25 Şubat 2011 Cuma

BABAMA BİR ŞEYLER OLDU!
— Bir yere mi gideceksin baba? dedi İsmail Bey.
Baba Galip Bey, cevap vermek için kımıldanırken Şahika girdi salona:
— Herkese benden günaydınlar, dedi. Kahvaltı masasına geçip oturduktan sonra da ortaya sordu:
— Annem nerde beyler?
İsmail Bey:
— Size kahvaltı hazırlıyorlar büyük hanım, dedi on dört yaşındaki kızına.
Şefika, bozuntuya vermedi, zor duyulur bir sesle:
— Bize diyecektin herhalde baba, dedi.
Cevap verilmesine olanak vermeden de dedesine döndü:
—Bir yere mi gidiyorsun dedecik?
Galip Bey, oğlunun aksine Şefika ‘nın değişik üslubundan hoşlanırdı. Gülümseyerek cevap verdi:
— Az evvel baban da aynı şeyi dedi, nereden çıkarttınız bir yere gideceğimi?
— Anlayalım dede, yoksa ha, dedi Şefika. Uzandı dedesinden yanak aldı.
İsmail Bey, kendini tutamadı bu sefer. Sesini yükselterek:
— Kızım sen kime çektin Allah’ını seversen, dedi. Ne biçim konuşuyorsun dedenle?
Galip Bey torununa sahip çıktı:
— Sana çekmiş. Sabah sabah kızı fırçalıyorsun gene. Hem ne var yani olamaz mı?
Saniye hanım, çaydanlıkla içeriye girerken söze karıştı:
— Sabah sabah sohbet mi ediyorsunuz kavga mı ?
İsmail Bey, kızının koluna tatlı sert dokunarak:
— Kızım çaydanlığı bari al annenin elinden.
Saniye Hanım, tatsızlık istemiyordu:
— Getirdim canım ne olacak, dedi. Varma kızın üstüne. Çayları doldurmaya hazırlanırken de kayınpederine hitaben “ Hayrola baba” dedi. “ Bir yere mi gidiyorsun?
Galip Bey ellerini iki yana açarak :
— Buyurun buradan yakın dedi. Nereden çıkarttınız bir yere gideceğimi? Sözleştiniz mi hepiniz?
— Hani ne bileyim özene bezene tıraş olmuşsun. Banyo da yaptın kalkınca. Takımlarını da giymişsin.
Galip Bey’in az evvelki neşesi kayboldu Sesini biraz daha yükselterek sohbete son noktayı koydu:
— Biri ile buluşacağım var mı diyeceğiniz. Gelirse, buluşacağım, gelmezse size de yok bana da. yok tamam mı? Tatmin oldunuz mu?

