27 Haziran 2019 Perşembe

MUAMMER
- …
- …
—Hindi gibi ne düşünüp duruyorsun Muammer? Bir saattir sen sus ben sus. Ağzının ucuyla hoş geldin dedin sustun.
-…
— Bir şey söyle ya. Çatlayacağım vallaha.
— Beni nasıl bilirsin?
— Seni nasıl mı bilirim? Nereden icap etti şimdi bu? Bu kadar susman buna mıydı?
— Şimdiye kadar kimsenin tavuğuna kış dediğimi gördün mü sen benim?
— Sorun nedir?
— Kimsenin tekerine çomak soktuğumu duydun mu??
— Dostum, belli ki biri fena bozmuş seni. Paylaşmak ister misin?
— Sen beni kırk yıldır tanırsın.
— Yapma yahu! O kadar oldu mu?
— Bak, şaka kaldıracak halim yok.
— Peki peki, hade anlat niçin küplere bindiğini. Karşılıklı suspus olup kös kös oturmaktan iyidir.
— Kırk yıldır tanırsın beni. Bir kez olsun kaşının üzerinde de gözün var dedim mi kimseye ben?
— Gözünün üzerinde kaşın diyecektin herhalde.
— Neyse işte, Ha gözünün üzerinde ha kaşının üzerinde. Kırk yıldır gözünün üzerinde kaşın var dediğim bir Allah’ın kulu oldu mu?
— Sözün bana mı ortaya mı? Önce onu bir öğrensem.
— Onu sonra öğrenirsin, Dedim mi demedim mi? Evet ya da hayır? Başka bir şey istemiyorum.
— Benimle sesini yükseltmeden konuş. Biliyorsun bağıranlardan hiç hazzetmem.
— Bağırtma beni öyleyse. Halden anla. Ses ver sesime, Evet mi hayır mı?
— Evet olur mu? Elbette ki hayır.
— Ben sadece sana değil kimsenin kaşının üzerinde gözün var demedim lan.
— Muammer “lan”lı falan konuşmazsan sevinirim. Tövbe tövbe. Ne oldu bugün kuzum sana?
— Biliyor musun? Şimdi yanlış bir sözcük de kullanmak istemiyorum da, Vicdani bile bana posta koyuyor artık Nuri. Ben bu kadar mı şey oldum ha?
—Vicdani mi? Doktor Vicdani mi? Yapma yahu. Ne yaptı?
— Ne doktoru Nuri? Benim şey yaptığım Vicdani. Sen tanımassın. Bizim iş yerinde çalışıyor.
— Ne bileyim doktor moktor deyince, aklıma hemen o geldi.
— Bir de şey var, tanırsın savcı. O niye gelmedi aklına? Onun adı da Vicdani
— Bilmem. Doktor olan geldi işte. Neyse, eee!
—Vicdani bile bana kafa tutmaya başladı artık. Karım öyle yaparsa, çocuklarım böyle yaparsa Vicdani de, babamın oğlu değil ya o da şey yapar işte.
-- …
— Adamın geleceği iki dudağımın arasında. Şu anda bile bir alo deyip kapı önüne bırakabilirim. Buna rağmen o bile artık beni takmıyor Ama ben ona, dünyanın kaç bucak olduğunu göstereceğim.
— Kusura kalma da, şimdi orta yerimden çatlayacağım vallahi Muammer. fıtık ettin. Anlatacaksan adam gibi anlat, anlatmayacaksan ben kalkacağım. Bunaldım of. Ben bu kadar şeye gelemem.
— Kalkarsın tabi. Vicdani bile şey yaptıktan sonra bu gariban arkadaşına sen mi şey yapmayacaksın?
— Ter içerisinde kaldım Muammer. Allah rızası için ya meseleyi anlat ya da ne bileyim sus. Şimdi tepemin tası atacak, tadından yenmez olacak. Ya anlat ya da sakız gibi çiğneyip durma. Ne oldu? Neyi taktın kafana yine. Derdini dökmeyen derman bulamaz dostum. Dök derdini dök.
—Derdimi sana dökeyim, sen de tellal ol, mahalle mahalle sat. Yemezler.
— Bak ayıp oluyor Muammer. Ağzından çıkanı kulağın duysun. Asabın bozuk diye, bir hukukumuz var diye alttan alıyorum da yani her şeyin de bir sınırı olmalı canım.
— Düştük ya vur. Sen de vur. Düşenin dostu mu olur? Vur.
— Şu yaptığın var ya Muammer. Sabır taşı olsa çatlar vallahi.
— Karşımdaki adam adam olsa ben de şey yapacağım ama karşımdaki adam kılığına girmiş bir şey.
— Kırıyorsun beni Muammer
— Sen niye kırılıyorsun ki? Lafım sana mı?
— Babama mı?
— Babanı karıştırma. Lüftü Amca’ya oğlu da olsan laf söyletmem.
— Ben ne söylüyorum sen ne söylüyorum be adam.
— Ben onu bunu bilmem. Lütfü Amca’ma laf söyleyeni öperim.
—Muammer, gardaşım. Kendine gel. Ne demek öperim möperim. Tövbe estağfurullah.
— Senin kalbin kötü. Her laftan kendince bir mana çıkartıyorsun. Aklın fikrin nerede bilmem ki?
— Senin aklın neredeyse benimki de orada.
— Ya, şimdi bir şey söyleyeceğim alınganlık yapıp öküzün altında buzağı arayacaksın yine.
— Sen de net ol. Örtülü anlatım yapma.
— Bunu bana mı diyorsun?
— Yok babana söylüyorum.
— …
— Niye sustun?
— Ne yapayım Muammer? Susma da bir konuşmadır. Bir iletişim aracıdır. Konuşalım diyoruz konuşmuyorsun
-…
— Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az. Anladın mı?
— Lafa bak hizaya gel. Aklın sıra tereciye tere satıyorsun. Laf ebeliği yaparak benim sırtımı yere getireceğini düşünüyorsun? He he…
- …
— İşine gelmeyince çek ağzına fermuar
-…
— Bakma bana öyle kaşını kaldıra kaldıra. Nuri
-…
— Bakışını yiyeyim senin
- …
—Nereye lan? Niye kalktın. Konuşuyorduk.
—Konuşuyor nuyduk? Emin misin?
-…
—Haydi git. Seninle de bir şey konuşmaya gelmiyor. Yokluğun varlığından iyi. Seni adam yerine koyduk bir şeyimizi paylaşaım dedik.
— Muammer’
— Ha!
— Kusura bakma, verilmiş bir sözüm var da, benim gitmem gerekiyor.
— Anca varırsın hade.


26 Haziran 2019 Çarşamba

BİR KASA HAMSİ

Çocuk işte. Koşarak ve bağırarak içeriye girdi. Tencere başındaki babaannesine seslendi:
—Babaanne kız. Bi adam, kınalı saçlı bir teyze arıyo.
Mevhibe kadının saçları yıllardan beri kınalıydı. Mahallede herkes ona kınalı saçlı teyze derdi..
Mevhibe kadın, torununa:
—Yemek yapıyom, dedi. “Kimmiş git sor? Napçakmış beni?”
Ceren, altı yaşlarındaydı. Konuşkandı. Hareketliydi.
Meraklıydı da. Koşarak gitti. Koşarak geldi.
—Lazımmış, dedi.
Mevhbe kadın, çorba karıştırıyordu: Söylendi. Başını kaldırmadan
—Lazım olmaz kuzum, dedi. “Git sor. Ne istiyorsa söylesin açık açık. İşim gücüm var benim. “
Ceren:
—Elinde kocaman bir kasa var, dedi. “Onu verecekmiş.”
Mevhibe kadın Ceren’e bakarak sordu:
—Ne kasası? Ne kasası verecekmiş ki bana?
Ceren sinirlendi:
—Ne bileyim ben ya. Öyle dedi işte.
Babaanne ocağın altını söndürdü. Kaşlarını
çattı. İşaret parmağını sallayarak.
—Büyüklere karşı yalı malı konuşulmaz dedi. “Ses de
yükseltilmez. Kaç kere anlattım bunu ben sana. Anlatmadım mı?
Ceren başını öne eğdi. Cevap vermedi.
Mevhibe kadın, Ceren’in yanından geçerken
gönlümü almak için başını okşadı” Bi daha yapma öyle kızım” dedi.

