19 Nisan 2011 Salı

KIZMAYAN AMA DÜŞÜNEN İNSAN

Yetenek, yalnızlık içinde biçimlenir, karakter ise yaşamın
akışı içerisinde. Karakter yetenekle birleşince meyvelerini verir.
GOETHE

Kocamı hiç böyle görmemiştim desem inanır mısınız? Hele hele bir de on sekiz yıldır evliyiz desem. Dün her zamankinden daha evvel geldi eve. Karşılıklı klâsik sözlerden sonra soyundu dökündü. Üzerinde bir gariplik olduğu belliydi. Sormadım. İstedim ki kendi paylaşsın, gereksinim görürse.
Birer fincan kahve yaptım. Karşılıklı içtik, havadan sudan bahsettim; aynı şekilde karşılık verdi.
Fincanları mutfağa götürdüm. Yıkadım. Döndüğümde giyinmişti. Sordum:
— Ne oldu Tayfun ?
— Biraz dolaşacağım, dedi.
Hava bozuktu. Yağmur da ha yağdı ha yağacaktı. Sesli olarak düşüncelerimi ifade ettim
— Şemsiye mi alırım, dedi.
— Ne zaman dönersin?
— Bilmiyorum Neriman. Gecikirsem merak etme.
— Nereye gidiyorsun?
— Belli bir yer yok. Bir çıkayım da, kafama göre. Bakarsın da beş dakika sonra dönerim.
Mutfakta bir köşem vardır benim. Sevdiğim yazıları, resimleri oraya yapıştırırım. Tayfun’u yolcu edip mutfağa geçince gözüm geçen gün yapıştırdığım yazıya ilişti. Goethe söylemiş:
“Yetenek yalnızlık içinde biçimlenir, karakter ise yaşamın akışı içinde. Karakter yetenekle birleşince meyvelerini verir.”
Sözden çok derin manalar çıkarttım desem doğruyu söylemiş olmam. Goethe söylediyse vardır bir değeri de demiyorum ama, ben bu sözü sevdim. Niyesi de yok. Üç dört cümleyle anlat deseniz onu bile beceremem ama ben bu sözü sevdim.
Makarnayı haşlamıştım. Sosunu da hazırlayayım daha fazla geç kalmadan diye aklımdan geçirdim koyuldum işe.
Saat epeyce oldu. Tayfun yok. Yıllardır böyle bir şey yapmadı. Geç kaldığı günler oldu tabi de habersiz hiç. Cepten arayayım dedim, yanlış anlaşılmaktan endişelendim. Ama burası büyük şehir… Gazetelerde her gün neler okuyoruz. Çoluğu çocuğu, kadını kızı yok ki bunun.
Kafam biraz dağılsın diye televizyonu açtım, kanallar arasında dolaşmaya başladım, ama olmadı, dağılmada kafa. Mutlaka aramalıydım. Sesini duyup rahatlar mıydım? Gelecek mi gelmeyecek mi gelecekse kaçta gelecek?
Telefonun başına gittim, numaraları çevirmeye başlarken kapı çalındı. Ahizeyi yerine koydum. Evet, kapı çalınıyordu, biri kapıyı yumrukluyordu. Gözüm duvardaki saate ilişti, gece yarısını birkaç dakika geçmişti. Zile basılmamıştı, resmen kapı yumruklanıyordu. Bu Tayfun olamazdı, anahtarı vardı. Hem de zile basardı. Kapıya varıp kim o mu desem yoksa polise mi haber versem kararsızlığı içindeyken, Tayfun’un sesini işittim. Kapıya vuran oydu:” Aç lan kapıyı, öldün mü?”
Rahatladım mı, korktum mu, beynimden kara sular mı döküldü? Belki de hepsi. Seğirterek kapıya gittim, açtım. Tayfun ayakta zor duruyordu. Ağzından burnundan köpükler geliyordu adeta. (Belki de bana öyle gelmişti.). Kolundan, elinden falan tutmadım. Kenara çekildim. Düşe kalka salona geçti. Kanepelerden birine kendini attı.
Gözlerini gözlerime dikerek ( Salon kapısında durmuş onu izliyordum.) :
— Gel lan buraya, dedi. Otur bakayım.
Lan! Şimdiye kadar Tayfun’un ağzından böyle bir laf çıktığını anımsamıyorum
Belli ki sorunu benimleydi ( Hitabından dolayı böyle düşündüm) . Belki bir davranışımı yanlış anlamıştı, belki hakkımda bir şeyler işitmişti. Belki de benim düşündüğüm gibi değildi de kendisinde var olan ama gizli kalan bir özellik birden bire özgür kalmıştı. Ya da doğru dürüst, insan gibi konuşamadığı için içkiden kuvvet alabileceğine, aklından geçenleri bir bir söyleyeceğine kendi şartlandırmıştı.
Aslında Tayfun’u hiç böyle de görmemiştim. Evet, ara sıra içtiği olurdu ama…