*** …
İsmail Bey saat on bire doğru aradı karısını. Kızdı:
— Neredesin yahu. Sabahtan beri kaçıncı arayışım bu.
Karısının cevabı da sert oldu:
— Nerede olacağım, buralardayım.
— Nasıl buralardasın?
— Basbayağı buralardayım işte.
— Tamam tamam. Babamdan haber var mı?
— Nasıl yani?
— Ne demek nasıl yani Saniye? Geldi mi?
— Bir yere mi gitmişti ki?
— Dışarı çıkmadı mı?
— Çıktı.
— E onu diyorum işte. Çıktı da geldi mi?
— Öf be İsmail, ben de bir şey var sandım. Rahat bırakın adamcağızı.
— Ne yapıyoruz ki adamcağıza, merak ettik. Suç mu insanın babasını merak etmesi?
— Daha on dakika oldu çıkalı. Ocakta yemek var. Var mı merak ettiğin başka bir şey?
—Yok yok tamam. Ha, bir gelişme olursa beni ara tamam mı?
—Tamam tamam ararım güle güle.
Saniye hanım, yavaşça telefonu kapattı.” Bunların hepsi deli” diye kendi kendine söylendi. “Merak edilecek bir şey olsa merak etmezler.”
Mutfağa gitti. Akşam için yeşil fasulyeleri çıkartmıştı. Yıkamak için elden geçirmeye koyuldu.
***
Galip Bey, çok sinirli döndü eve. Kimse ona bir şey soramadı. Kimsenin de sesi çıkmadı.
Herkes, yatıncaya kadar televizyonun karşısında sus pus oturdu. Bir aralık Şefika “ Gelmedi herhalde “ diyecek gibi oldu, dedesinin bilindik öksürüğü ile sustu.
Galip Bey, geçen ayın yirmi dokuzunda yetmiş altı yaşına girmişti. Oğlu, gelini ve toruna kendisine küçük hediyeler almışlardı. Gerek oğlunun gerekse gelininin aldığı hediyelere” ne gerek vardı” dercesine teşekkür etmiş, Şefika’nınkine ise içten gülerek karşılık vermişti. Galip Bey karısını on dört yıl önce kaybetmişti. O günden bugüne burada yaşıyordu. Ev kendisinindi. Oğlu ve gelini kendisine çok iyi davranıyorlar, adeta gözlerinin içine bakıyorlardı ama Galip Bey mutsuzdu. Mutlusuzluğunun hıncını kasıtlı olmasa da zaman zaman evdekilerden çıkartıyor, hayatı hem kendine hem de çocuklarına zehir ediyordu.
İsmail Bey, pijamalarını giyerken:
— Görüyor musun şu kadının yaptığını, dedi karısına
— Gelmedi herhalde değil mi? dedi karısı.
— Ne bileyim gelmedi mi yoksa kavga mı ettiler.
İsmail Bey nadiren sigara içerdi. Bir tane yaktı, yatağın kenarına ilişti:
— Oysa sabahleyin ne kadar mutluydu.
— İğneleyici sözleri bile bir hoştu değil mi?
— Bir ağzını ara bakalım neler oldu? Yani istiyorsa evlendiririz de.
— Evlenmeye kalkınca engel olmayacaktık, değil mi?
— Ne bileyim. Oldu işte.
— Nasıl tanışmışlar?
— Bir şey söylemedi.
— Bilmediğimiz bir kadın. Keşke o Sultan denilen kadınla evlenmesine olur verseydik.
— On yaşında bebesi de olurdu şimdi.
—Şahika’nın kime çektiği belli oluyor şimdi ha. Bu yaşta ne çocuğu be kadın?
— Niye, olamaz mı? Sedat Bey, seksen yaşında çocuk sahibi oldu.
—Yani seninle de şöyle bir konuşmaya gelmiyor be kadın. Haydi, söndür de ışığı yatalım. Sabah ola hayrola demiş atalarımız…
***
Galip ertesi gün sabah ezanı ile uyandı. Kimseye haber vermeden, abdest alıp evden çıktı. Namazını camide kıldı. Meseleyi bilen Fadıl Bey’le ayaküstü konuştu, “ Olsaydı iyi olurdu.” Dedi Fadıl Bey. Onun, “ Belki bir aksilik çıkmıştır da onun için arayamamıştır “ sözü de aklına yattı.” Dünkü saatte bir daha git istersen oraya” tavsiyesi makul geldi. “ Zaten bir şey beklemiyorum ki, olursa diye düşündüydüm ama ne gidecem” dediyse de ona, ondan ayrıldıktan sonra dinlene dinlene epeyce bir yürüdükten sonra oraya gitti. Parkın önüne varınca köstekli saatine baktı. Saatin 13.30 olmasına daha iki saat vardı. Bereket versin ki hava parkta iki saat oturmaya müsaitti.