Mevhibe kadın, elleri arasında bir kasa olduğu halde kapının dışında bekleyen düzgün giyimli tıraşlı adama dikkatlice baktı. Çıkartamadı.
—Buyur oğlum, dedi”. Kimi aradın sen?”
Adam “ tanımıyorum “der gibisinden bir harekette
bulundu:
—Burayı tarif ettiler. Kınalı saçlı nur yüzlü altın dişli bir
kadın, dediler bana ama. Siz misiniz?
Adam iyice yorulmuştu. Biraz olsun dinlenmek için
kasayı yere bıraktı. Az evvelki sözlerinin devamını getirdi:
—Caninin altındaki ikinci ev dediler.Ev burası. Senin
saçların kınalı. Dişlerin de altın mı? Mevhibe kadın güldü “tövbe tövbe,” diye söylendi. “Bir yaşıma daha girdim. “ Ve sordu:
-Adı yok muymuş o garının.? Adı neymiş. Kimin
nesiyniş kimin fesiymiş?
Ceren, babaannesine sokuldu. Onun duyacağı şekilde:
—Karı denmez, ayıp.” dedi. “Hanım de.”
Adam, Mevhibe kadının altın dişlerini görmüştü. Aradığı
kadın buydu işte.
Kestirmeden işi bitirmek istedi.
-Nereye bırakayım kasayı teyze.?
—Ne var ki onda?
—Balık. Bir kasa hamsi. En irisinden. Ellerimle seçtim.
Mevhibe kadın şaşırdı:
—Oğlum benim balıkla ne işim olur. dedi. Ben kimseden balık malık istemedim. Üstelik bir kasa. Git götür ver sahibine. Biri bizimle oynaşmak istiyor galiba.
Adam
—Yok teyzeciğim dedi. Ziya Bey öyle oynaşacak moynayacak adam değildir.
—Ziya Bey de kim ola ki? Ben öyle birini tanımıyom.
Yan komşulardan biri pencereden olanları izliyordu. Meraklandı terliklerini ayaklarına geçirerek aşağıya indi. Yanlarına geldi? Sordu:
— Ne oluyor Mevhibe? Bu adam da kim?
— Ne bileyim Sultan. Bi kasa hamsi getirmiş illa verecem sana diyor.
—Ucuz bir şeyse al. kız.yeriz. Hamsinin tam zamanı .
Ceren, mızmızlandı. Babaannesini çekiştirdi:
— Ben hamsi istemiyorum, dedi.” Ben yemem.”
Sultan kadın, Ceren’in kafasına hafifçe vurdu:
— Sen sus, dedi. Sana soran mı oldu cadı? Bir anlayalım ne oluyor?
Sultan kadın adama döndü:
— Oğlum sen şu işi batan anlat, dedi. “Bunların anlaması biraz kıttır. Sen bana bi anlat hele”
Mevhibe kadın, söze alındı, sesini yükselterek:
— Niye bizim anlamamız kıtmış, dedi. “Sen pek mi akıllısın Sultan?”
Adam,
- Teyzeler sonra tartışırsınız bunu, dedi.”Kasayı nereye bırakayım. Arabayı uygunsuz yere bıraktım. Başına bir şey gelir. kapıları da kilitlemedim hemen döneceğim diye.
Adam, Ziya bey’in verdiği notu anımsadı. Hızla ceplerini karıştırdı. Zarf içine konulmuş notu buldu:
—Size bir de kağıt yazmıştı, dedi. Zarfı uzattı.
Mevhibe kadın Sultan kadın’ın dedikoduya meraklı
olduğunu çöpten çöp dağları yarattığını bildiğinden telaşlandı.
-Aaa, ne münasebet dedi. “Ne mektubu? Ben evli barklı
kadınım? Götür ver mektubu sahibine.”
Sultan kadın, Mevhibe kadının kulağına eğildi
—Kız senin bildiğin mektuplardan değil bu, dedi. Kasayı
niye gönderdiğini yazıyo herhalde.
Mevhibe kadın:
—Öyle mi diyorsun, dedi.
—Öyle tabi dedi Sultan kadın, şalvarını çekerken. Zarfı
aldı. Yırttı. İçindeki kâğıdı çıkarttı. Mevhibe kadına uzattı:
—Oku bakalım, dedi. “Ne yazmış.
Mevhibe kadın, güldü:
—Kız saf mısın sen? dedi. Benim okuma yazmam mı var,
Sultan kadın kızdı:
—Geçen yıl okuma yazma kursuna gitmedin mi sen?
dedi. Hiç mi bir şey öğrenmedin? Ver şunu bana.
Sultan kadın, kağıdı aldı. Uğraştı, olmadı, okuyamadı:
Adam “ çattık” der gibisinden bir harekette bulundu. Gülümseyerek:
—Kâğıdı bana verir misiniz hanımefendi, .dedi.” Ziya
bey’in yazısı biraz okunur da.”
Ceren, Sultan kadını dürtükledi:
—Bana ver, ben okurum dedi.
Sultan kadın suratını eğerek:
— Bizim okuyamadımızı sen nasıl okuyacan kız, dedi.
Ve kağıdı adama uzattı:
Adam, yazılanları içinden okudu. . Sonra da Mevhibe
kadına dönüp sordu:
-Teyzeciğim birkaç gün önce siz yoldan geçen bir
adama ekmek arası hamsi verdiniz mi?
Mevhibe Hanım bir an düşündü. Olayı anımsadı. Açıklama da getirdi:
-Ben balık kızartıyordum şurada, herifin biri de ne
bileyim kapının önünde bekliyordu. Ben de hani burnuna kokmuştur, bir yerleri falan şişer diye ekmek arasına birkaç hamsi koyuverdiydim. Yazık açmış. Bir defada azına soktu hepsini.
Sulatan Kadın, “aaa’” diyerek elini ağzına kapattı:
—Tanımadığın bi adama hamsi ekmek mi verdin sen
kız.Başkasının yanında deme. Tefe koyup çalarlar. “Elin adamına kuyruk mu sallıyorsun?”, derler.
Mevhibe hanım, dikleşti:
— Senin için kötü. Verdim ne var bunda? Kapının ağzında
ydı, Bekliyordu burnuna kokmuştur belki de açtır da isteyemiyordur dedim.
—Bana ne bağırıyon? Ben senin eyiliğine. bir gören
olduysa diye korktum. Evli barklı karısın sen. Millet yanlış anlar.bu yaşta kocasız kalırsın maazallah! Bak bana
Adam araya girdi.
—Kınalı saçlı, altın dişli, bol dilli teyzeciğim, dedi. O balık
verdiğin adam zayıf ve bastonlu bir adamdı değil mi?
—Hem de ne zayıf oğlum. Bir deri bir kemik. Onun için şey yaptım zaten.
—İşte ne yaptıysan teyzeciğin, dedi. Ziya Bey, benim
patronum. Git ver dedi ben de getirdim. Balıklar buraya mı koyayım yoksa içeriye mi götüreyim?
Sultan kadın telaşlandı. Sözlerini elleri ile de
destekleyerek adama.
— Dursun orada dedi. Biz alırız içeriye. Kocası olmayan
karının evine girilir mi, Tövbe tövbe.
Adam bir şey diyecekti, vaz geçti.
—Afiyet olsun, dedi sonra da kendi kendine. Gülerek arabasına doğru yürüdü. Arabasın kapısını açarken onlara baktı. Hala oradaydılar. Hararetle konuşuyorlardı.

19 Haziran 2019 Çarşamba


CİĞER-EKMEK

Bir an kendimi çok kötü hissettim. Hava soğukçaydı günün ağarmasına da çok vardı. Bir köşeye yığılıp kalsam epeyce bir süre kimse fark etmeyebilirdi de. Bir ümitle etrafıma bakındığımda elli metre kadar ötemde ışıkları yanan bir kahvehane gördüm. Bin bir güçlükle oraya gittim. İçeride kimse yok gibiydi ama kapı açıktı. İçeriye girdim, kapının hemen yanındaki masalardan birine oturdum. Sivri uçlu ayakkabılarının arkasına basmış birini beklemeye başladım. Muhtemelen gömleğinin yakasını yarıya kadar da açmıştı göğüs kıllarım görülsün diye. Azarlar gibi ne istediğimi soracaktı da, ben ne istemeliydim acaba?
Yerden birdenbire bitmedi tabi. Tertemiz giyimli, sinekkaydı tıraşlı, seksen bir yaşında olduğunu sonradan öğrendiğim Talip Amca oranın sahibiymiş. Yanıma gelip selamladıktan sonra yaptığımız kısa söyleşide öğrendim bunu. Bana bir şey isteyip istemediğimi sormadıysa da ben nezaketen bir bardak çay istedim.
Tertemiz bir bardakta içtiğim tavşankanı çayı ömrüm boyunca unutabilecek miyim bilmem ama Talip Amca ve yıllarca işletmekte olduğu küçük çay ocağı beni çok etkiledi. Günlerce kafamı karıştırdı.
Babam, bazen simit bazen annemin yaptığı gözlemeleri bazen de ciğer ekmek satarak bizleri bu yaşa getirdi. Minicik de olsa lokantavari bir yere sahip olmanın özlemi ile yıllarını tüketti. Ahir zamanında onun bu hayalini gerçekleştirme kararı aldım. Bir an evvel de bu fikrimi yaşama geçirmek için ağabeylerimden ve ablalarımdan destek istedim.
— Sen hiç büyümeyeceksin Hacı, dediler.
— Koca herif oldun hala romantik takılıyorsun, dediler.
Yanağımdan makas alarak ne kadar sempatik olduğumu ifade ettiler.
O günden sonra hiç kimseye hiçbir şey demeden babam için para biriktirmeye başladım. Dişimden tırnağımdan arttırdığım paralar üç sene sonra belli bir miktara erişti, Biraz da kredi çektim bankadan. Allah da yardım etti esnafın çokça olduğu bir semtte küçük bir dükkân tutup mini bir lokantacık oluşturdum. Altı aylık kirayı da peşin ödedim. Babanın ömrü boyunca düşlediği böyle bir iş yerini görünce çocuklar gibi mutlu olacağını bildiğim için anahtarı babama teslim etme arifesinin gecesinde heyecandan ve mutluluktan sabaha kadar uyuyamadım. Saat dokuza doğru güle oynaya atlaya zıplaya babamın evine gitmek için yola düştüm. Babamın evine vardığında kapıda bir cankurtaran vardı. Babam cankurtarana bindiriliyordu.
Bir hafta kadar her gün babamın mezarına gittim. Anneannemin “ İnsana ölmeden değer verilmeli,” sözü her kabristana gidişimde canımı acıttı. Yine bir gün kabir ziyaretinden dönerken kendimi bildim bileli zaman zaman karşılaştığım onu gördüm. Elinde gene sepeti vardı. “ Ciğer ekmek isteyen yok mu?” diyordu. Yanımdan geçerken” ciğerci” diye seslendim. Durup döndü. Yüz ifadesinden beş on kuruş daha kazanabilme olasılığı doğduğu için mutlu olduğu okunuyordu.
— Ciğerlerim günlük, dedi. “Ekmeğim de taze.”
Zayıf bir adandı. Hayatın yükünü bir şekilde omuzluyordu tıpkı babacığım gibi. Yıllardır da aynı işi yapabildiğini göre beş on kuruş da kazanıyor olmalıydı.
—Yirmi tane lazım bana ama çıkar mı? diye sordum.
Şaşırdı. Sevindi de. Sepeti açtı tadımlık bir lokma hazırladı. Sundu:
—Tadına bak abi, mahcup olmazsın.
Tattım. Sonra da,” Beni takip et.”dedim.
Babam için hazırladığım lokantaya varıncaya kadar konuşmadık. Kapıya varınca “Bak” diye söze başladım. Olanları ve niyetimi tane tane anlattım, teklifimi yaptım.
Kapıyı açtım. İçeriye girdik. Adeta nefesini tutarak dükkânın her yerine baktı.
— Tamam diyorsan teklifime anahtarı veriyorum, dedim.
Gözleri doldu, küçük bir çocuk gibi hızlı hızlı tamam manasına başını salladı.
Ciğer sepeti hala kolundaydı Sepeti yere bıraktı.. “ Sağ ol!”, “ Sağ ol!” diyerek öpmek içi ellerime sarıldı. Utandım. Sonra da yirmi paket ciğer ekmekle, gözlerimden süzülen yaşları gizlemeye hacet duymadan oradan ayrıldım. Ayrılırken de dükkânının anahtarlarını avucuna bıraktım.

