasına rağmen keyfim de yoktu doğrusu. Evin içini birkaç kez dolaştım.
Dün gece pencerenin önüne bir tabure koymuştum. Bir saat kadar üzerinde oturmuş ve dışarıyı seyretmiştim. . Dedem de öyle yapardı. Ona öykünmüştüm belki de.
Birdenbire aklıma geldi. Çok da şahit olmuştum aslında. Özellikle sıkıntılı günlerinde, miskinliğin üzerine çöreklendiği anlarda kendisini zorlayarak kalkar, abdest alır, namaz kılardı dedeciğim.
Yalan yok, abdest almayalı, namaz kılmayalı yıllar yılı olmuştu. Birden kendi kendime “Ya bismillah İsmail” dedim Banyoya gittim, abdest aldım. Fena gelmemişti. Ama abdesti doğru mu almıştım? İçime kurt düştü, kütüphanemden bir namaz kitabı buldum, baktım. Doğruydu. Yıllar sonra eksiksiz anımsamış olmam, ne yalan söyleyeyim, sevindirdi beni. Dedem öğretmişti. Canı rahmet çekti derler ya, Allah rahmet eylesin! Âmin!
Bugün de bayram. Bayramın ikinci günü.
Saat sekiz olunca, belki bir gelen gider olur diye, hanımı, çocukları uyandırmak istediysem de vazgeçtim. Daha doğrusu düşüncemi uygulamayı dokuza öteledim. Saat dokuz olunca kapılarını çalıp “kalkın” diyeceğim, şaka ile karışık azarlayacağım onları:” Bugün bayram, olur mu bu kadar yatmak.”
Mutfağa geçtim. Türküler mırıldanarak kendime, aylar sonra güzel bir kahvaltı hazırladım. Çay demledim, peynir, zeytin koydum masaya. Sosis varmış buzdolabında ondan bile haşladım. Sonra Murat’ın köyden gelirken getirdiği - evdekilere halamın gönderdi demiştim - hormonsuz domateslerden bir tane aldım, yıkadım. Domatesi dilimlerken mis gibi domates kokusu mutfağı doldurdu.
Çayımdan ilk yudumu alırken, Aksu geldi:
— Günaydın babacık, dedi. Hayırdır?
— Elini yüzünü yıka da gel dedim. Baba kız bir kahvaltı yapalım.
Banyoya girecekmiş. Duş yapacakmış. Sizin anlayacağınız önerimi kabul etmedi. Ben de “ Canıma minnet ” dedim.
Dakika dolmadan geri döndü kızım:
— Vaz geçtim duş yapmaktan, dedi.
Kendine çay doldurdu. Karşıma oturdu.
— Baba ya, dedi.
Domatesten bir dilim attı ağzına. O da beğendi domatesi. Sözle de ifade etti düşüncesini.
— Ne güzel tadı var.
— Eskiden yediğimiz domatesler böyleydi işte, dedim coşkuyla. Çocukluğumdan hatırlıyorum bir salata yapılırdı, kokusu her yana yayılırdı. En iştahsızın bile yiyesi gelirdi.
— Baba…
— Hı!
— Hala hala diyorsun ama ben bu halayı hiç görmedim.
— Yok ya!
— Vallahi. Sokakta görsem tanımam.
Söylediği yanlış değildi. İki yaşında falan görmüştü, bize gelmişlerdi bir vesile ile anımsaması olanaklı değildi.
— Ama o seni hatırlıyor, dedim laf olsun diye. Ve ekledim. “ Selam gönderir hep sana.”
— Köyü de görmedim ben hiç.
— Biliyorsun işte, gidemiyoruz köye.
— Niye?
— Niyesi var mı işte kızım. Annenin tarafı…
— Ama kaç yıl geçmiş aradan.
— Anneannemi hiç görmedim, dedemi de hiç görmedim, onlardan kimseyi görmedim.
Birden sinirlendim.
— Ne yapayım, dedim. Bizi defterden sildiler. Gittik kovdular, adam koyduk araya gene olmadı. Biz de koyuverdik ipin ucunu.
