31 Ağustos 2012 Cuma


ÜÇ VİRGÜL


Kerem eyleyin, ifade edeceğim, dedi

Başım gözüm üstüne dedik.



Dolmuş dolabildiğince boşalttı alabildiğince;

Neymişim ben meğer be

Yolunu kesmek için hep,

Yıkmak için onu

Elimden geleni ardıma koymamışım

Yıllardır ;

Belli, ne ben onu anlamışım

Ne de o beni...



Rezil rüsva etmek için ahali içinde bendenizi

Aylarca hazırlanmış olmalı garibim

Sözleri bâtıldı ama dostum

Gerçeği bilmeyenlerin

Ağızları açıldı gözleri patladı...

Ben bile kendimden şüphe ettim bir an, tövbe yarabbi!

Üç virgül yirmi beş, beşten büyük mü ki?

***


Güzel Söz:

Bir elini sevgi ile, cömertlik ile uzatmalısın

Öbür elini de zulümden hırstan çekmelisin

( Sadi Şirazi)

30 Ağustos 2012 Perşembe


KARPUZCU HÜSNÜ’NÜN KARISI
Karpuz sergisindeydi. Bir süre izledim. Karpuzlardan birini eline alıyor, eviriyor çeviriyor, tıklatıyor sonra yerine bırakıyordu. Belli ki damağında tat bırakacak bir karpuz arıyordu. İnsaniyet namına yardım etmek istedim. Yanına gittim:

- Selamünaleyküm Nusret Bey, dedim.

Elindeki karpuzu bırakmadan döndü, beni görünce gülümsedi.

- Aleykümselâm, dedi. Hoş geldin.

Laf olsun diye sorulan sorulardan birini sordun.

- Karpuz seçiyorsun herhalde.

- Eh işte.

- Ver bakayım şunu.

Elindeki karpuzu kastetmiştim. Uzattı. Attım tuttum Teşhisimi koydum .

- Kabak bu dedim.

Davranışım ve ses tonum, etkisini göstermişti.

- Anlar mısın?

- Adana ‘da karpuz tarlalarında büyüdük biz. Çocukluğum oralarda geçti.

- Akşam misafirlerimiz var da dedi. Seçsene bana bir tane.

Karpuzun tam mevsimi. Yüz karpuzdan doksan dokuzu zaten iyi çıkar. Ya bismillah deyip, havamı attım:

Hastasını muayene den bir doktor edasıyla, karpuzlardan birini elime alıyor, kâh bir kaşımı havaya kaldırarak bebek okşar gibi elimde hoplatıyor, kâh orasını burasını tıklatıyordum. Bazen de burnuma götürüp kokluyor bir süre bekleyerek de teşhisimden emin olamaya çalıştığım havasını vermek istiyordum. Kolay değil karpuz seçiyordum.

Her şeyi tadında bırakmak gerekir malum, birkaç tane sonra elimi aldığım bir karpuzu Nusret Bey’in kucağına verdim:

- Tut bakayım şunu, dedim.

Sonra da az evvel ayağımın yanına koyduğum karpuzu elime aldım herkesin bir şeyden anlıyormuşçasına yaptığı hareketleri yaptım. Amacım Nusret Bey’e ikisi arasında bir seçim yapma aşamasına geldiğim havasını vermekti. Sonra elimdeki karpuzu Nusret Bey’e verdim, ondaki karpuzu aldım, orasını burasını kokladım hatta bir aralık ona verdiğim karpuzu da koklayıp ikisini kıyasladım sonra da “ Yaratanın inayetine” sığınıp, kendimden emin:

- Elimdekini al, dedim.

Karpuz seçme uğraşımın onu etkilediği ve de memnun olduğu aşikardı. İyi bir karpuz seçici olduğuma inanmıştı.

- Tamam, dedi.

- Parasını öde de köşeye kadar yürüyelim, dedim. Çoktan beri görüşemiyorum azizim.

Bilmiyorum, belki başka şeylerde alacaktı ama yapmış olduğum bu iyilikten ötürü karpuzun parasını kasaya ödeyip yanıma geldi, neşeli bir sesle:

- Eee daha daha nasılsın Hüsnü Bey, dedi ve de ekledi: “ Demek çocukluğun Adana’da karpuz tarlaları arasında geçti ha.”

- On altı yaşına kadar oralardaydım. Hala da ayağımı eksik etmem, arasıra gider karpuzlarla sarmaş dolaş olup eski günleri yâd ederim.

Yan yan yürüyorduk. Durdu:

- Yaa, sen Sivaslı değil miydin, dedi. Adana nerden çıktı?

- Demek ki bir aralık Sivaslı olduğumu söylemişim.

Övünmek gibi olmasın biraz pratik zekâya sahibim, toparladım.

- Berrin ablam Adanalı Karpuzcu Vehbi ile evli. Çok sık gider gelirdik. Kalırdım orada. Oradan.

- Hala oradalar mı?

Malum, yalan yalanı getirir. Nusret Bey’de soru sorma gününde belli. Bir an önce oradan uzaklaşmam gerekiyordu. Klasik kurtulma yollardan birini devreye soktum. Nusret Bey’e göstere göstere saatime baktıktan sonra,

- Ooooo, dedim. Saat de yediye geliyor. Ve gerisini getirdim: Size doyum olmaz ama bir arkadaşa uğrayacaktım geç kalırsam ayıp olur.

Ve Nusret Bey’in sadece gülümsemesine ve karpuz için” sağ ol” demesine müsaade ederek onun yanından ayrıldım.