Galip Bey, iki saat kadar oturdu parkta. Çaycı Mehmet’ten bir çay aldı. Çayla beraber bir de sigara tellendirdi. . Hafta da üç sigara içerdi. İlkini haftanın ilk günü kullanmış oldu. Saat 13.30 olsu, 13.42 oldu.
Yavaş yavaş kalkmaya hazırlanırken, umduğu sesi yanı başında duydu:
— Merhaba amcacığım!
Heyecanla döndü, hafifçe de doğrularak karşılık verdi Gözleri gülmüştü:
— Merhaba, hoş geldin!
— Kusura bakmayın dün gelemedim, bugünde hani içimden bir ses gelmemi söyledi sanki buraya.
— Estağfurullah olur böyle. Hem söz vermemiştiniz ki. Belki demiştiniz, belki olur demiştiniz. Olmadıysa da mühim değil zaten, taş attım da kolum mu yoruldu…
— Öyle de olsa… Bulamasaydım üzülürdüm. Çünkü yarın ayrılıyorum, telefonunuzda yok hani, haber vereyim.
— Gidiyorum dediniz, Hayırdır inşallah. Ne tarafa?
— Altı aylığına İsveç’e gideceğim. Buradan ayrılınca belli oldu. İşlemler falan, Dün onun için gelemedim. Özür dilerim…
— Zararı yok evladım. Aman öyle olsun. İngiltere’de ölü sayısı seksene çıkmış diyorlar doğru mu?
Genç kadın, bir an duraksadı. Olayı anımsadı. Galip Bey’in dünyada olup bitenleri takip etmesi hoşuna gitti.
— Terör bu amcacığım, dedi. Çaresizce başını iki yana salladı :”Kimi nerede ne zaman vuracak belli olmuyor ki…”
—Doğru, doğru, dedi Galip Bey, başını genç kadının söylediklerini onaylarcasına aşağı yukarı birkaç kez salladı:
Genç kadın, Galip Bey’e doğru biraz eğildi:
— Ee Galip amca.
-…
— Sormuyorsun hiç, ne oldu diye.
Galip Bey biran gözlerini kıstı, bekledi:
— Senin sesin ve tavrın sanki olmuş gibi.
— Olsa sevinir misin?
— Vallahi doğruyu söylemek gerekirse bir şey diyemem şimdi. Olsa da altından kalkabileceğimden emin değilim. Malum.
— Eski topraksın sen. Nice gençleri cebinden çıkartırsın. Hele hele çağımız gençlerini.
Galip Bey, utanır gibi oldu. Belli belirsiz “ Estağfurullah” dedi.
— Peki, olmasa üzülür müsünüz?
— Canın sağ olsun yavrum.
Galip Bey, genç kadının nezaketen oturmadığını düşündü.
— Otursana kızım, dedi. Hafifçe de kımıldandı. Yer senden sağlam.
Genç Kadın, gözlerinin içi parlayarak geçen gün tesadüfen tanıştığı Galip Bey’e hayranlıkla baktı. Banka oturdu. Sevgi ile elini Galip Bey’in omzuna attı.
Galip Bey:
— Olursa aşım suyu olmazsa başım suyu diye bir söz vardır bizim oralarda kızım, dedi.
— Karnesini bir alsın, dediler. Malum, haftaya karne alacaklar.
— Ha!
— Siz telefon numaranızı ya da adresinizi verirseniz Mevlüt’ün karnesinde de matematik gene zayıf olursa düşünecekler sizi.
— Anladım
— Vallahi ben hepsini söyledim, Burada tesadüfen tanıştığımızı, emekli bir matematik öğretmenizi olduğunuzu.
Genç Kadın, Galip Beyin ellerinden tuttu. Galip Bey, utandı mahcup oldu.
— Sağ ol evladım, dedi. Hani sen dedin de böyle biri var, ders verir misin diye. Paranın önemli olmadığını da söyledin değil mi?
Genç kadının adı Aysun’du. Yardımcı doçentti. Çantasını açtı. Çıkarttığı kâğıt parçasını kalem ile birlikte Galip Bey’e uzattı. Gülümseyerek:
— Şu kâğıda adını soyadını telefon numaranı ve adresini yazıver amcacığım, dedi.
Galip Bey, kâğıdı aldı. Bir süre bekledi sonra da kâğıdı biraz da utanarak iade etti:
—Gözlüğümü yanıma almamışım çıkarken yavrum, dedi. Yutkundu “Sana zahmet olacak ama ben söylesem de sen yazıversen ha.”