Karşımda rüyamda görsem inanmayacağım bir manzara vardı.
Elbette ki benim “ Gel lan buraya “ çağrısına icabet etmem, her ne pahasına olursa olsun, olanaksızdı.
Tepki vermedim istemine. Yineledi:
— Gelsene lan buraya…
Sakin ama kararlı bir ses tonu ile, ki bu onu iyi bilirdi;
—Bu evde lan diye birisi yok. Bu nedenle “lan” ın yanına gelmesi olanaksız, dedim.
— Lan dediğim sensin, dedi.
— O senin kuruntun, dedim içimden “ ya sabır” çekerek. İçki bazı şeyleri anımsamana mani oluyorsa anımsatayım. Benim adım Neriman.
Tahmin ettiğim gibi ses tonum, onu biraz kendine getirmişti. Yumuşamaya çalışarak:
— Buraya gel Neriman, dedi.
— Hayır, oraya gelmiyorum, dedim.
— Niye?
—Çünkü ben senin köpeğin değilim. Bana, buraya gel dersen oraya gelmem.
Efelenir gibi oldu:
— Kaşınıyorsun sen. Gebertirim ulan seni.
Böyle sözler de işitmemiştim Tayfun’dan. Birden sihirli bir değnek Tayfun’a dokunmuş onun gizlenmiş kişiliğini su yüzüne mi çıkartmıştı ne?
Yıllar evvel bir kitaptan okuduğum ya da bir filmde izlediğim bir bölüm geldi aklıma birden. Buna benzer bir durum anlatılıyordu. Bir kadın vardı orada da. Onun sözünü anımsayabildiğim kadarıyla sarf ettim:
—Kusacağım şimdi şuraya. Midemi bulandırıyor sözlerin.
Gayri ihtiyari sarf ettiğim sözlerime verecek cevap bulamadı gibi geldi bana bir an. Daha da hiddetlenip üste mi çıkmalıydım, alttan alıp ortamı mı yumuşatmalıydım… Suskunluğu buna karar verememesinden olabilirdi
—Bana bir sigara verebilir misin? dedi.
Ben gibi oda nadiren sigara içerdi. Kalk kendim al demek içimden geldi. Hitabı biraz düzeldi ya, ters cevap vermek istemedim bu sefer. Komidindeki yerinden bir sigara aldım. Çakmakla beraber uzattım. Teşekkür etti.
O, sigarayı yakmaya çalışırken ben de koltuklardan birine oturdum.
Sigarasını yakıp, sigarasından birkaç nefes çektikten sonra:
— Sen de yaksana bir tane, dedi.
— Ben, sigaradan da içkiden de destek almam bilirsin, dedim.
Bilirim der gibisinden, anlayamadığım bir şeyler mırıldandı, uzun uzun başını salladı. Bana söyleyeceklerini toparlamaya çalışıyor gibiydi.
Susuyorduk. Belki o, konuya girebilmek için benim girizgâh yapmamı bekliyordu. Bense konuşmaya başlar başlamaz orayı terk etmenin kararlılığı içerisindeydim. İçki ile konuşabilen insanlara tahammül edemiyordum…
Aradan bir süre geçince, oradan ayrıldım; iyi geceler bile demeden gittim yattım. Bir süre sonra da, tam uyumak üzereyken ben, geldi; yattı.
Ertesi sabah aynı saatte kalktım. Kahvaltıyı her zamanki gibi hazırladım.
Salonda gazeteme bakarken, girdi içeriye. O da her zaman olduğu gibi kalkmış giyinmişti. “ Günaydın!” dedi. Cevap vermedim. Üzerinde durmadı. Mutfağa geçti. Birkaç saniye sonra da seslendi:
—Neriman!”
Cevap vermeden kalktım. Mutfak kapısından kendimi gösterip, buz gibi bir ses ile:
— Efendim, dedim.
—Sen kahvaltı yapmayacak mısın?
—Hayır. Canım istemiyor.
Bu ne afra tafra gibi gibisinden bir harekette bulunmadı.
Tayfun kahvaltısını bitirip mutfaktan çıktığında televizyon seyrediyordum. Her zaman olduğu gibi,” eline sağlık, sağ ol ” dedi. Belli belirsiz “afiyet olsun” dedim.
Bugün kapıya kadar uğurlamayacağımı biliyordu. Kırgınlığım derecesini, yanağıma kondurmak istediği öpücüğe müsaade edip etmememle ölçebileceğini de