1.BÖLÜM BİTTİ………………DEVAMI PAZARTESİYE



28 Ağustos 2012 Salı

KELİME DAĞARCIĞIMIZI ZENGİNLEŞTİRELİM:



Tutak: Bir şeyin tutulacak yeri

Avara. Şaşkın, kararsız, kağnı arabasının okları üzerine dikilen kazık

Övendere: Hayvan dürtmeye yarayan ucunda bez bulunan değnek

Muhannet : Alçak, namert

Dirlik: sağlık, servet, mutluluk

Lüle: Bükülmüş şey, su akan musluksuz boru.

Gaile: Sıkıntı, dert, keder, kuru mercimek yemeği

Çeç: Tahıl yığını, tahıl elenen kalbur.

Yeygi: kış için hazırlana yiyecek, hayvan yemi

Kısrak: Dişi at

Doru: Gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi koyu renkli at

İçtihat: Görüş

Perspektif: Bakış açısı

Hikâye: Olmuş ya da olabilecek olayları kurgulayarak anlatan ve de fazla uzun olmayan edebiyat türü

Fiilimsi: Fiilden türetildiği halde fiil olmayan, isim, sıfat, zarf olarak kullanılabilen ve de olumsuzu yapılabildiği halde çekimi yapılamayan kelime türü

26 Ağustos 2012 Pazar


GÜZEL SÖZ:

Kanaatten hiç kimse ölmedi, hırsla da hiç kimse padişah olmadı ( Hz. MEVLANA)

***

HOŞ GÖRDÜK



Üsteledi

Buyurun, dedi

İcabet ettik davete

Bağdaş kurup çöktük mindere

Iraklara gitti düşünceler

Geçmişe çöreklendi

Lahza oldu göz doldu

Lahza oldu, buruşuk eller öpüldü

Özlem kavurdu yüreği yıllar sonra

Pişmanlıklar anımsandı

Rahatlatacak bir bahane gene bulundu

Süzük gözlü canan da geldi usa

Uzun uzun öten horoz da

İki saat boyunca

Tek söz etmedik amma

İyi oldu be

Nostalji yaptık

Yaşamak her şeye rağmen güzeldir dedik

Hoş gördük

Hoş bulduk.

12 Ağustos 2012 Pazar

HİKAYE



PİJAMALI KADIN


Sabaha dek döndü durdu yatakta. Defalarca da uyudu uyandı. Saat iki sularında karısının da sabrını taşırdı. Lale Hanım “ La havle” çekerek yataktan kalktı, salona geçti, çekyatın üzerine uzandı.

O sabah Lale Hanım, uyanık olmasına rağmen Saim Bey’e kahvaltı hazırlamadı. Kalkmadı da. “ Güle güle” deyip onu uğurlamadı da genelde yaptığı gibi. Bu işi gözünde bu kadar büyütmesi, yaşına başına bakmadan abartması canını sıkmıştı.

Kızının düğünü için yurt dışına giden Kaan Bey, on beş gün süre dükkâna göz kulak olmasını Sait Bey’den yardım rica etmiş Sait Bey’in kem- küm etmesine aldırmadan da dün ikindi üzeri onlara uğrayarak dükkânın anahtarını Lale Hanım’a bırakmıştı
Sait Bey, teşekkür ederek taksiden indi. Bilmem kaçıncı kez saate baktı dün akşamdan beri.. Saat 05’ti. Etrafta kimsecikler gözükmüyordu.

Biraz ötesinde bir taksi durdu. Birileri indi. Bir anda taksici ile göz göze geldi. Farkında olmadan taksiciye “ boş musun” gibisinden bir işarette bulundu, taksici de başı ile “ evet” dedi. Yanlış anlaşılma derhal tatlıya bağlandı.

Sait Bey dükkânın önünde bir süre ceplerini karıştırdı, dükkânın anahtarları yoktu. “ Allah kahretsin” diye söylendi. Anahtarları evde unutmuş olmalıydı. Gidip alsam mı yoksa çocuklar gelince kadar beklesem mi diye düşünürken karşı tarafta bir kahvehane gördü. Kahvehanenin önündeki masaların birinde biri de vardı. Çay içiyordu. Oraya gitti, çay içene “ Selamünaleyküm” dedi, çay içen de kımıldanarak “ aleykümselâm” diyerek selama karşılık verdi. . Boş masalardan birine oturdu. Oturması ile beraber de genç bir adam yanına geldi:

- Günaydın, dedi. Çayımız yeni demlendi.

- Büyük bardakta.
Sait Bey, sandalyesini dükkânı görecek şekilde düzeltip oturdu. Eski model bir kamyonet kahvehanenin önüne gelip durdu, selamlaştığı adam hemen kalktı kamyonete bindi, kamyonet gitti.

Sait Bey’in bardağı yarılandığında orta yaşlı bir kadın geldi kahvehaneye. Uçtaki masaya oturdu. Otururken de içeriye seslendi: “ Ercan bir çay buraya. Simit de geldi ise bir de simit getiriver .”

Sait Bey, birden heyecanlandı. Dükkânın önünde bir kamyonet durdu. Kamyonetten biri indi. Kamyonetin arka kapısını açtı, içi ekmek dolu bir kasayı alıp dükkânın kapısının önüne koydu sonra da hızla oradan uzaklaştı.

Sait Bey, kadının siparişlerini bırakan garsona “ Bir simit de bana getirir misin?” dedi. Amacı simit yemek değil yanına garsonu getirtmekti. Garson simidi masaya kibar bir şekilde bırakırken sordu:

-Şu karşıki bakkal kaçta açılır?