21 Şubat 2011 Pazartesi

NE YAPTIN BUGÜN?
Saatini tam anımsayamıyorum ama akşam ezanının hemen sonrasıydı. Yanımda oturan genç adam yarım saat kadar telefonda konuştu. Zaman zaman kahkahalar attı, zaman zaman sesini yükseltti, zaman zaman da romantikleşti.
Bir sigara yakıp yanımda uzaklaşırken konuştuklarından aklımda kalan sadece, ”Ne yaptın bugün?”sözü oldu.
Aynı soruyu, bir harf değiştirerek, yüksek sayılabilecek bir sesle kendime sordum:
“ Ne yaptım bugün?”
Cevapsız geçen saniyelerden sonra yineledim:
“ Ne yaptım bugün?”
Bugün, kalktığımda öğlen ezanı okunuyordu. Elimi yüzümü yıkadıktan sonra hanıma kahvaltı hazırlattım. Sabahki çayı ısıttığı için karımı fırçaladım, para istedi, ağzıma geleni saydım. Akabinde de kapıyı çarpıp çıktım. Kahvehaneye uğradım, arkadaşlarla memleket sorunlarını tartıştık, hükümetlerin yıllardır halledemedikleri tümı sorunları şipşak hallettik. Saat üçte oradan ayrılırken hanıma vermediğim paranın fazlasını garsona gülümseyerek verdim.
***
“ Ne yaptım bugün?”
“ Hiç…”
***
Bir yerde okumuştum belki de dinlemiştim.Aklıma yatmış olacak ki denileni de yapmışım. Kendime bir reçete yazmış, bundan böyle neler yapacağımı madde madde sıralamışım. Hatta bazılarına not düşmüşüm pazartesi ye kadar bitecek, ayın 23’ünde kat ettiğim aşama değerlendirilecek gibi. Can sıkıntısından evin orasını burasını karıştırırken bir yerlerden az yapraklı küçük bir defter buldum akşama doğru.
Ne güzel şeyler yazmışım. Bir başkasına okusaydım muhtemelen” Bu güzel şeyleri senin için sıralayan muhterem mütehassıs kim?” diye sorar, akabinde de “Adresini bana da ver.” derdi. O kadar güzel, o kadar mantıklıymış ki yazdıklarım. Söylemek istediğim, o gün yazdıklarım birer ütopya değildi. Azıcık, minnacık gayretlerle listeye aldıklarımın hepsini gerçekleştirebilirmişim.
Şimdi diyeceksiniz ki:” Ee de iyi hoş da düşünmüşsün yazmışsın da sonuç.”
Sonuç, sıfıra sıfır elde var sıfır.
Yani, o günden bu güne bir arpa yolu al alamamışım.
Hastalıkları saptamışım, çözüm yolları da üretmişim.
Mesela bakın, maddelerin birine şöyle yazmışım:
* Uzun zamandır, birkaç kere ima yollu da söyledi, Nezahet’le sırf gezmek için dışarı çıkmadık.. Birkaç gün önce değişik bir yüz ifadesi ile dışarı baktığını görünce usulca dışarı baktım. Üstteki Ayhan Bey’le Nurhayat Hanım… Karşıki parka oturuyorlar. Ellerinde de birer haşlanmış mısır. Belli ki… Bu hafta sırf gezmek için Nezahat dışarı çıkarılacak.
Son cümlenin altını çizmişim. Nezahat o zaman Tarık’a hamileydi. Tarık şimdi iki buçuk yaşında mı üç yaşında mı ne… Hala, sırf gezmek için dışarı çıkartacağım Nezahat’ı.
Hani, muallim vazifesini yapmayan talebeye sorar ya:
— Neden yapmadın?
Talebe de başını eğer susar. Mazeretim yok demektir bu. İsteseydim yapardım ama yapmadım işte. Tembellik ettim.
Benimki de o hesap. Sorunu saptamışım, teşhisi de doğru koymuşum, yazdığım reçete derdime deva olacak cinsten. Reçetem hastalıkla örtüşmüş. Örtüşmüş de kaç para. Yaşama geçirmedikten sonra yerinde saymaya müşahede etmek hiç de sürpriz değil. Şikâyetler aynı. Reçete yazmak gerekse yazılacak olanlar yazılmış olanlarla harfi harfine örtüşecek. Uygulamak mecburiyetinde olan sarı çizmeli Mehmet Ağa sanki.
Bakkal Veysi Dayı için de bir saptama yapmışım oraya.
Veysi Dayı’ya borç çoğaldı demişim. Veremeyeceğimden değil, ihmalden. Dün de ellerimde paketlerle büyük marketten aldığım torbalarla önünden geçtim. Selam verdim, olgun adam tabi, güler yüzle selamımı aldı. Bu hafta hem borcumu kapatacağım hem de ekmek dışında bir şeyler alacağım peşin para ile.
Bundan böyle, marketten aldığım poşetleri bakkalın önüne koyup, adamla dalga geçer gibi, bir ekmek, bir sigara, bir sakız alıp sonra da not al sonra veririm denilmeyecek diye yazmışım. Yazmışım… Yıllar sonra defteri bulup oraya yazdıklarımı okuyunca anımsadım. Ee, diye soruyorsanız…
Veysi Dayı’nın bakkalı hala ayakta. Dün de elimde paketlerle bakkalın önünde durdum, bir şişe süt aldım ve o muhterem insanla dalga geçer gibi birkaç gün sonra veririm dedim.