13 Nisan 2011 Çarşamba

AFERİN


Bakma bana öyle Aylin

Demedi vallah bunca yıldır

Bir kez olsun “ aferin” diye bana.

Avukatlığına soyunup şimdi onun

Şımarmanı istememiş olmalı deme sakın

“İltifatın olmadığı yerde maharet olmaz” derler bilirsin

Soğudum vallah billâh, bundan böyle sıradan biri o benim için!

Bir aferin için mi bu deme sakın ola ki ha

Kimlere “ aferin” demedi gözlerimin önünde

Atla deve ummadım ondan ben ondan be Aylin,

Bir “aferin” duymak istedim ağzından

Esirgedi,

Gene de derim, ayağı taşa takılmasın

Mademki bilmiyor kadir kıymetim



Beni anlamadın değil mi?

Senin de canın sağ olsun.
YAZ ŞURAYA
— Ne diyorsam onu yap sen.
— Niye?
— Ne demek niye?
— Niye senin dediğini yapayım?
— Çünkü ben doğru söylüyorum.
— Nereden belli?
— Bırak lafazanlığı. Doğru değil mi şu söz:” En silik yazı bile en kuvvetli hafızadan iyidir.”
—Yani…
— Yanisi manisi yok bunun. Şöyle bir yokla hafızanı.
— Yokladım
— Nice nicesi var değil mi? Unutmam dediğin ama unutup gittiğin nice mısralar, nice sözler nice projeler…
— Senin yok mu?
— Canım benim de var elbette.
— O zaman niçin hep “sen sen” diyorsun.
— Öyle falan dediğim yok. Lafın gelişi benimki.
— İşin kolayını bulmuşsun sen. Lafın gelişi, lafın gelişi…
— Sahi bugün ne yapacaksın sen?
— Bugün ne mi yapacağım? Hiç…
— Nasıl yani?
— Basbayağı hiç. Hiç bir şey yapmayacağım. Ya sen?
— Farkında mısın? Hep yerimizde sayıyoruz. Bunun nedeni bugün, yarın, bir ay sonra, bir sene sonra ne yapacağım sorusunu kendimize sormamaktan mı kaynaklanıyor acaba?
— Vay, ara sıra çalışıyor senin mübarek kafa ha.
— Gel bugün bir şey yapalım seninle.
— Ne yapalım?
— Bilmem. Yapalım işte bir şeyler. Mesela, mesela… Mesela.
—Ha ha ha!
— Ne oldu neden manalı manalı güldün dostum?
— Hiç, şey bu soruyu Kâzım’a sorsaydın ne derdi acaba ha?
— Kâzım’a mı?
- …
— Ha şu Kâzım! Nerden geldi aklına şimdi? Vallahi ne adam değil mi?
— Nasıl yani?
— Yani, bizim gibi orasını burasını kaşıyarak, ağzını burnunu eğerek mesela, mesela demezdi, çok fazla düşünmezdi. Şakır şakır bugün şunu, şunu, şunu yapacağım derdi.
— Sahi ya, adamın her şeyi planlı… Hani merhabamız var, o kelimeyi kullanmak istemiyorum.
-…
— Ne o, niye daldın öyle?
— Şimdi, eeee şöyle düşün, koskoca bir okyanus.
— Ee?
— İçinde yelkenliler, gemiler, yatlar…
— Üzerinde katlar.
— Katlar matlar, bozma şimdi havamı.
— Hade bakalım.
— Ama bak lâfebeliği yok tamam mı? Biraz sonra bir soru soracağım sana, hani kıl kıl cevaplamayacaksın.
— Emrin olur ağabey.
— Bak ne dedim az evvel. Havamı alma. Oradan bir yere varacağım. Çok önemli ama…
— Ooooo, önemliyse tamam. Susarız, dinleriz, cevaplarız.
— Sulandırmadan ama lütfen…
— Sulandırmadan.
— Gemiyi bırak şimdi. Yelkenlideyiz.
—Ee!
— Hafif de bir rüzgâr
— Tamam, tamam anladım ne söyleyeceğini?
— Ne söyleyeceğim?
— Canım hemen kızma öyle, yükseltme sesini.
— Hayır, ne söyleyeceğim şimdi? Söyle bir de ben de bileyim.
— O rüzgâr hangimize yardımcı olur diyeceksin?
—Haaaaa…
— Tabiî ki bize yardımcı olmaz Olamaz. İstese de olamaz.
-…
— Dur ya, niçin öyle iç geçirdin?
— Amaçsız, plânsız insana kim, ne yardımcı olabilir ki? Bak orada, o rüzgar, Kâzım’a yardımcı olabilir çünkü o nereye gideceğini oraya gitmesi için neler yapması gerektiğini hep bilmiştir. Ödülünü de, hep ne derdik ona, hâlâ da deriz ya ne demişizdir ona?
— Hep dört ayağın üzerine düşer, kedi gibi.
-…
— Bak, bugün ne yapacağız dedik cevap veremedik. Yarın ne yapacağız?
-…
— Bir hafta sonra…
- ?
— Üç dört yıl sonra emekli oluyoruz. Ne yapacağız?
— Kader nereye sürüklerse… Biliyor musun, belki inanmayacaksın ama geçen gün bu soruyu lâf olsun diye Kâzım’a da sordum ben. Ne dedi biliyor musun?
— Ne dediğini bilmem ama… Bakalım demediğinden adım gibi eminim.
— Demedi.
— Hiç de dememiştir.
— Demedi.
— Ne yapacakmış?
— Bakalım demedi, hiç de demedi bizim gibi.
— Onu anladık da. … Ya neyse tamam, söyleme boş ver ne dediğini.
— Asıl söylenmesi gerekeni söyledim değil mi. Bugün ne yapacağımızı söyleyebilseydik akşam da neler yaptığımızı söyleyebilirdik be.
— Ne söylediğini kendin anladın mı?
— Tamam dostum, bugünlük bu kadar felsefe yeter bize. Bu yaştan sonra şeye kadı olacak değiliz ya.
— Efendim?
— Ne o, o ne bakış öyle?
-…
— Bu yaştan sonra…
-…
— Mutsuzluğun, başarısızlığın, yaşlılığın anahtar kelimeleri mi bu yaştan kelamı, ne dersin?
— Aaaaa, yetti. Ben bu kadar mütalaaya gelemem.
Kalktı, televizyonu açtı. Gözler beyaz cama odaklandı, saatlerce kahkahalardan,”aaa!”da,”oooo!” dan başka da bir şey duyulmadı, kimin kiminle ne yaptığı, kimin kaçıncı sevgilisinden niçin ayrılığı, kimin yat kat aldığı bir güzel öğrenildi.