— Mesele neydi?
— Vallahi bir şey şöyleyim mi kızım sana, mesele neydi onu da unuttum. Belki inanmayacaksın sildim beynimden be!
— Ama bir şey de anlatmıyorsunuz ki. Anneme de bazı soruyorum, suratı beş karış oluyor, ısrar edince de kem küm kem küm… Haydi baba, neler olduğunu bilmek istiyorum. Niye böyle oldu aranız?
— Unuttum dedim ya evladım.
— Unutmamışsındır.
— Yalan mı söylüyorum sana, ben akşam ne yediğimi hatırlamıyorum.
— Mercimek çorbasıyla patlıcan oturtma yedik.
Boş bulunup “ nah!” diyeceğimi ve de benimle kafa bulacağını ummuştu, “ Sen gençsin tabi” dedim, hatırlarsın.
Belki verdiğim cevaba bozuldu, belki sohbet açmadı; kalktı masadan. “ Ben banyoya gidiyorum “ dedi ve gitti.
Masada iken bir ağırlık çöktü üzerime. Kalkayım malkayım derken, başımı masanın üzerine koymuşum:
Karımın, sarsıp seslenmesiyle kendime geldim.
— Hayrola İsmail.
İçim geçmiş. Rüya bile görmüştüm. Az evvel halamdan bahsetmiştik ya halamı gördüm. Farkında değilim, uyanınca gülümsemişim.
— Niye gülüyorsun?
— Özüm geçmiş.
— …
Elimde olmadan derin bir iç geçirdim.
— Halamı gördüm rüyamda, dedim.
Karım yanıma çöktü:
— Hayrola? Nasıl gördün?
— Köydeymişiz işte. Bana seslendi, çocukluğumda yaptığı gibi, köy ekmeğinin içine ağdayla yağı doldurmuş.
Yıllar yılının verdiği özlemle gayriihtiyarî gözlerim doldu, dudaklarım büzüştü. Ağlamamak için kendimi sıktığımı hisseden karım, “ Ben bir elimi yüzümü yıkayayım bahanesiyle mutfaktan çıktı.
Bir süre sonra geri döndüğünde “ ağladığımı anlamamak” için kör almak gerekiyordu. Gülümsemeye çalışarak:
— Hangi dağda kurt öldü böyle, dedi.
Kahvaltıyı kastederek söylüyordu. Amacı, konu değiştirmekti.
Öylesine , “ Bundan böyle, böyle” dedim.
Kendine çay doldurdu. Masaya oturdu. Gözlerimin içine bakarak ve de az evvelki ruh durumumu da düşünerek, boş ver, takma kafana manasında gülümsedi.
Birden, içimden geldi,
— Sena, dedim.
—Efendim canım, dedi ki bu iki kelimeyi bana acımadığı zaman kullanmazdı.
Heyecanlandım:
— Sena!
— Efendim
— Bizim örfümüzde âdetimizde de vardır?
— Hayatım söylesene.
— Ya, diyorum ki…
- …
— Şey, hani diyorum biraz sonra arabaya atlasam, köye gidip bir annemin babamın mezarını ziyaret edip gelsem. İçimden geldi birden. Olur mu ne dersin ha?
Farkında değildim, kızım da gelmiş. Birden coşkuyla ellerini çırptı, heyecanla “ Ne olur ne olur baba, ben de geleyim” dedi. Boynuma da sarıldı.
Sena, ayağa kalktı. Heyecanlanmış mıydı, sinirlenmiş miydi anlayamadım. Bir süre, gözlerini kırparak, ayağını tempo tutar gibi yere vurdu.
Ben epeyce bir süre orada öylece kala mı kalmıştım yoksa kızım dünya rekoru kırmak gayesi ile odasına gitmiş gelmiş miydi bilmem, Aksu’nun sesi ile kendime geldim:
— Ben giyindim baba, hade gidelim.
Böyle bir desteğe hakikaten ihtiyacım vardı.