******

Güzel Söz :
İYİ KİTABIN ÖVGÜSÜ KENDİ İÇİNDE SAKLIDIR.( ALMAN ATASÖZÜ)

14 Haziran 2019 Cuma


PİJAMALI KADIN

Sabaha kadar döndü durdu yatakta. Defalarca uyudu , uyandı. Saat iki sularında karısının da sabrını taşırdı. Lale Hanım “ La havle” çekerek yataktan kalktı, salona geçti, çekyatın üzerine uzandı.
O sabah Lale Hanım, uyanık olmasına rağmen Saim Bey’e kahvaltı hazırlamadı. Kalkmadı da yataktan “ Güle güle” deyip onu uğurlamadı da genelde yaptığı gibi. Kocasının bu işi gözünde bu kadar büyütmesi sinirini bozmuştu.
Kızının düğünü için yurt dışına giden Kaan Bey, on beş gün süre dükkâna göz kulak olması için Sait Bey’den ricada bulunmuş Sait Bey’in kem küm etmesine aldırmadan da dün ikindi üzeri onlara uğrayarak dükkânın anahtarını Lale Hanım’a bırakmıştı.
Sait Bey, sürücüye teşekkür ederek taksiden indi dükkânın hemen önünde. Bilmem kaçıncı kez saate baktı dün akşamdan beri. Saat 05’ti. Etrafta kimsecikler yoktu. Dükkânın anahtarlarını çıkartmak için sağ elini cebine attı. Anahtar yoktu ceketinin cebinde. Telaşlandı, diğer ceplerini yokladı, Dükkânın anahtarları yoktu. “ Allah kahretsin!” diye söylendi. Anahtarları evde unutmuş olmalıydı. Gidip alsam mı yoksa yardımcı çocuk gelince kadar beklesem mi diye düşünürken karşı tarafta bir kahvehane gördü. Kahvehanenin önündeki masaların birinde biri de vardı. Çay içiyordu. Oraya gitti. Çay içene “ Selamünaleyküm” dedi, çay içen de kımıldanarak “ aleykümselâm” dedi
Boş masalardan birine oturdu Sait Bey. Oturması ile beraber de genç bir adam yanına geldi:
— Günaydın, dedi. “Çayımız yeni demlendi.”
— Büyük bardakta.
Sait Bey, sandalyesini dükkânı görecek şekilde düzeltti. Eski model bir kamyonet kahvehanenin önüne gelip durdu, selamlaştığı adam hemen kalktı kamyonete bindi, kamyonet gitti.
Sait Bey’in bardağı yarılandığında orta yaşlı bir kadın geldi kahvehaneye. Uçtaki masaya oturdu. Otururken de içeriye seslendi: “ Ercan, bir çay buraya. Simit geldi ise bir de simit getiriver .”
Sait Bey, birden heyecanlandı. Dükkânın önünde bir kamyonet daha durmuştu. Kamyonetten biri indi. Kamyonetin arka kapısını açtı, içi ekmek dolu bir kasayı alıp dükkânın kapısının önüne adeta fırlattı sonra da hızla oradan uzaklaştı.
Sait Bey, kadının siparişlerini bırakan garsona “ Bir simit de bana getirir misin?” dedi. Amacı simit yemek değil yanına garsonu getirtmekti. Garson simidi masaya kibar bir şekilde bırakırken sordu:
—Şu karşıki bakkal kaçta açılır?
Garson, saatine baktı
— Açılmak üzere, dedi gülümseyerek. “Selahattin neredeyse gelir.”
Sait Bey, Selahattin de kim diye sormadı. Onun yardımcı elaman olduğunu tahmin etti. Haddizatında zaman zaman da olsa Kaan Bey’in dükkânına giderdi. Selahattin’i de defalarca görmüştü orada ama hiçbir zaman “ Oğlum senin adın ne?” deme gereği duymamıştı.
Sait Bey’in aklına birden cep telefonu geldi. Ya onu da evde unuttu ise? Ayağa kalktı, aranmaya başladı telaşla. Cep telefonunu pantolonunun sağ arka cebinde bulunca rahatladı. O cepte bir şey daha vardı, dükkânın anahtarı. Eline aldığı anahtarlara bir süre baktı. Az evvel nasıl olup da o kadar aramasına rağmen bulamadığına şaştı. Sonra da cüzdanından kâğıt beş lira çıkardı, yarısını içtiği çayının yanına bıraktı. Kahvehaneden ayrıldı.
Sait Bey kolayca açtı dükkânın kapısını. Önce ekmek kasasını içeriye aldı. Ekmekleri ekmek dolabına itina ile dizdi. Hemen ardından çizgisiz bir dosya kâğıdı ile bir kalem buldu. Özenerek “ Ekmekleri gözünüzle seçiniz” yazdı. Bu yazıyı bir yerde görmüş, çok da hoşuna gitmişti. Yazdığı kâğıdı ekmek dolabına düzgünce yapıştırdı. Bir adım geri gitti, baktı. Yazıyı da ne anlama geldiği aşikâr olan uyarıyı da beğendi.
Saate baktı Sait Bey. Birazdan müşteriler gelmeye başlar diye düşündü, onlar gelmeye başlamadan şöyle güzel bir paspas yapayım diye aklından geçirdi. Dükkânın arka tarafına geçti. Orada aradığı şeyler vardı. Kova, paspas, deterjan ve diğerleri.
Kovaya suyu doldururken, içeriden şuh bir kadın sesi duydu.
— Kimse yok mu?
Gelen sese düşünmeden karşılık verdi:
— Geliyorum.
Sait Bey musluğu kapattı, ellerini, kurulama yapar gibi üzerine silerek içeriye geçti. Kasanın önünde elinde bir ekmek olduğu halde pijamalı bir kadın duruyordu. Heyecanlandı Sait Bey. Yeni yetme biri gibi, bir telaşla:
— Hoş geldiniz, dedi.
Kadın, Sait Bey’in sesinin titremesine bir mana veremedi. Yüzü de kızarmıştı Sait Bey’in. Onu da gördü.
— Hoş bulduk.
— Ne istemiştiniz? Buyurun.
Kadın, dolaptan aldığı ekmeği tezgâhın üzerine bıraktı. Merak edip sordu:
— Hayırlı olsun! Siz mi devir aldınız?
— Kaan bir yere kadar gitti de, o gelinceye kadar ben bakacağım.
— Selahattin nerede?
— O daha gelmedi.