Garson, saatine baktı

- Açılmak üzere, dedi gülümseyerek. Selahattin neredeyse gelir.

Sait Bey, Selahattin de kim diye sormadı. Anladığı kadarıyla Selahattin, Kaan Bey’in bizim çocuk diye hitap ettiği çocuktu. . Haddizatında zaman zaman da olsa Sait Bey’in dükkânına giderdi. Selahattin’i de defalarca görmüştü ama hiçbir zaman “ oğlum senin adın ne?” deme gereği duymamış Kaan Bey’de Selahattin’e ismi ile hitap etmediğinden Kaan Bey’in dükkânda sağ kolu olan gencin adının Selahattin olduğunu öğrenememişti.

Sait Bey’in aklına cep telefonu geldi. Korktu da. Ya onu da evde unuttu ise… Ayağa kalktı, aranmaya başladı telaşla. Cep telefonu pantolonunun sağ arka cebinde buldu, rahatladı. O cep de bir şey daha vardı: dükkânın anahtarı. Bir süre anahtara baktı, kendi kendine biraz şaşkın biraz garip biraz önceki saatlerde nasıl olup da bulamadığının hayreti içerisinde gülümsedi. Cüzdanından kâğıt beş lira çıkardı, yarısını içtiği çayının yanına bıraktı. Kahvehaneden ayrıldı.

Sait Bey kolayca açtı dükkânın kapısını. Önce ekmek kasasını içeriye aldı. Ekmekleri ekmek dolabına itina ile dizdi. Hemen ardından çizgisiz bir dosya kâğıdı ile bir kalem buldu. Özenerek “ Ekmekleri gözünüzle seçiniz” yazdı. Bu yazıyı bir yerde görmüş, çok da hoşuna gitmişti. Yazdığı kâğıdı ekmek dolabına düzgünce yapıştırdı. Bir adım geri gitti, baktı. Yazıyı da ne anlama geldiği aşikar olan uyarıyı da beğendi.

Saate baktı. Birazdan müşteriler gelmeye başlar diye düşündü, onlar gelmeye başlamadan şöyle güzel bir paspas yapayım diye aklından geçirdi. Dükkânın arka tarafına geçti. Gerçekten de orada aradığı şeyler vardı. Kova, paspas, deterjan…

Kovaya suyu doldururken, içeriden şuh bir kadın sesi yoktu.

- Kimse yok mu?

Düşünmeden gelen sese karşılık verdi:

- Geliyorum.

Sait Bey, hemen musluğu kapattı, ellerini, kurulama yapar gibi üzerine silerek içeriye geçti. Kasanın önünde elinde bir ekmek olduğu halde pijamalı bir kadın duruyordu. Birden gayri ihtiyari heyecanlandı. Çocukça bir telaşla:

- Hoş geldiniz, dedi.

Kadın, Sait Bey’in heyecanlandığını anladı ama bir mana veremedi. Yüzü de kızarmıştı Sait Bey’in. Onu da gördü.

- Hoş bulduk.

Sait Bey’i süzdü.

Sait Bey, ilk kez tezgahtarlık yapıyordu yaşamında. Onun acemiliği de vardı.

- Ne istemiştiniz? Buyurun.

Kadın, ekmeği tezgâhın üzerine bıraktı.. Sait Bey’in burada ne aradığını öğrenmek istediğini belli edecek şekilde, kaşının birini belli belirsiz yukarı kaldırarak:

- Hayırlı olsun, dedi. Siz mi devir aldınız.

- Kaan bir yere kadar gitti de, o gelinceye kadar ben bakacağım.

- Selahattin?

- O daha gelmedi.

- Sizin adınız?

- Benim adım Sait.

Kadın, elini uzattı:

- Benim ki de İrem, dedi.

Kadın, Sait Bey’in elini Sait Bey’in hissedeceği şekilde dostça sıktı. Sonra da ekledi:

- Beş tane de yumurta alayım mı ben, dedi.

Sait Bey, yumurtaların yerini bulmaya çalışırken de ona yardımcı oldu kadın, sağ elinin işaret parmağı ile yumurtaların yerini sözleri ile de destekleyerek gösterdi:

- Yumurtalar şu tarafta.

Kadın, yaradılış itibari rahat samimi ve konuşkandı.

- Kaan Bey gelinceye kadar dükkanı siz açacaksınız o zaman.

- Evet

- Bu saatlerde açabilecek misiniz her gün. Genelde yedi buçuk da falan açılıyor da.

-Açarım

- Bu saatte açık olmadığı için hiç, ekmek alıp çıkacaktım.

- …

- Yani yanıma para almamıştım da.

- Olsun.

- Bakın içinize sinmediyse bırakayım.

- Estağfurullah.

Kadın söyleyeceklerini söylemişti. Tanışmanın memnuniyetini ifade etmek için “ hoşça kal manasına elini uzattı:

- Yan bina 6.numara. Bugün inersem inince, inemezsem yarın sabah ekmek almaya gelince bırakırım, ded,.

- Tamam, dedi Sait Bey.

Kadın, dükkândan çıktı çıkmasıyla beraber de içeri girdi.

- Siftahsız güne başlamak uğursuzluk getirir diye bir inancınız falan yok değil mi?

- Yok yok.

- Bakın vallahi doğru söylüyorum Sait Bey. Varsa bırakayım, parayı alıp getirdikten sonra götüreyim bunları.

- Yarın şey yaparsınız.

Kadın teşekkür etti.