— Haydi, dedim kendimi verdiğim söz ile bağlamak için. Sonra da karıma dönüp onayını almak ya da tepkisini görmek istedim. Soğuk bir sesle, “ İstiyorsanız gidebilirsiniz…” dedi.
Ben de Aksu’da , “ Sen de gel” diyemedik, gelmek ister misin diye de soramadık.
Aksu, cayma gibi bir durum ortaya çıkmasın diye olsa gerek:
— Ben arabanın yanında bekliyorum” dedi, bir şey dememe olanak bırakmadan dışarı çıktı.
Ben de hazırlandım Biraz da ağırdan aldım. Bir yere giderken, sürekli şunu yap bunu yap, onu giyme bunu giy” diyen Sena gelip gene başımın etini yesin (!) diye. Gelmedi. Gitmemi onaylamadığından olmadığını biliyordum.
Hazırlanıp dış kapının önüne geldim. Karım hala mutfaktaydı ve hala ayaktaydı. Yanına gitmeye ürktüm.
— Ben gidiyorum, dedim Bir süre karşılık vermemi bekledim sözüme ama olmadı.
Kapıyı açarken “İnşallah yatsıya döneriz “dedim. Tam dışarı çıkarken, “ Ben de geleyim mi?” dedi.
Mutfak kapısına gelmişti. Sesi titremişti “ Ben de geleyim mi” derken.
Kapıyı yavaşça örttüm. Başımla, gözlerimle “olur” dedim.
Bizim evden ilçe üç saat ilçeden de köy kırk beş dakika kadardı.
Hiç durmadım ilçeye kadar, karım yan koltukta hep dışarıya baktı. Aksu, birkaç kez konuşmayı, duygularını ifade etmeye çalıştı, ben de annesi de konuşmayınca o da sustu.
İlçede, bir bakkalın önünde durdum. Halama bir şeyler aldım. Olur a, karım da annesine, babasına uğrar (uğrarız) belki diye onlar için de bir şeyler aldım.
İlçeden köy yoluna girince, tarif edilmesi güç duygular içine kapıldım. Son geldiğimde yollar topraktı ve dardı. Şimdi hem genişletilmiş hem asfaltlanmış
İşte o köprü… Hâlâ yerinde…
İşte o dev… Yaşı en az yüz elli imiş. Koca çınar. Gene ziyaretçisi var.
Şu çeşmeyi de hatırladım. Suyu kesilmiş…
Gözlerim hem yolda, hem çevremde hem kızımda hem karımda.
Radyoyu açtım… Yani, olacak iş mi şimdi bu… Bitlis’te beş Minare türküsü çalmaya başladı; kapatamadım da… Sena ’nin gözyaşları sel oldu.
Dikiz aynasından kızıma bakıyorum, duygudaşlık kurmaya çalışıyor annesiyle. O da değişik duygular içerisinde… Annesi ağlarken o da ağlamış.
Bir köpek… Aracımızı düşman olarak mı gördü ne, üzerimize üzerimize gelerek var gücüyle havlıyor, biraz gaza basıyorum, arkamızdan koşuyor, biraz daha gaza basıyorum, korkutup kaçırdım diye seviniyor belki de… Takibi kesiyor…
Yanımızdan bir traktör geçti, belki hep öyle yapıyor, belki bugün bayram ya, kendilerimce el salladılar, kornaya bastılar; bayramımızı kutladılar kendilerince.
Korna çaldım, el salladım…
Köyümün ilk evleri göründü…
Doğrudan mezarlığa mı gitsem, halama uğrayıp onu da mı alsam giderken, cesaretimi toplayıp, köye girmeden, belki de şimdi, karıma “ annenler uğrayalım bir… “ desem mi?
Gözlerim karımda… Ağlamıyor… Nerelerde?
Haydi be kızım, “ Dedemlere uğrayalım “de…” ; “ Anneannemi merak ediyorum de…”
Keşke, bir aralık bunları de diye tembihleseydim…
Köye girdik. İlk ev, ilk evin önünde yaşlı bir kadın, bu da kim ola ki bu da kimlerden diye bakıyor bize…
Yol kenarındaki otlar sararmış.