— Sizin adınız?
— Benim adım Sait.
Kadın, elini uzattı:
— Benim ki de İrem, dedi.
Kadın, Sait Bey’in elini dostça sıktı. Sonra da ekledi:
— Beş tane de yumurta alayım ben,
Sait Bey, yumurtaların yerini bulmaya çalışırken pijamalı kadın, sağ elinin işaret parmağı ile yumurtaların yerini işaret etti:
— Yumurtalar şu tarafta.
Kadın, yaradılış itibari rahat samimi ve konuşkandı.
— Kaan Bey gelinceye kadar dükkânı siz açacaksınız o zaman.
— Evet
— Bu saatlerde açabilecek misiniz her gün? Genelde yedi buçuk da falan açılıyor da.
— Açarım
— Bu saatte açık olmadığı için hiç, ekmek alıp çıkacaktım.
- …
— Yani yanıma para almamıştım da.
— Olsun.
— Bakın içinize sinmediyse bırakayım.
— Estağfurullah.
Pijamalı kadın tekrar elini uzattı
— Yan bina altı numarada oturuyorum, dedi. “Bugün izinliyim de inersem
inince, inemezsem yarın sabah ekmek almaya gelince bırakırım.”
El sıkıştılar yine.
— Tamam, dedi Sait Bey. Önemi yok.
Kadın, dükkândan çıktı, çıkmasıyla beraber de içeriye girdi.
— Siftahsız güne başlamak uğursuzluk getirir diye bir inancınız falan yok değil mi?
— Yok yok.
— Bakın vallahi doğru söylüyorum Sait Bey. Varsa bırakayım, parayı alıp getirdikten sonra götüreyim bunları.
— Yarın şey yaparsınız.
Sait Bey, pijamalı kadın dükkândan ayrıldıktan sonra epeyce bir süre tepkisiz durdu. Sonra “ “kendine gel Sait” der gibisinden suratına iki fiske vurdu. Ardından da az evvel başladığı işi bitirmek üzere arka tarafa geçti. Paspasa başladığı dakikalarda Selahattin geldi.
Ertesi günü Sait Bey, dükkânı erkenden açtı. Açtığından sabah ekmeği bile gelmemişti. İkide bir saatine bakarak ocağa çay koydu. Ekmekler, çayı demlemek üzereyken geldi.
Çayı demledi, ekmekleri itina ile ekmek dolabına yerleştirdi. Ekmekler sıcaktı. Canı çekti Onlardan birini ikiye böldü , arasına beyaz peynir doldurdu. Bir bardak da çay aldı. Çay daha tam manasıyla demlenmemişti. Buna rağmen ekmekle çayı bir çırpıda bitirdi. Sonra bardağı bol deterjanlı suyla iyice yıkadı. Yeni çayı bardağa doldurmak üzere iken aklına, pijamalı kadını geldi, onu düşündü.” Tövbe estağfurullah!” dedi “ Yakışıyor mu sana? Evli barklı adamsın.” Bu esnada bardalardan birini daha yıkadı. Sonra yıkadığı bardakları birbiri ile kıyasladı. Daha temiz olana bir şeker attı, çay doldurdu. Dükkânın iç tarafına geçirdi. Çayından ilk yudumu alırken, pijamalı kadın dükkânın kapısından kafasını uzatıp sordu:
— Ekmekler geldi mi Sait Bey?
— Geldi geldi. Buyurunuz efendim.
Kadın içeriye girdi. Üzerinde yine pijama vardı. Tezgâha doğru yaklaşırken tebessüm edip selam verdi:
— Günaydın.
Çay dolu bardağı gördü, laf olsun diye: manasızca bir soru sordu:
— Çay içiyorsunuz herhalde! Afiyet olsun.
— Size de doldurayım mı? Yeni demledim.
Kadın önce etrafına sonra da Sait Bey’in gözlerine baktı:
— Valla bir bardak içerim ama, dedi. “Biri falan gelirse uygun kaçar mı?”
Sait Bey:
— Ne var ki bunda, dedi. Kadının yeni bir şey demesine olanak bırakmadan da içeriye girdi çayla geri döndü. Gülümseyerek “ Buyurun” deyip uzattı bardağı pijamalı kadına.
Kadın, çayı aldı. Altlığa konulmuş şekerlerden ikisini de bardağa attı, karıştırdı. İlk yudumu içtikten sonra da:
— Çay da nefis olmuş, dedi. “Elinize sağlık.”
Sait Bey, yaşamından memnun içeriye geçti bir iskemle getirip kadının yanına bıraktı.
— Buyurun oturun lütfen.
Uzun boylu iri yapılı kirli sakallı biri içeriye girdi. Selam sabah vermeden ağır adımlarla Sait Bey’e yaklaştı. Bir sigara aldı. Parasını öderken manalı manalı Pijamalı Kadın’a bakarak:
— Günaydın İrem Hanım, dedi.
— Günaydın Ferhat Efendi. Nasılsınız?
Ferhat Efendi, paranın üzerine aldı. Bıyık altından gülerek pijamalı kadının nezaket olsun diye sorduğu soruya karşılık verdi:
—İyidir.
Pijamalı kadın, art niyetsiz gülümsedi. Başını salladı iki yana. Sait Bey’in gözlerini üzerinde olduğunu görünce de açıklama gereği hisseti. Ferhat Efendi’yi kastederek:
— Bizim kapıcı, dedi. “Beni kontrole geldiğinden adım gibi eminim.”
-…
— Sizinle kırıştırıp kırıştırmadığımı merak etti. Çıkmakta geciktim ya biraz.
Sözler Sait Bey’in yüzünün rengini değiştirdi: Kıpkırmızı oldu. Pijamalı kadın da fark etti bunu ama bir şey demedi. Çay da soğumuştu. İçip bitirdi ve kalktı. Pijamanın cebinde kâğıt parasını çıkarttı. Sait Bey’e çay için bir kez daha teşekkür ettikten sonra parayı uzattı:
—Dünküleri de alın, dedi.
Pijamalı kadını ardından Sait Bey de dışarıya çıktı. Ferhat Bey bahçeyi süpürüyordu. Sait Bey’i görünce gülümsedi. Sait Bey’i cesaretlendirdi bu durum. Ferhat Efendi’nin yanına gitti. Sordu:
— Ne iş yapıyor bu kadın?
— Doktormuş!
— Değil mi?
—Valla işte biz öyle biliyoruz. Artık ne doktoruysa?
—Yalnız mı yaşıyor?
Ferhat Bey tepeden tırnağa Sait Bey’i süzdü.
— Haftada birkaç gün tipsiz bir adam gelip gidiyor. Duyduğuma göre şeyiymiş. Ama bir gün dur bakalım babalık ” diyeceğim de ne zaman?
“ Ne alaka şimdi “sözü Sait Bey’in yerli yersiz kullanmaktan haz ettiği bir sözdü. Şimdi tam zamanıydı ama kullanmadı. Tam bu esnada yaşlı bir kadın koşmaya çalışarak nefes nefese yanlarına yaklaştı: Korkudan gözleri koca koca olmuştu. Yalvararak sordu:
— Buradaki binaların birinde bir doktor hanım var. Bizim binadan taşındı yeni. İrem’di adı. Ne olur bana bir gösterin. Murat diye salalı bir de kardeşi var. Oğlum banyodayken düştü, Sesi sedası çıkmıyor.
Sait Bey, atıldı:
—Altı numara. Yan bina. Kaygılanmayın yoktur bir şeyi.
Yaşlı kadın yan binaya koşarken Ferhat Bey, Sait Bey’e baktı, bıyık burdu, baş sallayarak anlamlı güldü, uzun bir “ vay vay” dan sonra sözün devamını getirdi:
— Hemen adres alındı ha!
Ertesi gün de erkenden dükkânı açtı Sait Bey. Ekmekleri içeriye aldı.Vakit geçsin diye sağı solu düzeltti Selahattin’in dolmuştan indiğini görünce de kasanın başına geçti. Bir şeylerle meşgul oluyormuş gibi yaptı.
Selahattin, gülümseyerek içeriye girdi.
— Günaydın Sait Amca!
Sait Bey, yarım ağız ile karşılık verdi:
— Günaydın.
Sonra da ekledi:
— Sallanmadan dükkânın önünü de içini de bir süpür.
Selahattin, tavırdan hoşnut kalmadıysa da tepki vermedi.
—Tamam, dedi.
Süpürgeyi almak için dükkânın iç tarafına geçti. Süpürgeyi aldı, dışarı çıkarken Sait Bey seslendi:
— Buraya gel!
Selahattin, enir kipi ile kurulmuş cümlelere Kaan Bey’den alışık
değildi. Gitti, soğuk bir sesle de “ Buyurun!” dedi.
Sait Bey, kasadan para aldı, suratını buruşturarak Selahattin’e uzattı. Uzatırken de azarlar gibi konuştu:
—Açık bir berber bul da kestir şu sakalları. Müşteri sinekkaydı tıraş ister. Ne bu böyle, şeyler gibi.
Selahattin’in elleri gayri ihtiyarı yüzüne gitti. Dün akşam bir akrabalarının düğününe giderken kesmişti. Varlıkları bile belli değildi.
— Dün gece düğün vardı giderken kestim, dedi. “ Berber bunun neyini
Kesecek?”
Sait Bey, Selahattin’in gözleri içine ürkütücü baktı. Bağırdı da.
— Ne diyorsam o. Terbiyesiz herif, bir de karşılık veriyor.
Selahattin, elindeki parayı avucunun içine aldı. Sertçe döndü. Sert ve hızlı adımlarla dükkândan çıktı. Alt yolda bir berber dükkânı vardı. Oraya gitti. Kapalıydı. Biraz daha dolaştı. Döndü geldi, hala kapalıydı. Üç senedir Kaan Bey’in yanında çalışıyordu, hiçbir zaman böyle bir davranışa maruz kalmamıştı. Birkaç günlüğüne dükkânına bakan bir adamın bu davranışına hiçbir mana veremiyordu. Biraz ileride bir berber dükkânı daha vardı. Oraya gitti, orası da kapalıydı. Saatine baktı. Dükkândan çıkalı yarım saat kadar olmuştu. Berberler de kapalıydı. Ne zaman açılacakları da belli değildi. Geri dönmeye karar verdi.
Sait Bey, kasada oturuyordu. Radyo açıktı. Misket türküsü çalıyordu. Sait Bey’de eli ve ayağı ile türküye eşlik ediyordu. Selahattin, cebinden Sait Bey’in berber için verdiği için parayı çıkardı. Masanın üzerine bıraktı.
—Açık berber bulamadım, dedi”. Öğlen kestiririm.”
Sait Bey, paranın koyum şeklinden de Selahattin’in ses tonundan da,
açıklamadan da hoşnut kalmadı:
— Dövseydin bari dedi.
— Estağfurullah, dedi Selahattin belli belirsiz.
— Efendim, anlayamadım?
Selahattin de sinirlendi, ağlamaklı oldu:
—Sait Amca benden ne istiyorsunuz ya? dedi. “Ben size bir şey mi
yaptım ki bana böyle davranıyorsunuz.”
Sait Bey, Selahattin’e keskin keskin baktı. Tane tane de konuştu:
— Dün, ben gelmeden dükkânda olacaksın demedim mi?
— Her gün ne zaman geliyorsam o zaman geldim Sait Amca.
— Ulan ben suna ne diyorum sen bana ne diyorsun?
— Ne bileyim ben sizin bu kadar erken saatte geleceğinizi. Kaan
Amca dokuzdan önce gelmezdi. Hem…
Selahattin “Hem”in sonunu getirmedi. Kapıya doğru yöneldi. Sait Bey, Selahattin’e doğru seğirtti. Kolundan tuttu. Kendine doğru çevirdi.
— Evet hem, dedi. “Hem” in devamını getirmesini istedi.
Selahattin bir an tereddüt gösterdi sonra da cümlesinin devamını getirdi.
—Dükkânı satın aldınız sanki ama. Şu yaptığınız değer mi?
Sait Bey, verilen cevaba alındı. Kendini aşağılanmış hissetti güldü. Sonra da:
— Vay vay vay, dedi “ Laflara bak.”
— Değil mi?
Sait Bey dudaklarını ısırdı. Gözlerini tavana dikti, Saniyeler sonra
—Yani sen kim oluyorsun da ben senin lafını dinleyeceğim diyorsun ha!
—Sait Amca öyle bir şey demek istemedim ama haksız suçladınız. Özür
dilerim. şey yaptıysam.
Sait Bey gerek olmadığı halde burnunu çekti. Sağ elinin işaret parmağı ile
birkaç kez burnun ucunu yukarı kaldırdı. Sonra da Sabahattin’e kapıyı gösterdi:
— Kovdum seni. Defol.
Selahattin böyle bir şey beklemiyordu.
—Nasıl yani? dedi.
Biri kapıdan başını uzattı:
—Bana üç süt ayır Selahattinci, dedi. “Akşam dönüşte alacağım. Unutma.”
Camım önünde bir iple sarkıtılmış bir sepet görüldü. Selahattin hareketlendi. Sait Bey müdahalede bulundu:
— Sen yoksun artık burada. Ben bakarım.
—Yani şimdi beni gerçekten kovdunuz mu?
—Evet! Sen de duydun, Kaan ben gelinceye kadar buranın patronu sensin dedi, ben de bana verilen yetkiye dayanarak seni kovdum.
Selahattin, derin bir iç geçirdi. Ellerini yumruk yaptı. Birkaç kez derin derin nefes alıp verdi. Yüz rengi değişti. Sait Bey biraz korktu. Kalp atışları hızlandı. Kantarın topuzunu kaçırdık galiba diye aklından geçirdi. Şaka şaka demek için hazırlanırken Selahattin hızlı adımlarla dükkanı terk etti. Sait Bey de üst katlardan birinden uzatılan sepete doğru seğirtti.
O akşam Irmak Hanım, bir başka karşıladı kocası Sait Bey’i. Sıcak karşıladı. Uzun yıllardır küs olduğu çocukluk arkadaşı bayramı bahane ederek aramış bayramını kutlamış akabinde de “ Sensiz olmuyor kız, özledim seni” diyerek buzları eritmek için ilk adımını atmıştı. Irmak Hanım bunun sevincini yaşıyordu.
Sait Bey, neşenin kaynağını sormadı karısından. “ Söyle bakalım, ne isteyeceksin? “ gibi bir şey de söylemedi. Karısının pozitifliği kendisine de sirayet etti keyifli keyifli konuştu, kendince espriler yaptı. Yemeğin bir yerinde Irmak Hanım sordu:
—Nasıl geçti günün? Patronluğu sevdin mi bari?
Sait Bey, olanların hepsini anlattı. Anlatılanları Irmak Hanım ilgi ile dinledi.
“Ben de kovdum, kapı dışarı ettim ukalayı.” sözünü işittiğinde masayı toplamak üzere ayağa kalkmıştı Irmak Hanım. Sözü işitince oturdu, gözlerini koca koca açtı:
— Nasıl yani, dedi Cidden kovdun mu çocuğu.
— Evet!
— O ne yaptı?
— Ne yapacak. Aldı ceketini gitti.

Irmak Hanım masanın üzerindeki su bardağını aldı.. Bir yudum içti..
Duyduklarına inanamamıştı:
— Şaka yapıyorsun değil mi?
—Ne şakası? Kovdum.
Irmak Hanım’ın yüz ifadesi değişti. Sesini yükseltti.
— Sen manyak mısın be adam? Ne hakla? Hem de mübarek günde.
Mutfakta kısa bir süre sessizlik oldu. Irmak Hanım mutfak musluğundan yüzüne su çarptı. Sonra masaya döndü, ellerini masanın üzerine koydu:
— Çabuk telefon et çocuğa, eşek şakası yaptığını söyle, dedi.
Sait Bey, uzun uzun başını iki yana salkadı. Kürdanla dişlerini karıştırdı: Gayet sakin bir ses tonu ile
—Hayat dersi verdim çocuğa şekerim, dedi.” Bu günü hiç unutmayacak.”
—Herhalde yani. Unutulacak bir gün mü yaşattığın Sait Efendi.
Sait Bey,
—Takma kafana sen, dedi. “Böyle böyle yaşamı öğrenecek. Zamanında bizi de kovdular, bize de sövdüler. Hem göreceksin yarın sabah gün ağarmadan dükkânı açacak. Özür dilerim Sait Amca diyecek.”
Ertesi, günü dükkâna gittiğinde dükkân açılmamıştı. Bir saat iki saat üç saat geçti, Sait Bey kısa Aralıklarla saate baktı, Selahattin gelmedi. Sait Bey, Kaan Bey’i arayıp bir yalanla Selahattin’in telefonun numarasını almaya, sonra da “ Ciddiye aldın herhalde dün olanları, atla bir taksiye çabuk gel.” demeye karar verdi. Cep telefonunu çıkardı, Kaan Bey’in telefonunu bulmak için rehbere bastığı anda kapıcı içeri girdi. Kendisine doğru yanaştı.
—Başınız sağ olsun, dedi.
Sait Bey, şaşırdı. Sordu:
— Ne oldu ki?
— Selahattin.
-…
— Öldürmüşler dün gece.
-,,,
— Dün akşam biraz alkol almış. Eve dönerken birileri ile takışmış. Bıçaklamışlar.
Sait Bey, düşmemek için yanı başındaki raflardan birine tutundu.
Kapıcı iç geçirdi, uzun uzun başını iki yana salladı dükkândan çıkarken de kendi kendine de söylendi:
— Bir karı üstelik de nikâhsız, iki de çocuk, onlar ne yapacak şimdi!