10 Nisan 2011 Pazar

RİCA MİNNET

Rica minnet izin aldım iş yerinden.
Yıllar sonra ilk kez güzel bir hafta sonu yaşayacaktım. Şimdi, nasıl yani diyeceksiniz.
Belki birden kafanıza eşimle dostumla piknik yapacağımı düşüneceksiniz. Belki o özel kişi ile el ele deniz kenarında yürüyeceğim kanısına kapılacaksınız. Belki… Sonu yok tabii ki bu belkilerin. Çünkü yapacağımın plâncısı benim. Siz ancak kendi hayal dünyanızda, kendi kültürünüzle, birikiminizle ve yaşam felsefenizle yorum getirebilirsiniz o kadar.
Ukala tiplerden hoşlanmazsanız, az evvel ifade ettiğim düşünceleri ukalalık olarak yorumlayabilir, bundan sonra dile getireceklerimi okumayabilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınız. Benim nasıl ki dilediğimi dilediğim şekilde ifade etme özgürlüğüm var ise sizin de benim ifade edeceklerimi okumama hakkınız var. Saygı duyarım. Bilmem bana katılacak mısınız, bu, saygı duyma sözü de son zamanlarda moda oldu. Herkes birbirine saygı duyarım diyor:
— Söylediklerine saygı duyuyorum.
—Yaptıklarını tasvip etmiyorum; ama saygı duyuyorum.
— Bir şey demiyorum size, saygı duyuyorum beyefendi/hanımefendi.
Saygı duymaya bu kadar hevesli olanlardan birine, biri çıksa da “Niçin saygı duyuyorsun?”dese ne cevap verir merak ediyorum doğrusu.
Ben bir şair değilim. Ama bazen ilham gelir, ilhamın getirdiklerini da geri çevirmem. İşte şu anda ilham geldi. Geleni geri çevirmek olmaz. Bakalım ne der ne derse güzel der:
Ben talip olmadım bu işe
Öneri sizdendi
Ellerimi ovuşturmadım
Haykırmadım hazırım diye
Hatta kendimce bir üslupla
Kırmamadan sizi
Affımı istirham ettim,
O kadar ısrar ettiniz ki neden bilmem
Kasıt ararsınız belki de
Kızamazsınız bana
Saygılarım satırlara.