Reçeteye yazdıklarım epeyce çokmuş. Bazılarını gerçekleştirsem hayatımda yüz seksen derece değişiklik olabil irdirdi belki. Olması için yazmışım zaten. Mesela, mesela Şeref’e ya gidilecek ya telefon edilecek demişim. Benim için ne kadar mühimmiş ki kırmızı kalemle de daire içine almışım. Hatta hemen yarın demişim. Ve de bunu da yapmazsan “ yuf sana Ersen” demişim.
Şeref’i hala ne ziyaret edebildim ne de arayabildim. Hani bugün, yarın yapman gerekenleri bir kâğıda yaz deseler 1.madde olarak Şeref aranılacak derim büyük bir olasılıkla.
Demek ki “demek” karın doyurmuyor. Yuf sana Ersin…
Parayı cüzdanda taşımak gibi bir âdetim olmadığından ceplerimi karıştırdım, dürüp dürüp tıkıştırdığım paraları çıkarttım, bir yerlerde bir şeyler yiyip içecek kadar para vardı. Kafa dengi arkadaşlarımın nerede olabileceklerini düşünürken gözlerim bir an karşıdan gelmekte olan kadının içi gülen gözleriyle birleştirdim. Mutlu olduğu her halinden aşikârdı.
Yanında bir erkek, belki kocası, belki erkek arkadaşı belki akrabası, belki bir ahbabı, vardı. Algılayınca silkinip kendime geldim. Yanlarında iki de çocuk… Oğlan olan “anne, anne” diyerekten kadına bir şeyler anlatıyor erkek de tatlı tatlı gülümsüyordu. Muhtemelen bu bahar akşamında akşam gezisine çıkmışlardı. Belki biraz daha yürüdükten sonra evlerine dönecekler, belki bir yerlerde oturup bir şeyler yiyecekler, belki de kafalarına göre takılıp beraber olmanın hazzını yaşayacaklardı. Belki de biraz sonra birine telefon edip “ Biz akşam gezisine çıktık, işiniz oksa hade sen de gelin” diyeceklerdi.
Nezahat’i bu hafta sırf gezmek için dışarıya çıkartacağım, demişim. Üç ile eli ikiyi nasıl çarparım akıldan. Nezahat bu hafta dışarıya çıkarılacak diye yazalı bu kadar hafta olmuş demek ki…
Şimdi, “ İşlerim çok yoğun, akşamları da eve geç dönüyorum, ben de istemez miyim onunla ara sıra dışarı çıkmak.” desem ya da “Hem, bir dışarı çekelim desek dünya para, yazık değil mi? Sinemaya, tiyatroya gideceğimiz para ile neler alır evimize değil mi ya?” desem inanır mısınız söylediklerime?
“İyi güzel de Veysel Bakkal’da her şey bulunmuyor ki, hem birazda pahalı…” desem “ Geç bunları… “ demez misiniz?
Ve de, “ Tamam, yıllardır beni hep arar Şeref. Ziyaretime gelir, bir yere giderken “Sen de gel” der. Belli ki “Bir kere de ben” demediğimden küstü en azından -bir alo demediğim sürece aramayacağı aşikâr- hep niyetleniyorum bir şey oluyor kaynıyor, desem.
İşte, Melih ile Yakup her zamanki masalarındalar. Muhtemelen birkaç saat sonra masaları kalabalıklaşacak, şenlenecek. Alışkanlık ne meret şey değil mi? Aklım defterle deftere yazdıklarımla meşgul olarak ayaklarım farkında olmadan beni buraya getirmiş. Onlarda beni fark ettiler, nerede kaldın der gibilerinden işarette bulundular.
Nezahet, pencerenin önündedir belki şimdi. Kocasıyla akşam gezisine çıkan bir kadına takılıdır gözleri. Belki, Ersin’le yan yana yürümeyeli ne kadar da çok oldu diyordur. Belki, sabahleyin bir çorap parası vermedi ama biraz sonra arkadaşlarının içki parasını verecek diye içi cız ediyordur.
Bakkal Veysel Dayı, veresiye defterini karıştırıyordur, gözleri benim ismime takılmıştır. Bana bir süt parasını, ekmek parsını verirken bile nazlanıyorsun da Ersin diye serzenişte bulunuyordur.
Şerefin parmakları telefonun tuşlarındadır beni aramak için ama beyni “Yo!” diyordur. Bir kere de o beni arasın canım. Hem, bir özür borcu var. O borcu yerine getirmeden olmamalı…”
Kinayeli, anlat anlat heyecanlı oluyor demeyin. Size inat, şimdi şeytanın bacağını kıracağım Şeref’e alo diyeceğim.
O ne, Melih’in sesi bu. “Haydi, Ersin!” diyor. Arkadaşı bekletmek olmaz, Şeref’e yarın telefon ederim. Hatta hem telefon eder hem de ziyarete giderim.
Köşeden yaşlıca bir adamla koluna girmiş bir kadın çıktı. Ellerinde birer külah dondurma akşamın serinliğinde yanımdan geçtiler, gittiler.