4 Haziran 2019 Salı



ŞIK GİYİMLİ YAKIŞIKLI ADAM

Şık giyimli yakışıklı adan, girmiş olduğu kapıdan pek de hoş olmayan bir durumda, hem de kapıyı çarparak, hem de kusacak gibi çıktı.
En dış kapının önüne de çıktı. Birkaç kez derin soluk alıp verdi. “ la havle” çekti.
Parkın hemen yanındaki bankta oturan yaşlı adam birkaç gündür dikkatini çekiyordu. Dün de görmüştü. Parkın hemen yanındaki otobüs durağında otobüsten inmiş, o banka gidip oturmuştu. Akşamüzeri de oradaydı. Kılık kıyafetini değerlendirdi, teklif götürebilirdi.
Şık giyimli yakışıklı adam, ince eleyip sık dokuyanlardan da değildi. İnce düşüncelilerden de değildi. Aklına geleni söyler geçerdi.
Bir an yaşlı adanla göz göze geldi, sonra elleri ile yaşlı adama” gel gel” işareti yaptı.
Yaşlı adam, yaşına başına bakmadan ve de yüksünmeden ayağa kalktı şık giyimli yakışıklı adamın yanına vardı.
Şık giyimli yakışıklı adam,
İş arıyon mu dayı, dedi.” Tam sana göre bir iş var. Çalışmak ister misin?”
“ Umumi Tuvalet” tabelasının hemen altındaydılar.
Yaşlı adam, öylesine sordu:
— Burada mı?
Şık giyimli yakışıklı adam:
— Yok, dedi. Beşiktaş’ta holdingim var onun başına geçireceğim seni.
Yaşlı adam gülümsedi, öneri sahibi güldü.
Şık giyimli yakışıklı adam cebinden bir tespih çıkardı, birkaç kez salladı sonra da:
—Bak dayı, dedi. “Benim kuzenin kayınpederi çalışıyordu burada bir hafta öncesine kadar. Bir ayıbını gördüm geçen gün, Bakmadım gözünün yaşına defettim gitti. Senin yaşlardaydı. Çalışmak istersen hemen şimdi, hemen başla. Malum iş, küçük bir büyük iki. Gerisi sana kalmış. Asgari ücret garanti.. Hâsılat iyi olursa pirim de veririm.
Yaşlı adam anlamsızca güldü. Ak saçlarını eli ile taradı. Şık giyimli yakışıklı adama baktı.