Sait Bey, pijamalı kadın dükkândan ayrıldıktan sonra epeyce bir öyle, tepkisiz durdu. Sonra “ “kendine gel Sait” der gibisinden suratına iki fiske vurdu. Ardından da az evvel başladığı işi bitirmek üzere arka tarafa geçti. Paspasa başladığı dakikalarda Selahattin geldi.
***

Ertesi günü Sait Bey, dükkânı erkenden açtı. Öyle ki açtığından sabah ekmeği bile gelmemişti. İkide bir saate bakarak ocağa çay koydu. Ekmekler, çayı demlemek üzereyken geldi.

Çayı demledi, ekmekleri özenerek ekmek dolabına koydu. Ekmekler sıcaktı. Canı çekti Onlardan birini ikiye ayırdı, arasına beyaz peynir doldurdu. Bir bardak da çay aldı. Çay daha tam manasıyla demlenmemişti. Buna rağmen ekmekle çayı bir çırpıda bitirdi. Sonra, bardağı bol deterjanlı suyla iyice yıkadı. Yeni çayı bardağa doldurmak üzere iken aklına bir şey geldi, “ neden olmasın” diye içinden geçirdi. Bir bardak daha yıkadı. Sonra iki bardağı birbiri ile kıyasladı. İkisi de tertemiz olmuştu. Birine bir şeker attı, çayını doldurdu. Dükkânın iç tarafına geçirdi. Çayından ilk yudumu alırken, ümit ettiği ve de beklediği ses geldi.

- Ekmekler geldi mi, Sait Bey.

Bu dünkü pijamalı kadındı. Üzerinde gene pijama vardı. Ama bu, dünkü değildi.

- Geldi geldi, dedi Sait Bey kımıldanarak ve gülümseyerek:

Kadın, bir tane ekmek aldı. Tezgâha doğru yaklaşırken de tebessüm etti.

- Günaydın. Çay dolu bardağı gördü, laf olsun diye:” Çay içiyorsunuz herhalde” dedi. “ Afiyet olsun.”

- Size de doldurayım mı, yeni demledim.

Kadın, etrafına bakındı

- Valla bir bardak içerim, ama dedi. Biri falan gelirse uygun kaçar mı?

Sait Bey:

- Ne var ki bunda, dedi. Kadının yeni bir şey demesine olanak bırakmadan da içeri girdi çayla geri döndü. Gülümseyerek “ Buyurun” dedi uzattı.

Kadın, çayı aldı. Altlığa konulmuş şekerlerden ikisini de bardağa attı, karıştırdı. İlk yudumu içtikten sonra da:

- Çay da nefis olmuş, dedi. Elinize sağlık.

Sait Bey, birden telaşlandı. İçeriye geçti bir iskemle getirip kadının yanına bıraktı.

- Buyurun oturun.

Kadın, oturup oturma hususunda gidip gelirken biri geldi dükkâna. Bir sigara aldı. Parasını ödedi çıkarken kadına manalı manalı bakarak

- Günaydın İrem Hanım, dedi.

- Günaydın, dedi İrem Hanım.. Bir şey daha diyecekti ama adam dışarı çıkmış çıkarken de kapıda bir kez daha durup bir kadına bir de Sait Bey’e bakmıştı.

Sait Bey:

- Tanıyor musunuz, dedi.

- Bizim kapıcı

-…

İrem Hanım, birden sinirlendi:

- Ama yok attıracağım onu. Beni kontrol için geldi. Bıyık altından nasıl sırıttığını gördünüz değil mi?

- Sizi niye kontrol etmeye geldi ki?

Kadın, elindeki çay bardağını tezgâhın üzerine bıraktı.

- Seninle kırıştırıp kırıştırmadığımı merak etti. Çıkmakta geciktik ya biraz.

Sait Bey, böyle bir söz beklemiyordu. Ne diyeceğini şaşırdı, bir şey de demedi zaten.

İrem Hanım’ın asabı bozulmuştu. Sait Bey’i azarlar gibi:

- Ekmeğin parasını vermiş miydim size, dedi l Sonra da pijamasının cebinden bir elli lira çıkarıp uzattı.

— Dünden de kalmıştı. Şuradan alın.

Kadının ses tonu, Sait Bey’in bir şeyler söylemesine müsaade etmeyecek tondaydı. Sait Bey, elli lirayı cebindeki paralardan bozdu. Ekmeklerin parasını aldı, paranın üzerini uzatırken de belli belirsiz teşekkür etmeyi ihmal etmedi.

Kadın söylene söylene dükkândan çıktı.

- Adam olmamız için bizim daha bir fırın ekmek yememiz lazım. Sen benim namus bekçimsin sanki. “ Günaydın İrem Hanım… Biz de günaydının yedik.”

Sait Bey, öyle kalakaldı.

Kaldığı süre içerisinde bazen elini kolunu oynattı, bazen yüzüne çeşitli şekiller verdi, bazen de ciddi ya da öylesine kaşındı ama içinde bulunduğu yeri de konumu da fazla değiştirmedi.



***

Pijamalı kadın dükkândan ayrılalı yarım saat ya olmuştu ya da olmamıştı. Geldi. Üzerinde dekolte sayılabilecek askılı bir elbise vardı. Sait Bey’e gülümseterek epeyce bir yaklaştı.

- Az evvelki davranışım için çok özür dilerim dedi. Bir an için çok asabım bozuldu. Tepkim size değildi.

Sait Bey gülümsedi. Ancak, söyleyecek bir kelime de bulamadı cümle de.

Kadın da daha fazla bir şey söylemedi. “ Hoşça kalın” diyerek ve de iyi işler temenni ederek döndü, dükkândan çıktı.