17 Şubat 2011 Perşembe

ADI OSMAN’MIŞ!

Dursun:
— Şu kapının yanında oturan kim? dedi.
Harun, işaret edilen yere baktı. Bıyıklarını parmakları ile sıvazladı. Çayından bir yudum aldıktan sonra da soruyu cevapladı:
— Vallahi, sakalı olmasa Vehbi’nin eniştesi diyeceğim ama.
Yan masada Derviş vardı. Tekti. Konuşulanları işitmişti. Merakını yenemedi öksürerek boğazını temizledikten sonra:
— Vehbi’de kim ola ki? dedi.
Harun, sorunun kendine olduğunu anladı, kasılıp cevap verdi:
— Kim olacak, Dudu kadının kocasının kayınbiraderi.
Derviş, Harun ‘dan haz etmezdi ama merakı konuşmayı sürdürmesini gerektiriyordu.
— Dudu Kadın da kim? Bizim köyden değil herhalde?
— Herhalde yani. Üst köyden, Ayfer’in kaynanasının kardeşi...
Derviş, Harun’un ciddi mi gayriciddî mi olduğuna karar veremedi ayağa kalktı, kendi kendine söylenerek uzaklaştı.
— Sana bir şey soranda kabahat zaten. Bilmem kimin de bilmem kimi. La havle ve la kuvvete…
Dursun’un gözü, kapının yanında oturan sakallıyı bir yerlerden ısırıyordu.
— Harun, ben bu adamı tanıyor gibiyim. Demin Vehbi’nin eniştesine benzettin ama uzaktan yakından alakası yok onunla. Bir kere bu köyden değil.
— Bana da öyle gibi geliyor da, satıcı falan mı ola ki kayınço?”
Dursun, suratını buruşturarak mütalaada bulundu:
— Bu saatte satıcı olmaz.
Birkaç saniye burunun ucunu kaşıdı, düşünürken hep öyle yapardı, Dursun. Sonra “ Dur Fazıl’a soralım” dedi. Ellerini de çırparak,” Fazıl, buraya bak oğlum.” Diye çaycıya seslendi.
Fazıl, kirli bardakları çalkalıyordu. İşine ara vermeden seslenişe kendince cevap verdi:
— Çayları mı tazeleyeyim Dursun Dayı?
— O sonra, gelsene buraya bir dakika sen.
Fazıl, “Emret dayım.“dedi coşku dolu bir sesle. Demesi ile de elindeki bardakla birlikte Dursun’un yanına seğirtti. Esas duruşa geçti. Selam verdi:
— Emir ve görüşlerinize hazırım Durmuş Dayı, dedi.
Dursun, gayriihtiyarî, sen hiç olmayacaksın der gibisinden, gülümsedi.
— Rahat, dedi şaka ile karışık. Sonra da yavaş bir ses tonu ile ekledi:
— Bak ne diyeceğim, şu kapının yanında oturan kim?
Fazıl, kendince ciddileşti. Kapıdan yana baktı. Sonra da Durmuş’a dönüp sordu:
—Hangisi dayım?
Durmuş elinde olmadan sinirlendi verilen karşılığa:
— Kapının yanında kaç kişi var Fazıl? Deli etme adamı.
Kapıdan fötr şapkalı biri başını uzatıp seslendi orta yere:
— Selamünaleyküm ağalar... Kim varsa, dışarıdayım, bana çift bardaklı bir çay.
Fazıl selam vereni sesinden tanıdı. Sesten yana dönme gereği hissetmeden:
— Herkes namına aleykümselâm muhtar emmi, dedi. Harun’a göz kırptı, ses tonunu biraz düşürerek cümlesini tamamladı: “Dursun dayıyı halledeyim, hemen.”
Söz, Dursun’u kızdırdı:
— Ne biçim konuşuyorsun Fazıl? Dedi. Bazen ağzının kaytanı iyice kaçıyor. Halledeyim malledeyim.
Harun, Dursun’ u kızdırmaktan onunla şakalaşmaktan keyif alırdı. Fazıl’ın pasını almıştı:
— Evet, yani oğlum, maazallah biri duyar yanlış anlar.
Durmuş, suratını buruşturarak:
— Tamam tamam, dedi. Uzatmayın.
Ve Fazıl’a dönüp sordu:
— Tanıyor musun?
— Kimi dayı?
Fazıl, Durmuş’un mimiklerinden “ işin tadını kaçırdığını” anladı. Özür dilerim gibisinden bir işaret yaparak. “ Defol git ” sözüne maruz kalmaktan son anda kurtuldu.
— Şu kapının yanındaki sakallıyı diyorum. Tanıyor musun?
— Valla ne yalan söyleyeyim dayı, tanımıyorum. “
Harun, lafın uzamasından sıkıldı.
— Yaa, sana zahmet olacak ama Fazıl, dedi. Çaktırmadan, uyandırmadan bir öğrenip gelsene kimmiş?
Şehre gidecek minibüs korna çalarak kahvehanenin önünden geçti. Fazıl, birer ikişer insanların gelmeye başlayacağını bildiğinden, burada daha fazla oyalanmak istemedi.
— Lafımı olur emmiler. Siz şu bardağıma mukayyet olun, dedi. Hala elinde tutmakta olduğu masaya bıraktı, Sakallının kim olduğunu anlamak için oradan ayrıldı.
***
Dursun, sakallı adamı bir yerlerden tanıdığından adı gibi emindi. Aslında Harun’un da tanıyor olabileceğini düşünüyordu. Bir kez daha onun zihnini zorlamak için sordu:
— Hiç tanıdık gelmiyor mu sana Harun?
Soru Harun’un kafasını karıştırdı Dursun’un tahmin ettiği gibi.. Aklına bir isim gelmiyor değildi aslında ama emin değildi. Dursun’a doğru iskemlesini biraz çekerek:
— Bu, Osman olmasın Dursun, dedi.
— Hangi Osman?
— Oturuş biçimi ben Osman’ım diyor gibi geliyor bana ama. O da böyle otururken arkaya kaykılır, bir elini de arkasına koyardı.
Dursun’un aklına da gelmişti Osman ismi ama dillendirmemişti. Heyecanlandı.
Harun, bir kez daha sakallı adama baktıktan sonra, daha emin bir ses tonu ile:
— Allah biliyor ya bana sanki o gibi geliyor.
— Yok canım!
— Vallahi bu o.
— Ya, o nasıl gelsin buraya? Delirdi mi, kim kabul eder onu buralarda. Tükürükle boğarlar.
— Ben onu bunu bilmem bu…
Fazıl’ın yanlarına geldiğini görünce sözünü tamamlamadı Harun.
Dursun, Fazıl’a kulağını göstererek gel işareti yaptı. Kulağına doğru eğilirken de sordu:
—Kimmiş?” Öğrenebildin mi?
— Vallahi dayı, adı Osman’mış galiba.
Dursun, ayağa kalktı. Ellerini belinde dayadı. Belini birkaç kez sağa sola oynattı.
—Tamam, dedi çaycıya. Sen git işinin başına.
— Başka bir emrin dayım?”
— Yok, yok sağ ol. Bardağını da unutma.
— Çaylarınızı tazeleyeyim mi?
— Haydi, gevezelik etme.
Fazıl, bardağı masanın üzerinden aldı, ocağına doğru yürüdü. Yürürken de herkesin duyabileceği bir şekilde:
— Isıtma çay kalmadı ağalar, taze çay hazır. Haydi, boş kalmasın önünüz, dedi.