Şık giyimli yakışıklı adam:
— Bir hafta bir çalış, yapamazsan gidersin. Okey, dedi. Elini uzattı. Yaşlı adam da elini uzattı. El sıkıştılar. Şık giyimli yakışıklı adam, cebinden anahtarları çıkartıp uzattı yaşlı adama:
— Bunlar anahtarlar, dedi. “Hangisinin nerenin anahtarı olduğunu dener görürsün.”
Şık giyimli yakışıklı adam, yaşlı adamın bir şey demesine olanak bırakmadan oradan ayrıldı. On beş metre kadar ötedeki son model spor arabasına bindi ve gitti.
Yaşlı adam önce iş yerine, sonra anahtarlara baktı “ şu işe bak” der gibisinden kendi kendine gülümsedi. Sonra da kapının önündeki tahta sandalyeye çöktü. Sandalyenin önünde tahta bir masa da vardı.
İki dakika kadar sonra pala bıyıklı tombul bir adam geldi:
— Kusura kalma dede, dedi. Sorayım da: “ Elli lira bozuk var mı?”
Yaşlı adan, başıyla yok işareti yaptı.
Pala bıyıklı adam, karnını tutuyordu:
— Girsem de yarın versem
Yaşlı adam, yüz ifadesini değiştirmeden, eliyle gir işareti yaptı. Pala bıyıklı adam içeri girdi. İhtiyacını giderdikten sonra çıkarken:
—Sağ ol dedi yaşlı adama. “Yalnız, kabinlerden birini pek kötü yapmış biri İstersen bir gir de bak.”
Yaşlı adam, bakarım gibisinden başını salladı.
Pala bıyıklı adam:
—Sözün bittiği yer, derler ya adamın yaptığı öyle bir şey dedi, iğrenerek suratını buruşturdu.
Yaşlı adam, “ Aldırma, öyle insanlar her yerde mevcut” der gibisinden gülümser gibi yaptı.
Palabıyıklı adam, yaşlı adam için endişelenmişti, Hatırlatmazsa huzursuz olacaktı, huzursuz olmamak için ikazını yaptı:
— İstersen, iyice kurumadan gözünü ve burnunu kapatarak birkaç kova su döküver. Bakarsın patron matron gelir. Ya da belediyeden.
Yaşlı adama bir anda sempatik geldi pala bıyıklı adam, “ Olur dökerim” diyerek gülümsedi. Pala bıyıklı adam hoşça kal der gibisinden bir el işareti yaparak oradan ayrıldı.
Yaşlı adam, ağır hareketlerle yerinden kalktı. Ellerini beline dayadı. Ne yapacağının bilemeyenlerin yüz ifadesi ile etrafına bakındı. Anahtarlara baktı. Sonra, aksayan ayağı ile içeriye girdi. Etrafını süzdü. Tuvalet kabinlerinden üçünün kapısı açık birininki kapalıydı. Ona doğru yürüdü. Kapıyı açtı, baktı. Manalı manalı baş salladı ama bela okumadı. Sonra paçalarını sıvadı. Fırçayı, süpürgeyi, deterjanı arayıp buldu. Yarım saat kadar öç alırcasına kirletirmiş tuvalet kabinini temizledi.
Ellerini sabunlarken, “ Ne oldum deme ne olacağım “ diyen boşuna dememiş dedi “ iç geçirdi.
İçeri girerken fark etmediği camlı bölümü gördü. Önüme gitti, içeri baktı: İçeride yatağa benzer küçük bir sedir, bir raf rafta birkaç kap kaçak vardı. Bir de darbuka. “ Belli ki garibim burada yatıyordu” diye içinden geçirdi. Kapıyı açmaya çalıştı, kilitliydi. Cebindeki anahtarları çıkardı, denedi, uyanı buldu kapıyı açtı. Kabinin bir de arkaya bakan kapısı vardı. Kapının önünde de küçük bir avlu.
Yaşlı adam, saatine baktı. Havanın karardığını da o zaman fark etti, Birkaç saniye düşündükten sonra cep telefonunu çıkardı, numaralar tuşladı, karşısına çıkan kişiye soğuk bir sesle:
—Ben bu gece gelmiyorum, merak etmeyin, dedi.
Karşıdaki ses de aynı soğuklukta yanıt verdi:
—Tamam…
Yaşlı adam, kabinlerin bulunduğu bölümden dışarıya çıktı, eski günlerini anımsadı “ buranın ağası benim “ der gibisinden sandalyeye kuruldu, sol bacağını sağ bacağının üzerine attı. Birkaç saniye sonra orta yaşlı bir kadın koşarak geldi, koşarak tuvaletin kadınlar bölümüne girdi, gereksinimini görüp dışarı çıkarken ihtiyar adam hala aynı pozisyonda oradaydı.
Kadın:
— Allah razı olsun bu mekânı burada yaptırıp tutana dedi, yirmi lira çıkarıp masanın üzerine bırakırken de ekledi: “ Üstü kalsın”
Yaşlı adam hem fiziksel hem de ruhsal olarak ağırlaştığını hissetti. Tuvaletlerin dış kapılarını kilitlemeden, ışıkları da söndürmeden biraz önce gördüğü camlı bölüme girdi. Perdelerini kapadı, kapıyı kilitledi, sedire uzandı. Bir süre sonra da gözleri kapandı.
Yaşlı adam, cam tıklatılması ile uyandı dakikalar sonra. Camı tıklatan sesleniyordu da aynı zamanda
— Selam emmi! İçeride misin?
Yaşlı adam, yavaşça doğruldu. Biraz bekledi. Sonra, sedirden inip kapıya yöneldi. Kapıyı açtı. Karşısında kendi yaşlarında bir adam vardı: Ne istiyorsun der gibisinden:
— Buyur, dedi.
Tanımadığı bir sima ile karşılaşmak, camı tıklatanı şaşırttı:
— Selam Emmi’ye bakmıştım amma.
— O dediğin kişi yok.
— Nerede?
— Ne bileyim.
Yaşlı adam, Selam Amca’nın genç yakışıklı adamın işten attığı adam olabileceği geldi aklına: Açıklama yapma gereği hissetti:
—Kovulmuş o. Ben varım artık.
Yaşlı adam, azıcık kenara çekildi:
— İstersen buyur.
Yaşlı adam, davetsiz misafirin “ yok yok” diyeceğini sanmıştı ama öyle olmadı. Davetsiz misafir, içeri girdi teklifsizce sedirin üzerine bağdaş kurup oturdu.
—Çayın yok, dedi. “Selam Emmi’nin hep çayı olurdu bu saatlerde.”
Yaşlı adam, çayın yok derken çaydanlığın da işaret edildiği yere baktı. Çaydanlığa benzer bir şey vardı. Küçük tüpün üzerine duruyordu.
Yaşlı adam, istediğin çay olsun der gibisinden kalktı çaydanlığı aldı, dışarıya çıktı, su doldurup geldi. Tüpü yaktı, çaydanlığı üzerine koydu: Sedire otururken de laf olsun diye sordu:
— Senin adın ne?
— Memmet, senin.
— Memmet mi?
— Herkes öyle der. Seninki ne?
Yaşlı adam, biraz düşündü. Yıllardan beri hiç kimse kendisine ne adı ile hitap etmişti ne de adını sormuştu. Kendini bir hoş hissetti.
— Galip.
—Tamam Galip Emmi, dedi davetsiz misafir. Benimki de Memmed unutma tamam mı?
Emmi sözü yaşlı adamın keyfini kaçırdı manasızca. Çıkıştı:
—Sen benden büyüksün, Emmi de ne oluyor şimdi?
— Ben senden büyük müyüm? Yaşın kaç senin?
—Yaşımı ne yapacaksın? Göz var izan var. En az beş yaş büyüksün benden.
— Ne deyim o zaman sana? Galip mi deyim?
Yaşlı adam’ı muhabbet açmadı:
—Tamam ne dersen de, dedi. Sonra da ekledi “Aradığın o adamı ne edecektin?”
—Selam Emmi için mi dedin?
Mehmet’in bir gözü çaydanlıktaydı, Su kaynamıştı.
— Uyuma çay taşacak, dedi.
Yaşlı adam:
— Sen benden küçüksün dedi, sen demle.
Mehmet,
— Çay demlemekle mi korkutacaksın beni, dedi. “Demlerim.”
Mehmet, kalktı çayı demledi, bardakları, şekeri hazırladı. Hepsinin yerini biliyordu.
— Selam Emmi iyi adamdı dedi. “Neye ayrıldı ki?”
— O şey adam, yakışıklı şık adam, sen söyle ismini, kovmuş.
— Recep Bey mi?
— Valla adını madını bilmem ben. Bana gel çalış diyen adam işte.
— Seni nerede buldu o? Hısımı falan mısın?
— Ben parkta oturuyordum, çağırdı gel çalış dedi…
— Eeee!
— Eesi işte, kısmetimiz buradaymış.
Mehmet, dikkatlice yaşlı adamın suratına baktı:
— Ben, dedi ve ekledi “ Elli yıldır buradayım. Seni hiç görmedim.”
— Görmediysen ne edeyim?
—Bişey değil de, görmedim dedim yani.
— Görmediysen görmedin. Görseydin emecek miydin, beni?
Mehmet, karşılık verecekti kelimeleri toparlayıp cümle kuramadığından söyleyemedi. Yerinden kalktı, çayları doldurdu.
İhtiyar adam üç, Mehmet beş bardak çay içti. Tek kelime konuşmadılar.
Çaydanlıktaki su bittiğinden Mehmet yedinci bardağı dolduramadı. Tüpün altını kapatırken yaşlı adam merak edip sordu:
— Burada mı yatıyorsun sen?
Mehmet, saf saf cevap verdi:
— Benim karı aramaya gelirse giderim, gelmezse yatarım.
— Burada mı yatarsın?
— He valla. Şu köşedeki kilimi altıma serer yatarım.
Yaşlı adam, kendince izah edemeyeceği bir sebepten asabileşti:
—Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Dalga geçmek için mi geldin buraya sen?
Mehmet, yaşlı adamın bu şekilde konuşmasına şaşırdı:
— Gene ne oldu? Konuşuyorduk ya güzel güzel emmi.
Yaşlı adam, dişlerini de sıkarak ses tonunu biraz daha arttırdı:
—Ben senden büyük müyüm ki de bana emmi enni deyip duruyorsun?
Mehmet, söyleyecek bir şey bulamadı. Yaşlı adam da uzatmadı. Birkaç dakika sonra da gözleri kendiliğimden kapandı.
On beş dakika kadar sonra yaşlı adam öksürerek uyandı.
Mehmet sedirde oturuyordu yine bağdaş kurmuştu.
— Sen daha burada mısın?
Mehmet, garip bir ses tonu ile sordu:
— Gideyim mi?
Yaşlı adam celallendi: Ellerini iki yana açarak:
—Ne diyeyim ben sana şimdi, dedi. “Kimsin, necisin? Geldin, kendi evin gibi şey yaptın mekâna.
—Saatin var mı?
—Var.
—Baksana birkaç oldu?
—Saati ne yapacaksın şimdi? Reisicumhurla randevun mu var?
—Yahu sen bi bak.
—Bakmıyorum ulan.
— Baksan ölür müsün?
— Bakmayacağım.
— Yahu bi bak.
— Bakmıyorum.
Mehmet, inatlaşmaya güldü. “Bakmıyorsan bakma” diye söylendi. Köşedeki telefonun yanına gitti. Ahizeyi kaldırdı. Birkaç saniye düşündükten sonra bir numara çevirdi. Karşı taraf telefonu açınca da hal hatır sormadan dileğini karşı tarafa iletti:
—Hafıza saat kaç?
Cevabı aldı.Telefonu kapattı:
— Daha erkenmiş yahu, dedi — Hafize kim?
Yaşlı adamın sesi kadife gibi çıkmıştı. Mehmet de aynı hoş ses tonu ile karşılık verdi:
— Benim kaşık düşmanı.
Yaşlı adam, bir şey demedi. Gözlerini tavana dikti. Mehmet, yaşlı adanma bir baktı, iki baktı. üç baktı sonra uzanıp dürttü. Gözlerinin dolduğunu fark etmişti. Ağlamak istediğini ama aylayamadığını düşündü. Kuvvet vermek istedi:
— Ağla ağla, Sıkma kendini. Rahatlarsın.
Yaşlı adam, gözlerini tavandan indirdi. Soludu da. Birkaç saat önce karısı ile yaptığı kısa telefon konuşması aklına gelmişti. Duygulanmıştı. Söylendi:
— Bak hiç arayan soran oldu mu oğlandan kızdan, dedi “ Niye gelmeyeceksin? Nerede kalacaksın?”
Mehmet, yaşlı adamın tavrından ve sözlerinden kendince bir tahminde bulundu. Dilini dişleri üzerinde gezdirdi. Burnunun ucunu kaşıdı.
— Birkaç gün yat bakalım burada, dedi. “Gün ola hayır ola. “
Sonra, birden aklına geldi, yaşlı adamı dürttü.
— Kadınlar tuvaletini de silip süpürdün nü? Yarın giremezsin. Selam emmi öyle yapardı. Gece temizlerdi. Temizleyemezse de benim hanıma telefon eder çağırırdı. Ne de olsa oraya girmesi hoş olmaz tabi. Benim hanım çok uzaktan onun akrabası olur da.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Sessizliği Mehmet’in suali bozdu:
— Sen benim hanımı tanıyon mu?”
Yaşlı adam, gayriihtiyarî güldü:
— Tanıyorum, on beş yıldır.
Mehmet, kızma manasında bir işarette bulunduktan sonra yavaşça yaşlı adama yanaştı:
— İstersen bu akşam kadınlar kısmını ben şöyle bir süpürüp sulayım, dedi.
Yaşlı adam, gülüşünüm dozunu arttırdı.
Mehmet, bozuldu:
— Ne oldu, ne sırutıp duruyon?
— Yok bir şey?
— Bişey olmadan gülünür mü? Nee güldün?
— Ne bileyim işte. Güldüm. İçimden geldi.
— Bana mı güldün?
— Yok canım. Sana niye güleyim?
— Kime güldün?
— Yahu kimseye gülmedim. İçimden geldi.
— Gadunlar tuvaletini temizleyeyim dememe mi güldün sen?
— Öylesine güldüm. Niye mesele ettin bu konuyu?
— Bana güldün sen amma, neyime güldün? Açıkda bişey mi gördün? Biri temizleyecek orayı.
Yaşlı adam gülmeyi kesti, kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Mehmet’in kolundan tutup itti:
— Ben yatacağım artık, haydi evine. Karın bekler.
— Ne oldu? Ne hiddetlendin de beni kovuyon şimdi? Köpeğine kış mı dedik?
— Kovmuyorum da. Neyse, kadınlar tuvaletini temizleyeceğim diyordun. Temizle de gel haydi.
—Temizlemecem. Az yi kendine bi uşak tut.
Yaşlı adam, alttan aldı:
— Haydi haydi, dedi. “İki su dök de gel. Ben de çayı bir kere daha demleyeyim.”
— Ben içmem. Uyuyamıyom sonra.
—Tamam o zaman da, hadi kırma beni, kadınlar şeyine bir bak da gel.
Mehmet, uzatmadı tartışmayı. Kalktı. Dışarıya doğru yürürken döndü:
— Ganın aç mı senin, dedi. “Benim karıya telefon ediyim de bi kap yemek getirsin mi sana?”
Yaşlı adam, şaşırdı. Biraz durdu. Sonra:
— Valla getirirse yerim ama dedi. “Senin ev nerede?”
— Üç beş binalık bişey. Getirdeyim mi?
— Yerim dedim ya işte.
— Bak sonra yimem mimem deme ama. Karıya ayıp olur.
— Getirirse yerim.
— Köpeklere dökmediyse pilav var. Ayran da getirsin mi yanına?
— Pilav kuru kuru yenmez. Varsa olur.
— Kaç dilim ekmek isten?
— Ekmek bir dilim olsa yeter. Ekmekten haz etmem ben pek.
Mehmet, telefonun yanına gitti. Avizeye eline aldı. Numaraları tuşlamadan yaşlı adama sordu.
— Pilavı ısıtsın mı getirirken?
— Ocak var işte burada. Gerekiyorsa ısıtırız burada.
— Karabiber falanda ekelesin mi pilavımı üzerine?
— Yok. Garabibere gerek yok.
— O şimdi, pilavı dökmüştür Üç günlük ya ondan. Sana iki yumurta gırsın da getirsin. Yin mi yumurta?
— Ben ne olsa yerim de…
— O zaman bi telefon ediyim, pilavı dökmediyse pilavı getirsin. Dökdüyse sana yumurta kırıp getirsin. Bi yumurtaynan mı doyan sen, iki yumurtaynan mı?
Yaşlı adam, terler gibi oldu, alnını ovuşturdu
— Şimdi boş ver ya sen, dedi Mehmet’e “ Aç da değilim zaten.”
— Aç değisin de ne getirsin dedin. Utandın mı yoksa lan?
Yaşlı adam, söyleyecek bir şey bulamadı. Anlamsızca el işaretleri yaptı. Mehmet, ahizeyi yerine koydu, küçük bir çocuğu okşar gibi yaşlı adamın yanaklarını okşayarak:
— Utanma utanma dedi.
Yaşlı adam, harekete anormal hiddetlendi. Mehmet ’i var gücüyle iterek kükredi:
— Ne yapıyorsun sen be adam?
Bununla da yetinmedi yaşlı adam. Mehmet’in kolundan tutup dışarıya doğru itti:
—Akşam akşam beni günaha sokacaksın. Çık dışarı. Beni ne sandın sen? Bu yaştan sonra…
Mehmet, biraz geri çekildi. Suratını bir garip buruşturarak yaşlı adama baktı:
—Senin kalbin kötü, dedi. Tu sana.
Yaşlı adam, sözden etkilendi, tepkisinin ölçüsüz olduğu kanısına kapılıp duraksadı
Birkaç saniye sessizlik oldu ortamda. Sonra, yaşlı adam. Sesine hoş bir tını vererek, sırf ortamı yumuşatsın diye sordu:
— Adın neydi senin?
— Söylemedik mi?
-…
— Adım Memmed. Belledin mi?
-…
Yaşlı adam, uzun uzun Mehmet’in gözlerinin içine baktı. Yüzünde yoruma açık bir giz vardı. Bu durumdan tedirgin oldu Mehmet. Biraz geri çekilip sordu:
—Neye öyle bakıyon bana sen?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini değiştirmedi.
—Bişeye mi hiddet yaptın gene?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmeyerek sorunun devamını getirdi:
—Gorgutma lan beni.
Mehmet, az daha geri gitti.
— Benim” lan” dedime bakma sen, dil alışkanlığı benimki. Ona gızdıysan.
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmeden Mehmet’e doğru bir adım attı. Mehmet, bir adım geri çekildi.
Mehmet’in soluk alıp verişleri arttı. Yaşlı adam dişlerini sıkarak çenesini sağa sola oynatmaya başladı. Gözlerini de biraz açtı.
Mehmet birden gülümsedi. Kaşını gözünü oynatarak,
— Burada televizyon yok ama sedirin köşesinde çok eskiden kalma cereyanlı bi radyo olacak. İsdersen aç da dinleyelim, dedi, radyonun yerini işaret etti.
“Cereyanlı eski radyo” sözü yaşlı adamın ilgisini çekti İşaret edilen tarafa döndü, radyoyu göremeyince de oraya gitti. Radyoyu görünce heyecanlandı. Hızlıca eğilip radyoyu aldı sedirin üzerine koydu. Açtı. Sonra da Mehmet’ coşku ve heyecanla seslendi. “ Gel gel.”
Mehmet üzerindeki gerginliği atıp yaşlı adamın yanına seğirtti.
— Hayrola, dedi. “ Pek sevindin.”
Yaşlı adamın gözleri parladı.
— Sevinmez miyim dedi. Mehmet’i kolundan çekip oturttu:
— Eskiden bizim de böyle bir radyomuz vardı.
— Eski bi dost görmüş gibi oldun sen lan
Yaşlı adam, sevinçle atıldı:
—Yaaa, Birden dedemi babaannemi, babamı hatırladım. Hepsi gözümüm önüne geldi.
Mehmet, yaşlı adamın elini avuçladı. Gözlerinden ışık saçarak yaşlı adamın sevincine ortak oldu.
Radyo ısındı, ses gelmeye başladı. Yaşlı adam kanal düğmesine elini uzatırken Mehmet’e döndü:
— İster misin dedi şimdi bir de bir yerlerden onların sevdiği şarkılardan türkülerden biri çıksın Mehmet?
Mehmet de daldı. Kemdi kendine söylendi:
—Benim dedem de “ Gün akşam oldu bi dost bulamadım türküsünü pek severdi.”
Yaşlı adam, radyonun sesini kıstı. Gözlerini duvarda bir yere dikti. Bir süre öylece kaldı. Sonra, Mehmet’in dizine hafif vurarak:
— Haydi, dedi. Doğru evine. Doğru karının yanına.
Mehmet:
— Radyo seni bi hoş etti lan, dedi.
— Evde karından başka biri var mı?
Mehmet yok manasına başını birkaç kez yukarı kaldırdı
— O zaman hiç durma. Haydi bakayım.
Mehmet, bir şeyler söylemek istedi ise de söylemedi. “ Eyi ya” dedi. “ Yarın gelirim.”
Sedirden indi. Elini sıkmak için yaşlı adamın elini uzattı. El sıkıştılar.
Mehmet, kapıya varınca tekrar “ hoşça kal” demek düşüncesi ile durdu. Döndü. Yaşlı adamın buruşuk yüzü dakikalar içerisinde biraz daha buruşmuş gibi geldi ona. Çok çok yorgun da gördü. Bu yorgunluğunu gönül yorgunluğuna bağladı. İçi acıdı. Döndü yürüdü, yaşlı adamın yanına, yarım adımlık kalınca durdu. Bir komutanın askerine emretmesi gibi:
— Galk, dedi. Gidiyoz.
Yaşlı adam, nereye sorusunu başını iki yana sallayarak sordu.
— Nereye?
— Galk bize gidiyoz.
Yaşlı adam, istemiyorum der gibi bir harekette bulundu.
Mehmet, yaşlı adama iyice yanaştı, elini tuttu:
—Bu aşam seni burada bıragmam, dedi. “Ölsem bıragmam. Bize gidiyoz. Yarın ne…edersen et.
İlgi, yaşlı adamı sevindirdi, içine ılık ılık hoş bir şey aktı. İlginin devamının var olup olmadığını sınamak istercesine:
— Yok, dedi ” Ben gelmeyim.”
Mehmet, yaşlı adamın elini bıraktı. Sonra da, her kullandığında az ya da çok işine yarayan o sözü yapmacıktan kızarak sarf etti:
—Gelmezsen ölümü öp.
Ve ekledi:
— Gerisi sana galmış artık…
Kapıya doğru ağır ağır yürüdü Mehmet. Kapıya varınca da beklediği sözü işitti yaşlı adamdan:
— Madem büyük yemin verdin, geleyim bari.
Mehmet, yarım geri döndü. Tek tük kalmış dişlerini göstererek gülümsedi:
-Ben gapının önünde bekliyom, dedi.”Kapıları mapıları gözelce kitle, Helaya melaya gireceksen de gir. Benimki bu konuda pimpirikli biraz yabancıları helâya almaz. Demedi deme sonra.