Sait Bey, gayri ihtiyari “ ne olur olmaz “ ı da hesaba katarak kadından gözlerini ayırmayarak kapıya kadar gitti, bununla da yetinmeyerek kapıdan birkaç metre dışarı çıktı. Kadın, eski model spor arabasına bindi, uzaklaştı.

Tam geriye dönerken az evvel tanıdığı kapıcıyı gördü Sait Bey. Biraz ilerisinde hem çekirdek çıtlatıyor hem de bıyıklarını ile oynuyordu. Sait Bey ona doğru yürüdü:

- Ne iş yapıyor bu kadın, dedi.

Kapıcı, alaylı bir gülümseme ile Sait Bey’i süzdükten sonra soruya tecessüs dolu bir sesle karşılık verdi.

- Doktormuş.

- Değil mi?

- Biz öyle biliyoruz ama… Artık ne doktoruysa.

- Yalnız mı yaşıyor?

Sait Bey, sorunun amacını açtığını kapıcının verdiği karşılık sonunda anladı:

- İlginizi çok çekti herhalde.

Sait Bey, kapıcının zor duyacağı bir ses tonu ile:

- Merak ettim sadece, dedi Dükkana doğru giderken de kapıcı arkasından seslendi:

- Kaan Bey, Selahattin’e pek güvenmiyor herhalde. Ne zamana dönecek?



Sait Bey, bu tip insanlardan pek haz etmezdi. Bir an durdu bir şey söyleyecek gibi oldu sonra vazgeçti. Dükkâna girdi, birkaç saniye sonrada Selahattin’in geldiğini gördü.

Selahattin, gülümseyerek:

- Günaydın, dedi.

Sait Bey, göstere göstere saatine bakarak yarım ağız ile Selahattin’e karşılık verdi:

- Günaydın.

Sonra da ekledi:

- Sallanmadan dükkanın önünü de içini de bir süpür.

Selahattin, davranıştan ve sarf edilen cümlelerden rahatsız oldu ama bir şey söylemedi. “ Ukala adam, kendini bir… sanıyor.” Diye içinden geçerdi. Süpürgeyi almak için dükkânın iç tarafına geçti. Süpürgeyi aldı, dışarı çıkarken Sait Bey, “ dur” dedi. Selahattin durdu. Sait Bey, Selahattin’e yaklaştı. Suratına baktı. Başını salladı. Sonra kasaya gitti bir on lira aldı. Selahattin’e uzattı.

- Açık bir berber bul da şu sakalları kestir. Müşterinin karşısına böyle mi çıkılır?

Selahattin’in elleri gayri ihtiyarı sakallarına gitti. Dün akşam bir akrabalarını düğününe giderken kesmişti. Varlıkları bile belli değildi henüz. İçinden kendine “ sakinlik” telkininde bulundu. Uzatılan parayı aldı, dükkândan ayrıldı. Asabı çok bozulmuştu. Eller ile sürekli sakallarını sıvazlayarak hızlı adımlarla biraz dolaştı. Alt yolda bir berber vardı. Oraya gitti. Kapalıydı. Biraz daha dolaştı. Döndü geldi, hala kapalıydı. Üç senedir Kaan Bey’in yanında çalışıyordu, hiçbir zaman böyle bir davranışa maruz kalmamıştı. Birkaç günlüğüne dükkânına bakan bir adamın bu davranışına hiçbir mana verememenin sıkıntısı içerisindeydi. Biraz ileride bir berber daha vardı. Oraya gitti, orası da kapalıydı. Saatine baktı. Dükkândan çıkalı yarım saat kadar olmuştu. Berberler de kapalıydı. Ne zaman açılacakları da belli değildi. Ger dönmeye karar verdi.

Dükkâna girdi. Sait Bey, kasada oturuyordu. Cebinden Sait Bey’in berber için verdiği için parayı çıkardı. Sait Bey’im önüne baktı. Sait Bey, bir paraya bir Selahattin’e baktı. Olayı anımsayamadı birden:

- Ne bu, dedi.

- Para

Selahattin’in ses tonu Sait Bey’i sinirlendirdi.

- Ne parası?

Selahattin, camın önüne dikilmiş dışarıyı seyir ediyordu. Biraz alaylı Sait Bey’in sorusunu cevapladı:

- Beş karış uzayan sakallarımı kestirmem için verdiğiniz para.

Sait Bey, “ seni dinliyorum, devam et” anlamı verebilecek şekilde sustu. Selahattin de bunu böyle anlamış gibi parayı niçin iade ettiğine dair açıklama getirdi:

- Berberler açılmamış daha.

“ Beş karış uzayan sakallarımı kestirmem için verdiğiniz para.” Selahattin az evvel kurduğu bu cümle değişik bir şekilde Sait Bey’in beynine yapışmış onu rahatsız etmişti. Yumruklarını sıktı. Dişerini sıktı. Yüz kasları gerildi. Gayesi ne olursa olsun bu sözlerin altında kalmamalıydı. Kalmama kararını da verdi.

İlk etapta aklına iki alternatif geldi. Bunlardan birincisi Selahattin’in davranışına daha fazla gecikmeden sesli tepki göstermek, Selahattin’in tepkisine vereceği sözlü ya da bedensel karşılığın derecesine göre tepkisini sürdürebilir ya da sonlandırabilirdi ama ani bir kararla aklına gelen ikinci alternatifi devreye sokmaya kararı verdi.

İçeriye girdi, Selahattin’in dükkâna gelirken üzerinde olan lacivert kazağı astığı yerinden aldı. Geri döndü. Ser t bir şekilde hala dışarıyı seyir etmekte olan Selahattin’e fırlattı. Onun bir şey söylemesine olanak bırakmadan da sert bir ses tonu ile söyleyeceğini söyleyiverdi:

- Kovdum seni. Bundan böyle sakallarını ister beş karış uzat ister on karış.