Dursun, Harun’a baktı. Başını sallayarak:
— Varalım bakalım yanına bir, gerçekten o mu? dedi.
Harun, Osman ismini duymuştu. Dursun’un verdiği tepki için telaşlandı. Ayağa kaklı. Kolundan tuttu Dursun’un.
— Delirdin mi, otur yerine, dedi. Hem sana ne. Sen kim oluyorsun? Dış kapının mandalı.
— Dur hele bir, merak ettim gerçekten o mu?
Birden karar değiştirdi Harun. Dursun’un koluna bıraktı. Söyleyeceği hiçbir sözün bir mana taşımayacağını biliyordu. Aksine, ısrarı Dursun’un gereksiz efelenmesine ve de uyanmayanların uyanmasına sebep olacaktı.
— Haydi, bakalım öyleyse, dedi. Öğren de gel. Oysa bile bir saçmalık yapma ha!
Dursun, kaygılanma dercesine bir işaret yaptıktan sonra, sakallının oturmakta olduğu masaya gitti. Ellerini masanın üzerine koyarak:
— Merhaba, dedi.
— Merhaba, dedi adam. Kımıldandı.
Dursun, sandalyelerden birini çekip oturdu. Ve direkt sordu:
—Kimlerdensin?
Adam bir an duraksadı. Böyle bir soru beklemiyordu. Dursun’un ses tonundan da, gözlerinden de ürkmüştü biraz. Belli etmemeye çalışarak, cevap verdi:
— Buralardan değilim”
— Ya?
-…
— Misafir misin?
— Öyle sayılır.
— Adın Osman’mış…
Sakallı adam, bu muhabbetten sıkıldığına ifade eden mimiklerle:
— Ne olmuş?
Dursun, sandalyesini biraz daha yanaştırdı sakallı adama:
— Gerçekten Osman mısın diye merak ettik de hani.
Sakallı adamın sesi de yükseldi. Biraz da alaylı:
— Niye ki? On binlerce Osman var ülkede.
— Ananın adı Hacer mi?”
Sakallı adam, cebinden sigara paketini çıkardı, bir sigara çıkarıp yakacaktı, yasak aklına geldi vazgeçti. Bir an etrafına bakındı. Bazı gözler kendilerine çevrilmişti. Gülümseme gayreti içerisine girerek:
— Siz beni birine benzettiniz herhalde, dedi. Sonra da Dursun’un duyacağı ama ondan başka kimsenin duymayacağı şekilde söylendi.”Beş dakika soluklanalım dedik şurada.”
Dursun, az evvelki sorusunu biraz daha yüksek sesle yineledi:
— Ananın adı Hacer’mi?
Dursun’un yükselen sesi dikkatsiz müşterilerin de dikkatini çekti.
Masaya Harun gitti. . Fazıl yanaştı biraz. Dip masada oturan Emin ile Satılmış ayağa kalktılar.
Muhtar bile bir şeyler olduğunu sezinledi camdan içeriye dikti gözünü.
Sakallı Adam, çevresine bakındı. İç cebinden nüfus cüzdanını çıkardı. Ana hanesine parmağını koyarak gözüne sokmak istercesine Dursun’a gösterdi.
— Ne biçim yermiş burası be. Bir bardak çay içelim” dedik, dedi. Nüfus cüzdanını cebine koydu. Etrafına bakındı:
Dip masadan ayağa kalkanlar oturmuşlardı. Fazıl ocağına giderken, Harun da hemen yanındaki sandalyelerden birine ilişmişti. Muhtar’ın canının sıkıldığı yüzünden anlaşılıyordu. Dursun, rahatsız oldu durumdan. Kalktı geldiği masaya yöneldi. Sakallı da bir an evvel buradan gitmek için ayağa kalktı, cebinden bir onluk çıkardı, masaya bırakırken de herkesin duyacağı bir şekilde garsona seslendi:
— Parayı koydum şef. Üzeri de kalsın.

13 Şubat 2011 Pazar

MEVLİD KANDİLİNİZ HAYIRLARA VESİLE OLSUN!
AMİN!

8 Şubat 2011 Salı

Hatırlayabildik mi?

1- “ANNA KARANİNA” İSİMLİ ROMANIN YAZARI KİMDİR?

Y-0-S-L-T-T-O


2- BİR İNSANIN ÖLÜMÜNÜN AKABİNDE ÖKEN İNSANIN ACISINI ANLATMAK İÇİN OLUŞTURULAN ŞİİRE VERİLEN AD NEDİR?

Ğ – I – T – A

3- BİR ANADİLİN BİR ÜLKE İÇERİSNDEKİ DEĞİŞİK YÖRELERDEKİ YÖRESEL SÖYLEYİŞ FARKLILIKLARINA NE AD VERİLİR?

Ğ – I- A – Z

4- ÖZEL ADLARI KENDİSİNDEN SONRA GELEN ÇEKİM EKLERİNDEN AYIRMAK İÇİN KULLANILAN NOKTALAMA İŞARETİNE NE DENİR?