3 Haziran 2019 Pazartesi


BAYRAMINIZ KUTLU OLSUN

**********************


DUA

Tarihini de saati de unutmam mümkün değil.11 Mart! Saat 11.30 ile 12 arası. Günlerden cuma.
Adam, kelimeleri cümleleri art arda sıralıyor. Doktorun önüne çekler uzatıyor, rakamlar yazıyor.
Ağlıyor, yalvarıyor. Zaman zaman ellerine sarılıyor, zaman zaman da ayaklarına kapanıyor.
Adamın gözyaşları sel! Doktor çaresiz. Ben ve yanımdaki dostum şaşkın.
Zaman zaman telefona sarılıyor, doktor mani oluyor.
— Yarım saate kadar helikopter indireyim bahçeye, diyor. “Bir saate kadar özel uçağı beş doktorla hava alanında hazır duruma getireyim “
Belli ki pek çok şeyi gerçekleştirebilecek durumda.
— Yapabileceğimiz bir şey mutlaka olmalı Rauf, diyor doktora. Yalvarıyor, yakarıyor, ağlıyor bağırıyor, belli ki yüreği yanıyor.
Doktorun insanüstü gayretleri biraz olsun etkisini gösteriyor. Adam sakinleşir gibi oluyor
- Ragıp, dostum, inan hastanemizin en iyi cerrahları en iyi hemşireleri ameliyathanede. Ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
—Amerika’ya götüreyim
- Ragıp, kardeşim yani, şu an beklemekten başka yapacak bir şey yok
-Yaşayacak ama değil mi?
- Bilmiyorum, hastanemize getirildiğinde durumu pek iyi değildi. Bunu bilmen gerekiyor. Yani, yani Allah'tan ümit kesilmez denilen bir durum.
— Yapılabilecek hiçbir şey yok mu?
— Arkadaşlar ellerinden geleni yapıyorlar inan bana.
— Avrupa’nın en iyi doktorlarını birkaç saatte buraya yığabilirim.
— Biliyorum.
— Öyleyse niye tamam demiyorsun?
— Bak, sağ çıkarsa ameliyattan
Çıldırmışa dönüyor adam:
- Sağ çıkarsa ne demek Rauf? Kalbime mi indireceksin benim?
- ...
— Özür dilerim ama.
Bir şeyler söylemeye çalıştım, sesimi duyuramadım.
— Durumu çok ağır Zaten yani arabadan çıkartıp buraya gelinceye kadar birkaç kez kalbi durmuş. Doktor arkadaşlar bir şeyler yapmış.
— Peki, kaza nasıl olmuş? Altındaki cip dünyanın en iyi cipiydi. Yepyeniydi daha.
— Boş ver bunları şimdi dostum.
— Yalnız mıymış?
— İki kişi deha getirdiler, onları yaşatamadık.
— Yapılabilecek bir şeyler olmalı ama.
— Var.
— Söyle o zaman. Para pul, dünyanın en iyilerini buraya getireyim. Yetmezse isim ver, tüm servetimi önüne sereyim.
— Dua...
— Ne?
— Biz çıkalım arkadaşlarla, sen içinden geldiği gibi oğlun için dua et. Şu an yapabileceğin tek şey bu.
Dışarı çıktık. Rauf Doktor, derin bir iç çekti, kapıyı kapattı. Sözün tükendiği andı artık. Söyleyecek bir sözüm de yoktu gücümde. Allahaısmarladık der gibi Rauf'a dokundum. O da bir şey demedi, başını salladı "güle güle" manasında.
Dışarı çıkınca, arkadaşımla göz göze geldik. İkimizde konuşacak durumda değildik belki. Belki ikimizin de yalnız kalmaya gereksinimi vardı. Ayrıldık.
Bir cankurtaran geldi hastaneye. Onun arkasından bir tane daha geldi...
Elimde olmadan derin bir iç geçirdim. Nasıl bir iç geçirmiş olmalıyım ki yanımdan geçmekte olan biri, yüzüne baktı, kim bilir neyin var der gibisinden baş salladı.
Belgin'in uçağı on beş dakika kadar önce Avustralya'ya gitmek için havalandı İstanbul'dan. Şu anda onun için dua etmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok.
Babaannemi iki yıl evvel kaybettik. Rahmetli olduğunda 108 yaşındaydı. Kendimi bildim bileli, babama, anneme, kardeşlerime özellikle de biz kapıdan çıkarken dua eder " Güle güle gidin güle güle gelin güler yüzler bulun." derdi. Bunu duyardık da, kim bilir başka neler derdi:
Belki, Allah kötüye denk getirmesin, derdi.
Belki, Rabbim görünmez kazalardan belalardan korusun derdi.
Belki, verdiğin sadakalar yüzü gözü hürmetine ayağın taşa takılmasın, derdi.
Belki zihin açıklığı dilerdi, belki her şeyimizin yolunda gitmesini isterdi.
Dualarının faydası bize mi yoksa ona mı oldu bilmem ama en basit ifade ile dini inancı pek de olmayan Rauf arkadaşımın hiç tanımadığım yüreği kavrulmakta olan o babaya söylediği kelime bir gerçeği mi yansıtmakta yoksa öylesine ağızdan çıkan bir söz müydü?
— Dua!
Otobüs durağına iki bank koymuşlar. Hayret, bomboş. Kendimi çok yorgun hissettim birden. Oturdum birine.
Hay Allah. Arabam da hastanenin otoparkında kaldı. Daha doğrusu yaşadıklarım unutturdu. Arkadaş da anımsatmadı.
Elinde iki koltuk değneği ile epeyce de bir zorlanarak yürüyen yaşlı bir adam köşeden döndü. Gençken görsem, bu halde niye sokağa çıktın be adam der söylenir miydim acaba? O adam yerine başka biri çıksaydı şu anda önümden geçmiş olurdu. Onun buraya erişmesi belki yarım saati bulacak...
Hastaneye mi gidiyor acaba? Niye bir taksiye binip gelmemiş ki? Bunun oğlu kızı yok mu, girselerdi koltuğuna?
Aklım hala o sözcükte. "Dua"
Duadan başka yapılabilecek bir şey kalıyor mu bazen?
Yıllar önce bir olaya şahit olmuştum. Belki farkında olarak belki farkında olmayarak binlerce şahit olmuşumdur da belki bu aklıma geldi işte.
Genç bir delikanlı ile genç bir kız yürürlerken yan yana ( üzerlerindeki giysiler liseli olduklarını gösteriyordu.) yanlarında, iki üç gençten başka bir ifade gerekir ama iki üç genç belirdi. Kızın yanındaki gence omuz vurarak kızdan biraz uzaklaştırdılar. Sonra içlerinden biri, net duydum, " Niye bu kadar yakışıklısın lan sen." diye bağırdı. Ve üçü birden delikanlıya saldırdılar.
Saniyeler içinde delikanlı kanlar içinde yere yığıldı.
Babaannemin, " Allah kötüye denk getirmesin." temennisi ve duası, aklımda kalıcı izler bırakacak olan kötü bir olay yaşamama set oldu mu acaba?
İnsanoğlu bazen ne kadar çaresiz kalıyor değil mi? Dua, o andaki çaresizlik durumunda ya da olası çaresizlik anlarında ona kuvvet, kuvvet veriyor mu diyeceğim ama...
Cep telefonum uyarma hatırlatma sinyali verdi. Açıp baktım, üç saat sonraki önemli bir randevuyu anımsatıyordu.
Bu durakta niye kimse yok sahi? Bu durak... Kafamı kaldırdım, durak levhası sökülmüş. Belli ki durak kullanım dışı kalmış.
Ezel Hanım ile buluşacağım. Bürosu on sekizinci katta. Taksiye bineceğim. Şoförün iyi olması için dua etmekten başka çarem var mı? Şoför iyi çıktı diyelim, bu sabah gazete de okudum sarhoş bir şoförün kullandığı bir araç köprüden uçup alt yoldan geçmekte olan bir özel otonun üzerine düşmüş. Biri çocuk iki kişi ölmüş.
Ezel Hanım'ın bürosu on sekizinci katta. Mecburen asansörle çıkacağım. Üçüncü kata vardığımda ya da dördüncü kata binada yangın çıkmayacağını asansörün olduğu yerde kalmayacağını kim iddia edebilir?
Mecburen herkes gibi ben de taksiye bineceğim, asansöre bineceğim, şunu yapacağım bunu yapacağım. İpler nereye kadar elimde olacak. Kişileri, olayları, kendimi nereye kadar kontrol etme olanağı var ki? Direksiyonu başkasına bıraktığım anda yapabileceğim tek şey dua etmek değil mi? Kötüye gidişin durması için, kötüye denk gelmemek için, şansın yanımda, yanında olması için. Kemin def edilmesi için dua etmek, durup beklemekten ya da her şeyi kendi seyri içinde takibini izlemekten az da olsa iyi değil mi?
Genç bir kadınla, yanında genç bir delikanlı yanıma yaklaşıyor. Bir adres soruyorlar. Anımsar gibiyim ama emin değilim. Şuradan yürüyün şöyle dönün ışıkları geçin diyeceğim ama dedim ya emin değilim. " Kusura bakmayın anımsayamadım." diyorum. Büyük bir olasılıkla biraz sonra birisine daha soracaklar, sordukları kişi belki bilmediği halde aklınca bir yeri tarif edecek... Bu kadın ve bu delikanlı için doğru kişiye adres sormaları için dua etmekten başka yapılabilecek bir şey var mı?
Delikanlı, annesinin koluna giriyor. Şu dakikalarda dünyanın bin bir yerinde kim bilir kaç anne kaç baba oğluna ya da kızına tecrübelerini aktarıyordur. Onlara nasihat veriyordur, aman oğlun şunu yapma aman dikkatli ol.
Oğlan ya da kız da çok asi değilse demeyelim de iyi yetiştirilmişse diyelim şöyle diyordur:
— Merak etme anneciğim.
— Sen hiç kaygılanma baba. Gözün arkanda kalmasın. Ben ne yapacağımı bilirim.
Ben yapacağımı bilirim diyen evladının arkasında her an olamaz ki anne baba.
O anne babanın bazıları günün bir saatinde televizyonun başına geçtiklerinde ya da gazeteyi ellerine aldıklarında " annem söylemişti, babam uyardım " diyerek gözyaşı döken bir kişinin haberi ile karşılaştığında oğlu ya da kızı için dua etmekten başka bir çaresi var mı?
Karşıdan gelen genç adam oğluma ne kadar da benziyor. Birden gözümde tüttü.
Cep telefonunun cebimden çıkartıyorum. Oğlumun telefon numarasını çeviriyorum. İşte açtı, sesini duymak ne güzel.
Havadan sudan konuşuyoruz.
Konuşmamız biterken,
- Kendine iyi bak, diyorum. “Duanı üzerimizden eksik etme.”
Şaşırdı. Belki de ilk defa " dua" sözünü bu anlamda benden duydu. Belkide ilk defa " Babam ihtiyarlamaya başladı galiba" diye aklından geçirdi.