Buyurunuz birkaç sual size:
— Beğendiniz mi? ( Eh, fena değil.)
— Ne demek istiyorum şiirimde? ( Yani şey, bu şiirde sen anlatmak istiyorsun ki…)
— Bende bir şeyler var mı, ne dersiniz? ( Bunu cevaplamak bana düşmez.)
Efendim, istirham ediyorum; yumunuz gözlerinizi. Hayal gücünüzü zorlayınız. Gözlerinizin önüne kadınlar getiriniz, erkekler getiriniz, çocuklar getiriniz sürü sürü ve bunlardan bazılarını ( Yukarıdaki sorulara yukarıdaki gibi cevap vereceklerini düşündüklerinizi) tutup öne çekiniz. Şiirsel düşüncenize ( ne demekse) güveniyor musunuz; bunlar gerçekten aradığınız insanlar mı; seçiminiz doğru mu, onların şu anda hiçbir açıklama yapılmadan bir adım öne çekilmeleri hem onlarda, hem oraya çekilmeyenlerde ne gibi fırtınalar yarattı? Şu anda “ Sen de bitten yağ çıkarmaya çalışıyorsun.” diyenlerden misiniz?
Sahi, bitten yağ çıkartmak diye bir deyim ( söylem daha mı doğru acaba?) var mıydı? Varsa doğru yerde, doğru şekilde kullandım mı? Görüyor musunuz başıma gelenleri… Pimpiriklinin biriyim zaten, taktım bu deyimi (tekrar vurguluyorum, varsa) kafama. Var mıydı böyle bir deyim, varsa yerinde ve doğru kullanmayarak dilimize bir kötülük de ben mi ettim. Böyle bir deyim yoksa ( o zaman ben üretmiş, uydurmuş, oluyorum) tutacak mı?
Sen, ya sabır çekerek ellerini kütürdeten, “ Ne diyor bu adam (adam olduğumu nereden biliyorsun?) ya…” diyorsun benim için değil mi? Müsaade buyurunuz açıklayayım (not: Az evvelki cümlelerimi hikâyemin sonunda tekrar kullanacağım.)
Yarım saattir canım öyle bir çay istiyor ki. Eşime söylesem ( yukarıdaki paragrafa açıklık getirmesin diye karıma ya da kocama demiyorum) muhakkak ki yapar. Metin’e söylesem o da yapar. Arzu’ya söylesem… Aman Allahlım! Bak, Allah için, yapmam demez demesine de bir süre sonra siz “ is-te-mi-yo-rum; vaz-geç-tim” diye haykırırsınız. Söylediğimin doğru olduğunu görmek istiyorsanız benden size müsaade Arzu’yu bulunuz ve ondan bir şey isteyiniz.
Kimin söylediğini anımsamıyorum (Hatırlamıyorum deseydim daha mı iyi olurdu acaba?) biri bir işin yapılmasını istemiyorsan işi başkasına havale et demiş. Çay işini başkasına havale etmektense kendim demleyeyim en iyisi
. Bu düşünceyle yazıma ara verip mutfağa gittim. Çaydanlık ocağın üzerindeydi ve sıcaktı. Su mu kaynatılmıştı çay mı demlenmişti. Korkarak kontrol ettim. Sonuç...
Çay eski değildi