F- R- P-A-O-S-T-0

5- DÜZGÜN VE YERİNDE SÖZ SÖYLEME SANATINI HANGİ KELİME KARŞILAR?

A-T-A-L-G-B-E

6-ÖĞRETMEK GAYESİ İLE YAZILAN EDEBİYAT ESERLERİNE NE DENİR?

K-T-K-D-A-İ-D-İ-K

7- İKİ KİŞİNİN KARŞILIKLI KONUŞMASINI İFADE EDEN KELİME HANGİSİDİR?

G-D-Y-İ-L-A-O

8- BAŞTA PEYGAMBERİMİZİ VE DEVLET BÜYÜKLERİNİ ÖĞMEK AMACI İLE YAZILAN ŞİİRLER NE AD VERİLİR?

D-İ-K-A-E-S

9- İLK PSİKOLOJİK TÜRK ROMANI HANGİSİDİR?

Y-E-L-L-Ü

10-Fenler, ilimler zenginliği(hazinesi) manasına gelen ve Türk edebiyatında bir devre adını veren edebiyat akımının adı nedir?

S-R-E-İ-Ü-Ü-E-V-T-F-N-N

CEVAPLAR:

1-TOLSTOY 2-AĞIT 3- AĞIZ 4- APOSTROF 5-BELAGAT 6-DİDAKTİK
7-DİYALOG 8-KASİDE 9- EYLÜL 10- SERVET-İ FÜNUN

2 Şubat 2011 Çarşamba

DOĞRU SÖZE NE DENİR?


ASLINDA HİÇBİR ŞEY İYİ VEYA KÖTÜ DEĞİLDİR. HER ŞEY BİZİM ONLAR HAKKINDA NE DÜŞÜNDÜĞÜMÜZE BAĞLIDIR."
(SHAKESPEARE)

KUVVETE DAYANMAYAN ADALET ACİZ, ADALETE DAYANMAYAN KUVVET ZALİMDİR.
(PASCAL)

GÜZEL BİR GÜLÜŞ, KARANLIK BİR EVE GİREN GÜNEŞ IŞIĞINA BENZER.
(TOLSTOY)

İYİ OLMAK KOLAYDIR, ZOR OLAN ADİL OLMAKTIR.
(V. HUGO)

DÜŞÜNCELERİNİ DEĞİŞTİRMEYENLER YALNIZCA DELİLER VE ÖLÜLERDİR.
(T. LOWELL)

AKILLI BİR KİMSE DÜŞMANINDAN AKIL ÖĞRENMEYİ İHMAL ETMEZ.
(BEYDABA)

BİLİM VE SANAT TAKDİR EDİLMEDİĞİ YERDEN GÖÇ EDER.
(İBNİ SİNA)

ALKIŞI EN SESSİZ ŞEKİLDE KARŞILAYAN, ALKIŞI HAK ETMİŞ DEMEKTİR.
(EMERSON)

HAYATA YAPILACAK O KADAR ÇOK HATA VA RKİ, AYNI HATAYI YAPMAKTA ISRAR ETMENİN ANLAMI YOK.
(SARTRE)

GEÇMİŞ DERT İÇİN YAKINMAK, YENİ DERT EDİNMEKTİR.
(SHAKESPEAR)

AZ YİYEN HER GÜN YER, ÇOK YİYEN HER GÜN YER.
(TÜRK ATASÖZÜ)

BİLDİĞİN AYARI, BİLMEDİĞİN YOĞURDA DEĞİŞME
(TÜRK ATASÖZÜ)

Cahile söz anlatmak, deveye hendek atlatmaktan zordur.
(TÜRK ATASÖZÜ)

DÜNYADA EN HUZURSUZ KİMSE, GÖNLÜNDE HASET VE KİN TUTANDIR.
( İMAM ŞAFİİ)

SABIR ACIDIR, MEYVESİ TATLIDIR.
(TÜRK ATASÖZÜ)

DÜNYAYI SEL BASSA ÖRDEĞE VIZ GELİR.
(TÜRK ATASÖZÜ)

OKUMAK BİR İNSANI DOLDURUR, İNSANLARLA KONUŞMAK HAZIRLAR, YAZMAK İSE OLGUNLAŞTIRIR.
(F. BACON)
BİR MASAL BÖYLE BİTTİ

Sihir oluştu
Tenzih edilenin siniri yatıştı
Sehven de olsa güldü bazıları
Masal dünyasının ışıkları yandı,
Görülmesi gerekenler değil görülmek istenenler görüldü
Ali de Veli de Fatma da Ayşe de işitmek istediklerini işitti
Ortalık yumuşadı, asılan suratlarda gülücükler oluştu
Şans oyunlarında paralar birikti, hayaller kuruldu
Bir rüya başladı bir masalla
Hülya rüyaya eşlik etti
Soğukkanlı insanlar sıcakkanlı insanlarla ortalık kurdu
Sarı Çimeli Mehmet Ağanın kime yazdığını bilmediği mektup
Çalar saatinin “ kalk artık” uyarısı ile nihayete erdi.