Ses tonunu daha da yükselterek bir şeyler söylemesine çalan telefon sesi mani oldu. Sait Bey seğirterek telefona gitti.

Arayan karısıydı.

Telefonun ahizesini yerine koyan Sait Bey, “ Hala burada mısın sen? “ demek için gözleri ile Selahattin’i aradı. Bulamadı. Belki içeriye, lavaboya girdi de ben fark etmedim diye düşünüp bekledi. Bu arada da bir müşteri girdi içeriye . Pet şişede küçük bir su istedi. Sait Bey, dolaptan buz bir su verdi, müşteri “ dolap da olmayan yok muydu acaba?” dedi. Sait Bey ona raftakiler, gösterdi, müşteri raftakilerden bir tane aldı, elindeki soğuk suyu da oraya bıraktı. Parasını verip çıktı.

Sait Bey, Selahattin’in gittiğini anladı bu arada. Birden içi cız etti. “ Kantarın topuzunu kaçırdık galiba “ diye aklından geçirdi. Sandalyeye çökerken de birden yıllar evvelki bir günü yaşadı.

Patronun yüz ifadesi, ses tonu o günkü gibi gözünde canlandı. Hele hele ilk hecesini epeyce bir uzatarak söylediği tek kelimelik son söz: “ de-fol.” Ve üstelik orada başka insanlar da vardı. Üstelik orta yerde bu kadar da hakarete uğrayacak bir şey de yoktu kendine göre. Var görüldüyse de kendisine bir açıklama yapılmamıştı.

Bir gerekçe ile işine son verilmişti, kendisi ile daha fazla beraber çalışılmayacağı söylenilmişti, def edilmişti.

Sait Bey sanki hep bugünü beklemişti. Birini, sudan bir bahane ile ve ona hakaret ederek çalıştığı iş yerinden kovmuştu. Rövanş, yıllar evvelki o olayla hiçbir alakası olmayan bir başka kişiden almıştı.

Sait Bey o gün, keyifsiz bir gün geçirdi. Kaan Bey’e “ hayır “ demediği için içinde bir pişmanlık hissetti. Bu duyguyu birkaç kez de yaşadı saniyeler içinde.

Keyifsizliğini karısı da fark etti akşam. Yemekte sordu:

- Kötü bir şey mi oldu dükkanda?

- Selahattin’i kovdum.

- Selahattin!i mi kovdun?

- Birden birini kovmanın ne çeşit bir duygu olduğunu yaşamak istedim.

- Selahattin dediğin, Kaan Bey’in dükkanında çalışan çocuk mu?

- Ne çocuğu. Kazık gibi adam. Yirmi otuz yaşında var.

Lale Hanım, şaka yapıyorsun herhalde diyecekti ama vazgeçti. Geldiğinden beri keyifsizdi kocası. Bakalım altından ne çıkacak diye de geçirmişti aklında. Merak etti sordu, elindeki kaşığı yemek tabağının kenarına bırakarak:

- Ne yaptı da kovdun?

- Hiçbir şey.

- …

- Hiçbir şey yapmadığı halde mi kovdun?

-…

Lale Hanım dükkânın asıl sahibinin Kaan Bey olduğunu anımsadı. Kaan Bey, mülayim müşfik bir adamdı. Yoksa Selahattin’i kendisi kovamamış da bu işi Selahattin’e mi havale etmişti. Birkaç gün dükkâna bakma işi bir oyun muydu? Bu düşünce bile Lale Hanım’ı terletti ve de korkuttu. Son zamanlarda evliliklerinde sorunlar vardı, düşündüğü bir hakikatse bu olay bu işe tuz biber ekecekti.

- Nasıl kovdun elin adamını? Hem sen onun patronu musun ki?

- Ne bileyim birden kendimi çok güçlü hissetmek istedim. Onu kovmanın bunun bir göstergesi olabileceğini düşündüm galiba.

Lale Hanım, ayağa kalktı. Sesi titreyerek:

- Yok yok, dedi. Sen hastasın. En kısa zamanda bir ruh doktoruna git. Bu devirde hiçbir sebep yokken zavallı bir adamı işinden ediyorsun.

Lale Hanım, az evvel düşündüğünün gerçek olup olmadığını öğrenmek ve mesele bu yönü ile bakarak yeni bir değerlendirme yapmak istedi. Oturdu ve sordu:

- Kovmanı Kaan Bey’ mi istemişti.

Sait Bey, olanları kısaca özetledi, karısından “ o d a ukalalık etmiş ama senin yerine kim olsaydı aynı şeyi yapardı; herkes haddini bilmeli canım” a yakın bir sözü duyabilmek amacı ile özetini “ Beş karış uzayan sakallarım” deyince birden tepem attı benim de ile bitirdiyse de karısından beklediği sözü duyamadı. Lale Hanım, kocasının yaptığına pek de anlam veremedi, yatak odasına geçti, televizyon kanallarından birini açtı, elini başının altına koyup uzandı.

Sait Bey, ertesi günü dokuz sıralarında Kaan’a telefon edip “ Selahattin’in telefon numarasını” almayı düşündü ama olası “ niçin?” sorusuna nasıl cevap vereceğini bilemediğinden bu düşüncesini gerçekleştirmedi.. Düşüncesine göre Selahattin’e telefon edecek şaka ile karışık, nerede kaldığını soracak, Selahattin” kovdunuz ya beni.” Deyince de gevrek gevrek gülerek yaptığının şaka olduğunu, böyle bir şakaya nasıl inandığına da şaştığını söyleyecekti.