Biraz ötemizde bir ev beyaz kireçli, yeni badana yapılmış belli.
Halamın evi mezarlık yoluna dönmeden. Kalbimin atışını kızım duyuyor mu bilmem. Arabayı durdurdum. Biraz yürümemiz gerekiyor. Arabadan indik. Heyecan son haddinde… Karım ve kızım arabanın yanında. Halamın evinin önündeyim. Kapıyı vuruyorum. Bir, iki, üç… Açılmıyor. Sağıma soluma bakıyorum. İşte yan taraftaki evlerden bostanında bir kadın. İki büklüm. Bir şeyler yapıyor. Beni fark etti. “Gel gel “diye işaret ediyorum. Aaa, bu… Mualla Hala. Zar zor gelirken o, ben de yanına gidiyorum. Elini öperken dikkatli dikkatli bana bakıyor. Çıkartmaya çalışıyor kim olduğumu. Adımı söylüyorum, kimlerden olduğumu söylüyorum, anımsıyor, seviniyor. Göz ucuyla karıma kızıma bakıyorum, dikkatle nefes nefese bizi takip ediyorlar.
— Halam nerelerde? Diyorum.
Duymakta zorlanıyor.
Sesimi yükselterek ve kulağına doğru eğilerek sualimi yineliyorum, anlıyor; anlatıyor.
Üç sene evvel rahmetli olmuş.
Bir halamın evine, bir Mualla Hala’ya bakıyorum. İçim karmakarışık. Saniyeler içinde,
defalarca halamla geçirdiğimiz dakikalar gözümüm önüne gidiyor geliyor.
Gözü, arabaya, karıma kızıma kayıyor.
— Karın mı? diye soruyor. Cevap vermeme fırsat vermeden de, belki gerçekten tanıdığından belki de tahmin ettiğinden haberi veriyor.
— Babası öldü. Anasını da köylü geçen ay hastaneye kaldırdı.
Gayri ihtiyari karımla kızıma bakıyorum. Kızım etrafı gözetliyor. Karım gözlerini bize dikmiş. Dudaktan okuma eğitimi var, büyük bir olasılıklı dudaklarımız okumaya çalışıyor, aramızda belli bir mesafe olsa da.
Elimdeki poşeti, Mualla Hala’nın yanına bıraktım, halama getirmiştim ama dedim. Sana nasipmiş. Sarıldım. Oda bana sarıldı. Elini öptüm. Yanından ayrıldım.
Olabildiğince ağır adımlarla bizimkilere doğru yürüdüm. Babasının öldüğünü, annesinin de hastaneye kaldırıldığını nasıl söyleyebileceğimi kurgulayabilmek için vakit kazanmaya çalışıyordum ama aramızdaki mesafe ne kadardı ki?
Karım, dudaklarımızı okumuş ama emin değil.
— Halan da, babam da ölmüş değil mi, diyor.
Ağlamamak için bir taraftan kendimi tutmaya çalışıyor bir taraftan da Allah’a dua ediyorum. Konuşmaya çok seven kızım, birkaç ötemizde ilk defa gördüğüm değişik yüz ifadesi ile bizi izliyor.
— Annem de mi ölmüş?
Neyse iyi bir haber verebileceğim.
— Geçen ay hastaneye kaldırmış konu komşu.
— Ee?
— Öyle işte.
— Ölmüş mü?
— Öyle bir şey demedi. Duyulsaydı söylerdi.
— Geri mi gelmiş?
— Öyle bir şey de demedi.
— Ya?
— Hastaneye kaldırmışlar. Demek ki hâlâ orada?
Durum üzerine binlerce olasılık üretmek mümkün ama o olasılıklardan hangisi hakikat hangi meçhul.
Birimizin haydi deyip noktayı koyması gerekiyor bu duruma, ben diyorum.
— Haydi, arabaya geçelim…
Arabaya biniyoruz. Arabayı çalıştırırken karım soruyor:
— Ne yapıyoruz?