. Şimdi akla gelen ikinci soru, içilip bitirilmiş miydi yoksa demlenmesi mi bekleniyordu? Üçüncü soru evdekilerce içme eylemi nihayetlendirilmişse niçin bana da teklif edilmemişti. Teklif edilmemesinin de iki nedeni olabilirdi kanımca: Ya bana değer verilmiyordu bu evde artık, ya da yazı yazdığım bilindiği için kafamın dağılmasından endişe edilmişti. Kapı çalınsaydı da “Çaaay!” denilseydi kafam dağılır mıydı? Kızar mıydım öneri getirenlere? Memnun mu yoksa namemnun mu olurdum? Hemen bunlar geldi aklıma “dem”e bakarken. Hem rahatladım, hem üzüldüm. Rahatladım çünkü böyle düşünmelerini adam yerine koymama olasılığına tercih ettim. Üzüldüm çünkü nasıl anlatsam şimdi, niçin kızmamdan endişe etmişlerdi? Hoşuma gitmeyen bir şey söyledikleri zaman kızdığım düşüncesi kafalarında yerleşmişse bazı şeyleri benimle paylaşmıyorlar demekti ki bu, ne büyük bir tehlike… Nice büyük felaket kızılacak endişesiyle yaşanılmış bir olumsuzluğun güvenilecek kişilerle paylaşılmamasından doğmuyor mu?
Bir anda, hemen bir fikir geldi aklıma. Bardaklar aldım raftan (dört bardak), tepsiye koydum çayları doldurdum bardaklara. Salona geçtim:
—Çaylar, dedim. Var mı isteyen?
Oğlum:
— En açığını bana bırak, dedi.
Kızım:
— Ben istemiyorum, dedi ve de “Ne zaman?” denilmiş gibi ekledi” Belki sonra…”
Eşim:
— Ben isterim, dedi. Yanına da iki bisküvi olsaydı.
Çayları dağıtıp odama geçtim. Kasetçalara (Eski adı teyp mi idi? Kelimelerin adı zamanla niye değişir ki?) Neşet Ertaş’tan bir kaset koydum. Sazlı sözlü oyun havaları. Oynanmaz mı? Kalktım oynamaya başladım. İçeri girerken kapıyı örtmeyi unutmuşum, kızım koşarak girdi içeri. Başladı bana eşlik etmeye. Oğlum da oturduğu yerden elleri ile tempo tutuyordu.
On beş dakikalık bir boşalımdan sonra odamda tekrar yalnız kaldım.
Verlaine’nin hoş bir sözü vardır: Yanlış anımsamıyorsam şöyledir:”Düzyazı yürüyüştür, şiir danstır.”
Dansımı yaptım biliyorsunuz ( Yazdım değil mi?), düzyazımı nihayetlendirmedim. Taş çatlasa 30 dakika içinde bunu gerçekleştirmem gerekiyor. Yani yazımı nihayetlendirinceye kadar yeni bir mola hakkım yok. Bak, şu anda, sen” “Gene ukalalık yapıyorsun. “diyor olabilirsin ( Olabilirsiniz demediğim için kızmadınız inşallah…). “Belki yazın bitti, belki iki cümle, belki iki kelime düşüncelerini aktarman, bir başka ifade ile hikâyene nokta koyman için yeterli.”
— Olabilir mi?
— Elbette.
— Böyle olunca da bu yarım saatlik süre içerisinde değil bir, yüz defa bile mola verebilir misin?
— O kadar değil de, verilebilir tabi.
— O zaman niçin yeni bir mola hakkım yok diyorsun?
— Senaryoyu sen yazdın, sen yorumluyorsun.
Yukarıdaki olası konuşmadan sonra hâlâ oluşturmaya çalıştığım şu öyküyü okutabiliyorsam size kendimi başarılı addediyorum. Çünkü iyi yazı, benim kanımca, sonuna kadar kendini okutabilen yazıdır. Öyle ya da böyle olması ayrıntıdır, tartışılabilir.
Ya sabır diyerek ellerinizi kütürdeterek okuduysanız da başarıdır, zevkle okuduysanız da başarılıdır, başka şeyler düşünerek okuduysanız da başarıdır. Bunun aksini söylemek, kıskançlıktan öte bir anlam ifade etmez. Ama şu sıralarda neler düşünüyorsanız, ne gibi güzel cümleler (!) sarf ediyorsanız onu bilmem.