Sait Bey, saatine baktı. Çayı demleyeli beş dakika olmuştu. Ekmek dolabından bir ekmek aldı, elleri ile bir parça kopardı. Arasını açtı, beyaz peynir doldurdu. “ Adam sırf bana jest yapmak için arasıra göz kulak oluver” dedi “ sen neler yaptın?” diye kızdı kendine. Ekmekten bir parça koparmak için davranırken birinin geldiğini fark etti ekmeği kenara bıraktı. Gelen binanın kapıcısıydı.

Kapıcı ile birkaç saniye göz göze geldi Sait Bey. Kapıcı:

- Başınız sağ olsun, abı dedi.

Sait Bey şaşırdı.

- Severdim Selahattin’i. Cenaze hangi camiden kalkacak.

Sait Bey, bir şey anlamdı kapıcının söylediklerinden.

- Selahattin’e ne oldu ki, dedi.

- Duymadınız mı yoksa?

- Yoo, bir şey mi olmuş?

- Dün akşam öldürülmüş.

- Nasıl?

Kapıcı,

- Valla teferruatı biz de tam bilmiyoruz ama, dün akşam içmiş mi ne yapmış eve gelirken de ne olmuş bilmiyoruz ama birileri ile tartışmış orada da bıçaklanmış. Hastaneye götürülürken de…

Sait Bey, bembeyaz kesildi. Düşmemek için yanındaki raflara tutundu.

- Ben Selahattin’i on yıldır tanırım bira içerken bile görmedim. Demek ki akşamdan akşama kafa çekiyordu ama yazık oldu. İyi çocuktu.

Kapıcının söylediklerini Sait Bey duyuyor ama algılayamıyordu:

-Cenazeye yetişebilecek mi Kaan Bey? Haber veridi mi?

- …

-İki çocukla kalan o karı ne yapacak şimdi. Ah be Selahattin.

Dışardan gelen ses Kapıcının sözlerini kesti:

- Namık satın mı aldın bakkalı. Nerede benim sigara.. Sana iş buyurunda kabahat.

Kapıcı Namık, toparlandı. Avucundaki parayı kasanın önüne bırakarak, ısmarlanan sigaranın adını söyledi. Sait Bey, “ alıver oradan” işareti yaptı Kapıcı Namık’a, Kapıcı Namık da gösterilen yerden sigarayı aldı. Elliliği şuradan al manasında işaret etti. Sait Bey, parayı bırakılan yerden aldı Kapıcı Namık’a uzattı, uzatırken de belli belirsiz “ Sonra verirsin” dedi.

- Bozuk mu yok

- Yaaa…

- Bak unutturma ama, emanetçisin

Kapıcı Namık, Sait Bey’e baktı. Sait Bey’in olaydan haberi olmadığını anlamıştı. Kötü bir haberi damdan düşer gibi söylemenin rahatsızlığı içerisinde bir şeyler söylemek için aklına gelen kelimelerden bir cümle oluşturmaya çalışırken dışarıdan gelen daha da sertleşmiş olarak tekrar duyuldu:

- Yahu Namık, neredesin? Geberdin mi ne.

Kapıcı Namık, bir kez daha fırçalanmamak için, dışarıya koştu, koşarken de

- Geldim Süreyya Bey, diye bağırdı.





9 Ağustos 2012 Perşembe


BİR EVLİLİĞİN ÖYKÜSÜ



Halasından bilirdi

Ne zaman bunalsa sıkılsa,

Okuması yoktu ki kitap okusun

Televizyon melevizyon da yoktu o zamanlar

Sıvardı kolları

Ya ev temizlemeye koyulurdu

Ya örgü örerdi,

Kadın başı ile sokaklarda dolaşmakta hoş kaçmazdı o zamanlar.


Kan ter uyandı uykudan

Böyle bir kâbus görmemişti çoktan

Saat 5.32 idi.


Saatlerce mi dolaştı evin içinde bilinmez

Saniyeler saatler gibi geldi belki

Ne kitap dağıttı kafasını

Ne televizyon ne video

Ne de internet

Dışarıya çıkmaya da korktu, manasızdı ama oldu

Sıvadı kolları halası gibi

Köşe bucak temizledi evi, yetmedi duş aldı

Süslendi püslendi denmez,

Aynaya maynaya bakarak üzerine bir şeyler giydi

Amacı kabusu unutmak

Derken, hayırdır inşallah:

Kapı çaldı…


Baktı delikten, karşı komşu

Geçen ayki bir günde de çalmıştı kapıyı o

Ev berbattı kendi de ondan aşağı kalmazdı

O halde kapı da açılmazdı, açılmadı da zaten

Onu görünce, yalan yok, içi cız ederdi

Eve de kılığına da akşama kadar lanet etti.


Bugün o günden başka bir gündü

Açıldı kapı hemen

Komşu, ezile büzüle bir şey istirham etti

Ona, içeriye buyurmaz mısınız denildi,

Söze lütfen de eklenildi

Kâbus,

Evin de kendinin de şekli şemalini düzeltmişti ya

Şimdi, ama doğru ama yanlış güven tam,

“ Lütfen buyurun.”


Buyurdu komşu anahtar gelinceye kadar

İki çift laf edildi buradan

İki bardak çay içildi

O kâbus görülmeseydi

O kapı açılamazdı

Nur topu gibi iki çocuk

Belki de bugün bu dünyada olmazdı

7 Ağustos 2012 Salı




BİR GARİP MANTIK


Olmaz, dedi

Olur, dedim

Olmaz, dedi

Olur, dedim

Olmayacağını biliyordum da

Olursa da ne havam olurdu be

Olmadı, gene hevesim kursağımda kaldı.