— İlçeye dönelim… Hastaneye bir bakalım diye düşündüm ama… Muhtemelen oraya kaldırmışlardır.
Önce babamın mezarına gitseydik demek istiyor mu acaba. Ben de teklif edemiyorum. Arabanın motoru ısınsın havasına girerek, belki bir şey söyler diye arabayı hareket ettirmiyorum. Söylemiyor.
Buradalar mı gittiler mi, öldüler mi kaldılar mı bilmediğimiz birkaç akraba var ama.
Kabristana gitmeden geri dönüyor, ilçeye varıyoruz.
Hastanenin epeyce bir uzağında arabamı durdurdum, siz burada da biraz durun, bir arkadaşa uğrayıp geleceğim bahanesiyle arabadan indim. Gözden kaybolacak kadar gidip bir taksiye bindim, hastaneye gittim.
Allah devlete millete zeval vermesin sözünün manasını hastaneye gidince öğrendim.
Hastanedeydi, hayırsever birkaç kişi tarafından yatırılmıştı, devlet hiçbir beklenti olmadan hayatta tutabilmek için çaba sarf ediyordu, parası pulu var mı, buna birileri sahip çıkmazsa demeden.
Devlet adını verdiğimiz kurum, kayınvalideme kucaklamış, görevlileri aracılığıyla yaşatmak için tüm olanaklarını seferber etmiş. Geçmişten günümüze gelen “ Allah devletimize zeval vermesin” in manası bu olsa gerekti. Ama iyi ama kötü, devlet sahibi olmak ne büyük nimet…
Karıma, durumu anlattım geri dönünce. Annesini hastanede olduğunu, aylardır komada yattığını, doktorların “ bekliyoruz… “ dediğini.
“ Görmek ister misin? “ diye nasıl sorabilirim ona şimdi. “Dönelim mi?” diye nasıl derim.
Gözlerim gözlerimde, gözleri gözlerimde, kızım nefesini tutmuş bizi izliyor
Karım, balmumundan bir heykel gibi.
Kızım ne desin ki? Donmuş kalmış zavallı.
Haydi be hanım, bir şeyler söyle… Bu yükün altına sokma beni…
— Haydi, binin arabaya, binin diyorum. Biniyorlar.
Sırf tepkisini ölçmek için karımın, hastanenin önünden geçiyorum, karım tepkisiz, hastanenin önünden geçip şehir yoluna giriyorum, karım tepkisiz.
Bu yükü bana yüklemeye hakkınız var mı?
Gözlerim kızımda, o da tepkisiz.
Konuşmaktan başka çarem yok, sinyal verip sağa yanaşıyorum. Karım da arkada oturuyor.
— Hastaneye uğrayalım mı, diyorum. Sena’nın titrediğini ben bile hissediyorum Sonra bana öyle böyle demeyin.
Dikiz aynasından arkaya bakıyorum. Karım donup kalmış. Kızımın gözleri annesinin üzerinde. Sesime ses yok.
Birden aklıma geliyor:
— O zaman diyorum, hastaneye gidelim bir, yani idareye telefon numaramızı bırakayım… Bulunsun diye hani…
Tepki yok… İnsan bu kadar mı çaresiz kalır?
Şehre doğru sürüyorum arabayı, karımdan da kızımdan da “ hastaneye uğrayalım “diye bir söz yok.
Uygun bir yerden geri dönüyorum, “ Niye döndün.” diyen yok.
Karımın derin derin nefes aldığını hissediyorum.
Hastane parkına arabamı bıraktım.” Karımın da kızımın da yüzüne bakmadan” ben br gideyim geleyim” deyip arabadan indim.
Ağır adımlarla yürüyerek hastaneye girdim. Görevliden izin aldım.
Yavaşça, kayınvalidemin yattığı kapıyı açtım.