6 Nisan 2011 Çarşamba

YANİ!

Hani tencere yuvarlanır kapağını bulurdu?
Tencere yuvarlandı
İçindekiler döküldü
Tencerenin sahibi aç kaldı.

4 Nisan 2011 Pazartesi

AFERİN


Bakma bana öyle Aylin

Demedi vallah bunca yıldır

Bir kez olsun “ aferin” diye bana.

Avukatlığına soyunup şimdi onun

Şımarmanı istememiş olmalı deme sakın

“İltifatın olmadığı yerde maharet olmaz” derler bilirsin

Soğudum vallah billâh, bundan böyle sıradan biri o benim için!

Bir aferin için mi bu deme sakın ola ki ha

Kimlere “ aferin” demedi gözlerimin önünde

Atla deve ummadım ondan ben ondan be Aylin,

Bir “aferin” duymak istedim ağzından

Esirgedi,

Gene de derim, ayağı taşa takılmasın

Mademki bilmiyor kadir kıymetim



Beni anlamadın değil mi?

Senin de canın sağ olsun.

1 Nisan 2011 Cuma

1 NİSAN

“Firkete oyası” gibisin dedi
İlk kez mi birinden iltifat duyuyordum ne
“ Oya” var ya içinde Güngör’cüğüm
Yağlarım eridi bir hoş oldum
“ Hayır” ı da sevmem bilirsin
Her dediğini yaptırttı,
Amiyane olacak ama
Adeta posamı çıkarttı
Bir firkete oyası ile
Efendim
“ Bu kadar şey olamazsın mı?” diyorsun
Değilim zaten
Zokayı yuttun
Bugün 1 Nisan