***


GÜZEL SÖZ

İlim okumak bilmektir, bilmek hakkı bulmaktır. ( YUNUS EMRE)

5 Ağustos 2012 Pazar


BİR ŞARKISIN SEN



Önce uzun bir ıslık duyuldu sonra da bir ses:

- Vay anasına be!

Televizyondaki “ atv” Bir Şarkısın Sen programını izleyenlerin aklından geçenleri ya da söylediklerini tahmin etmek zor değil.

“ Allah türkü ( şarkı) söylesin diye yaratmış bu çocukları”

“ Kendisine sanatçı diyen pek çok kişi şu çocukları dinleyince külahlarını önüne koyup uzun uzun düşünmeliler.”

“ Bu yaştaki bu çocuklara bu kötülük yapılmaz. Bu alkışı, bu sevgiyi gören bu çocukları okutabilir misin artık sen? “

“ İşte adam olacak çocuk.. Bangır bangır geliyor. ”

Hoş bir söz vardır¨” Nasıl bakarsan öyle görürsün.”

Bu program yayınlanırken hiç kuşku yok ki pek çok ailede pek çok kişi pek çok kişiye beş aşağı on yukarı şunu söylemektedirler:

“ Senden ( bizim oğlandan/kızdan) adam olmaz.

Sahi, ondan neden adam olmaz? Cevabı gayet basit, biz onu kendi beynimizden geçenlere göre değerlendiriyoruz da onun için ona senden adam olmaz diyoruz.

Yaradan, öyle bir yaratmıştır ki dünyayı her insanın yapabileceği bir iş vardır. Yeter ki o iş iyi saptanabilsin yeter ki ” bizim aklımızdan geçen yapılmayınca” o kişiye ( çocuğumuza) senden adam olmaz deyip kestirip atmayalım.

Evet, Berna, inanılmaz güzel türkü söyleyebilir, Meriç en zor aritmetik problemlerini zorlanmadan çözebilir, Hüsnü topu ayağına alınca pek çok kişiyi kendinse hayran bırakabilir.

Gören her göz Veli’nin birine bu çocukta gelecek var diyebilir de hiçbir anne baba( veli) hiçbir öğretmen, hiçbir usta hiçbir kimse kendi ölçütlerine göre değerlendirip “ Bu Veli’de hiçbir şey olmaz “ dememelidir. Dikkat ediniz uzmanının bu çocuktan müzisyen, bu çocuktan bilim insanı, bu çocuktan sporcu” olmaz demesi başka bu çocuktan hiçbir şey olmaz demesi başka.

Dünyada herkes bir şey olabilir. Önemli olan insan evladının yaradılıştan getirdiği yetiyi “ senden hiçbir şey olmaz demeden” iyi saptamaktan, bunu kabullenmekten ve de var olan yeteneğinin önünü açacak çabayı sarf etmekten geçer.

Çocuklara ( herkese) ” senden bir şey olmaz” sözü tehlikelidir, her çocuktan bir şey olur yeter ki gerçekler görülebilsin ve dahi bu gerçek(ler) kabul edilebilsin.

Sanatçı İbrahim’in futbolcu İbrahim’den, futbolcu İbrahim’in Çömlekçi İbrahim’den, Çömlekçi İbrahim’in Sıvacı İbrahim’den daha az ya da çok saygın olduğunu söylemek olanaklı mıdır ya da doğru mudur sizce?

Haddizatında tüm mesele şundan geçmektedir galiba, dünyaya gelen her insanın mutlaka yapabileceği, hem de iyi yapabileceği bir iş vardır.Yeterki bir yerlere gelmiş, ana baba olmuş kişiler kafalarında bir işi fazla abartmasınlar ve de asapları bozulunca karşısındaki kişiye ( zaman zaman da çocuğuna ) senden adam olmaz, senden bir şey olmaz” demesinler. Ondan

da bir şey olur pekala. . Önemli olan insanın ne iş yaptığı değil yaptığı bir işi layıkıyla yapıp yapmadığıdır. Bu birincisinden çok daha önemlidir. İsmin önüne konulan sıfat, ona ilk etapta avantaj sağlıyor olabilir ama işi ile bütünleşmiyorsa o sıfat, çok da önemli midir acaba?

Nice ustalar vardır ( sepetçi, frenci, temizlikçi, değnekçi… ) öyle iş çıkartırlar ki aranılan kişi olmuşlardır, yiğidi öldür ama hakkını ver saptamasından sonra isimleri örnek olsun diye söylenir.

“Bir Şarkısın Sen” de şarkı söyleyen çocukların üstün kabiliyetleri onlara hayranlıkla bakmamıza sebep olabilir belki ama insan gibi insan da “ ayakkabı boyayan- ama ayakkabıyı hakkıyla boyayan- bir çocuğa da hayranlıkla bakabilmeyi becerebilmelidir. Sözün özü, herkes dünyaya bir şey olmak için gelmiştir, biri bir yaşa kadar hala “ adam” olamadıysa onun kadar “ ona “ senden adam olmaz” diyerek sorumluktan kurtulmaya çalışanların da sorumluluğu az ya da çok olabilir. Karşısındakini, özellikle de çocuğunu, sen den bir şey olmaz diyen, meseleye biraz da bu gözle bakıp bu huyundan, söyleminden, vazgeçmesinde fayda olabilir belki de.