Kayınvalidem, yatakta kendinden geçmiş bir vaziyette öylece yatıyor. Oda teniz, yatak temiz, Allah devletimize zeval vermesin dedikleri bu olsa gerek. Evde olsa, bakacak kimsesi de yoksa… Düşünmek bile ürkütücü…
Kapıyı kapamamışım. Karımı fark ediyorum. Karım kapıda. Gözleri Dolu dolu.
Birkaç saniye birkaç saat gibi.
. Karım, annesinin yanına yanaşıyor. Hafifçe eğilerek, benim de zor duyacağım bir sesle sesleniyor:
—Anne!
Bir daha sesleniyor.
—Anne.
Gözyaşlarına boğulacağını sanıyordum ama olmuyor.
Biraz daha eğiliyor annesine: Hala ağlamıyor.
—Anneciğim.
O ne, kayın validem kımıldandı. Bana mı öyle diyeceğim ama, hafifçe gözlerini de açıyor.
Karıma bakıyor ama tepkisiz. Ne geçmez saniye bunlar.
Karım, biraz daha eğiliyor annesine:
— Anneciğim…
Hayır, yalanım yanlışım yok. Belli belirsiz bir gülümseme kayınvalidemin yüzünde. Karımı tanıdı.
Tüm gücünü toplayarak kızına dokunmaya, sarılmaya çalışıyor.
Karım, nasıl davranacağını bilemiyor. Annesinin eline tutuyor.
—Anne…
Daha fazla kendini tutamıyor karım. Ağlıyor. Annesinin yüzündeki gülümseme daha belirgin şimdi.
Gözler, başı; yanaş bir öpeyim seni diyor. Karım eğiliyor, incitmeden başını kaldırıyor, annesinin kıpırdayan dudaklarına yanağını yaklaştırıyor, sonra da başını yavaşça yastığa bırakıyor.
Kayın validemin gözleri dolu dolu ama mutlu. Hep bu anı bekledim der gibi. Kayınvalidemin bir eli karımın avuçlarında, onun dudakları ile birleşmiş…
Kızım daha fazla kapının önünde duramamış. İçeriye giriyor. Elimin birine sıkı sıkı sarılmış, iyice de sokulmuş bana.
Ve, karım annesini elini son kez öpüp yavaşça yatağın üzerine bırakıyor.
***

16 Mart 2019 Cumartesi

23 NİSAN

Zaman zaman özellikle de arabamla gitmediğim zaman o yolu kullanırdım. Kestirmeydi. O günde öyle yaptım. Bayırdan aşağı inip sola döndüm ki, o evin balkonuna asılmış bir Türk Bayrağı gördüm. Pek çok evin balkonunda bugün bayrak vardı. Bugün Ulusal Eğemezlik ve Çocuk Bayramı idi. Onların hiçbiri dikkatimi çekmemişti. Ama oradaki bayrak çekti.
Yıkılmaya ramak kalmış derme çatma bir evin balkonuna asılmıştı. Biri öylesine asmış demek iyi niyeti fazla zorlamak olurdu. Belli ki bu evde de birileri yaşıyordu. Ama ben bu evde hiçbir zaman ne bir insan görmüştüm ne de bir ışık. Belki de dikkatimi çekmemişti.
28 Nisan’da sırf merak ettiğim için yine oradan geçtim. Bayrak kaldırılmıştı. Yıkılmak üzere olan balkona birkaç giysi asılmıştı. O zaman o eve biraz daha dikkatli batlım. Kapının önünde birkaç leğen vardı Yeşil soğan ekilmişti. Büyümüşlerdi de.
Kapıyı çaldım. Açılmadı. Tam dönecekken ayak sesleri işittim içeriden. Bekledim. Açıldı. Beli eğilmiş yaşlı bir teyze.
Güler yüzlü. Yüzüme bakıyor. Ben de ona.
— Buyur evladım, diyor.
Bahanesiz bağa girilmezmiş.
—Ya teyze, dedim. “Canım çekti.”
Soğanları işaret ettim:
— Şu soğanlardan bir tane kopartayım mı?
- Bi dene koparmak da ne demek, dedi. “Hepsini al.”
Sesinde mutluluk vardı. Heyecan vardı.
Bir tane kopardım, bizim oralarda yolmak derler. Bir tane yoldum. Oralarda da öyle diyorlar olacak ki:
—Bir kaç tane daha yol dedi.
Teklif içtendi. Sırf onu mutlu etmek için
—Olur, dedim. “Bir tane daha şey yapayım.”
Rahmetli annem gibi:
— Kurban olayım yol, yol, dedi.
Yoldum.
—Sağ ol, dedim.
— Sen sağ ol güzel kuzum, dedi. Lafı mı olur iki tek soğanın.
Çıkartıp beş on kuruş verecektim, yapamadım.
Birkaç gün sonra tekrar, birkaç gün sonra tekrar oradan geçtim, Kapıda bacada görsem merhaba diyecektim, olmadı.
Birkaç gün sonra gördüm. Torbasından pet şişeler çıkartıyordu. Seğirttim.
- Epeyce toplamışsın, dedim.
Tanıdı beni. Gülümsedi.
- Beş on kuruş ediyor işte, dedi. “Allah bereket versin.”
Sordum:
- Kaç yaşında varsın sen?
Söyledi. içim cız etti.
- Soğanların pek lezzetliymiş, dedim.
- Al yol birkaç tane, dedi.
- Öyle olur mu, dedim.” Parasıyla verirsen alırım.”
- Üç dört soğanın parası mı olur kuzum, dedi. Yol istediğin
kadar
Sordum:
- Başka var mı?
— Yok, dedi. Ara sıra bunları ekmeğe katık ediyom işte.
— Ben hepsini alıp götürsem ne yiyecen?
Güldü:
— Gene yetişirler dedi. “Iska bulursam ekerim gene.”
— Bulamazsan?
Kayıtsızca elini salladı:
- Şimdiye kadar ölmediysem geme ölmem be oğlum. Allah bir
yerden verir. İki soğan senden kıymetli mi?
— Ben bunları alayım, dedim. “Hepsini ama, parası ile”
- Yok, dedi. P”ara istemem de…”
Sözünün gerisini getirmesini bekledim.
- Sen bi dakka burada dur, ben gelecem şimdi,dedi.
- Tamam, dedim.
Biraz sonra geldi. Elinde o gün balkona astığı bayrak vardı.
—Önümüzdeki ayda da bayram var ya, dedi. Bu iyice eskidi,
asarken utanıyom ama asmayınca da olmuyo.
- Bayrak istiyon!
Boynunu büktü:
- Alıverirsen istiyom, dedi.
Boğazıma bir şeyler düğümledi. Konuşamadım.
Susmamı kendince yorumladı:
— Çok pahalıysa sen borcun şey oldu deyinceye kadar soğan yetiştirir veririm sama.
Elini tuttum. Eğildim:
— Benim evde fazla bir bayrak var, dedim.. Onu getiririm sana
anacığım. Benim oğlan ıskacı dükkânında çalışıyor, ondan da sana bir torba ıska getiririm. Şimdi söyle bakalım sen bana. Bu güzel soğanları kaça veriyon bana?
Durdu, düşündü.
— Sen bana bayrak vercen ıska da getircem diyon. İki soğanının parası olmaz.
—Parayla vermezsem yüzüm tutmaz, bir daha gelemem. Utanırım.
Güldü,
- O zaman sen bilirsin, dedi. Maden öyle beş on kuruş ver bari.
Cüzdanımı çıkarttım. Yüz lira çıkartıp verdim.
- Güle güle harca, dedim. Bundan sonra soğanları hep senden alacağım.
Yüzüme baktı:
— Emme bu çok para.
— Çok değil, dedim. Az bile. Sen bilmiyorsun belki ama soğan fiyatları çok arttı. Üstelik hepsi de hormonlu.
—İyi bari dedi. Öyle diyosan sen.
Öpmek için elimi uzattım:
— Hoşça kal, dedim. Yarın bayrakla gelecem. Soğanlarımı o zaman alırım.
- Eyi dedi.
Elini tutup öptüm.