2 Haziran 2019 Pazar


POĞAÇA

Bir ses ile beyinleyip kendine geldi. Uyumuştu, başı da öne düşmüştü. Saniyelik iş.
Başını kaldırdı. Karşısında on beş, on altı bilemediniz on sekiz yaşında bir kız vardı. Tatlı tatlı gülümsüyordu. Elinde bir tepsi, tepside de bir tabak, bir su bardağı da çay.
— Annem poğaça yapıyordu da, burnunuza kokmuştur diye gönderdi.
Şaşkındı adam. Kırk yıl düşünse aklıma böyle bir şey gelmezdi. Donup kalmıştı. Tepkisizliği kızcağızı da ne yapacağını bilemez bir duruma düşürmüştü. Elindeki tepsi ile kalakalmıştı zavallıcık. Teşekkür ederek uzanıp alma gibi bir eylemde bulunmadığından ötürü anlık bir tereddüdün akabinde adama doğru biraz yanaştı, üzeri peçete ile kapatılmış plastik tabağı ve çay dolu bardağı tepsiden alarak dikkatli bir şekilde oturmakta olduğu bankın üzerine, yanına bıraktı. Belli belirsiz gülümseyerek:
—Afiyet olsun, dedi.
Kızın arkasından bile bakmadı. Bakamadı. Kendine gelmeye çalışıyordu.
Gevher Bey, kendini biraz toparlayınca, yan tarafına döndü. Peçeteyi kaldırdı. Tabakta üç poğaça vardı ve sıcaktılar. Belli ki yeni yapılmışlardı. Mis gibi de kokuyorlardı. Çay da tertemiz bir bardaktaydı ve tavşankanıydı.
Gevher Bey, ayıp bir şey yapıyormuş gibi etrafına bakındı. Kimse yoktu. Poğaçanın nereden geldiğini tahmin edebilmek için etrafına bakındıysa da netice alamadı. Saat yedi olmuştu. Pek çok evin elektriği yanıyordu. Hava sıcak olduğundan da pek çok dairenin balkonlara bakan kapıları açıktı.

Gevher Bey, birkaç kez kalkıp oturdu. Karar veremiyordu. Poğaçalı yiyip çayı içmeli miydi? Onları orada olduğu gibi bırakıp oradan ayrılmalı mıydı? Ya, poğaça ve çayın içine bir şey katmışlarsa. Bu olasılık da aklına geldi, gelince onları oraya getiren kızın tatlı sesini, tatlı gülümsemesini anımsadı, kendi kendine kinayeli “Aferin sana Gevher!” dedi. “Olgunlaşacaksın da ben de göreceğim.”
Gevher Bey’in babası geçen ayın 17’sinde rahmetli olmuştu. Namazında niyazında bir adamdı. Özellikle sabah namazını mutlaka camide kılardı. Onun ölümünden sonra Gevher Bey de babası gibi sabahları camiye gider olmuştu. Geçen hafta cami çıkışında şu anda oturmakta olduğu parkın önünden geçerken kendisini kötü hissetmiş parkın içine girerek banklardan birine oturmuştu. Ondan sonraki günde cami çıkışında parka uğramış, bir süre sağına soluna bakındıktan sonra bu bankı gözüne kestirmiş, yarım saat kadar kalmış, tespih çekmiş geçmiş günleri anımsayarak kâh hüzünlenmiş kâh neşelenmişti. İşte o günden sonra da her cami çıkışında buraya gelip yarım saat kırk beş dakika kadar oturmak âdeti olmuştu. Bu durum ona iyi de gelmeye başlamıştı.
Parkın üst girişinden belediyenin temizlik işçisi girdi. Girer girmez de süpürme işine girişti. Suratsız bir hali vardı. Süpürgeyi, birilerini cezalandırmak istercesine kullanıyordu.
Bir köpek koşarak park kapısının birinden girdi ötekinden çıktı. Arkasından bir köpek daha…
Bir delikanlı, parkın girişinde biraz durdu, parkı mı süzdü, gideceği yere karar verememenin tereddüdünü mü yaşadı belli değil. Bir sigara yaktı. Yürümeye başladı. Gevher Bey'in yanından geçerken:
— Selamünaleyküm” dedi. “ Günaydın” da dedi.
Gevher bey zor duyulur bir sesle selamı aldı.
— Aleykümselâm oğlum.
— Afiyet olsun.
— Buyur al bir tane.”
Delikanlı durdu. Döndü. Poğaçalardan birini aldı, ağzıma attı. Eliyle “ eyvallah” işareti yaparak gitti.
Miyavlayınca kediyi fark etti Gevher Bey. Biraz ilerideki ağacın dibindeydi. Geldiğinden beri mi oradaydı belli değil. Belli olan “ yiyecek” istiyordu. Poğaçanın birini aldı, böldü, kediye atacakken duraksadı. Ya ikramı yapan şu anda kendisine bakıyorsa? Empati kurarak hadiseyi düşündü, ne kadar hoş olmadık bir durum olurdu ikramı yapan için. Gözlemleniyorsa yarısını ağzına atar yarısını verirse ikramda bulunanın hoşuna bile gidebilirdi. Düşündüğünü gerçekleştirdi. Poğaçanın yarısını ağzına attı yarısını kediye. Kedi, poğaçayı kokladı sonra da poğaçayı ağzına alarak oradan uzaklaştı. Belki de yavrusu vardı, ona götürüyordu, ya da kendince bir düşüncesi. Gevher Bey, böyle düşündü, duygulandı gözleri doldu. Bir yerlere gitti. Yapmış olduğu gezinti esnasında da poğaçaları yedi farkında olmadan, çayı da içti. Boşalan çay bardağını aldı ayağa kalktı. Oraya mı bırakıp gitseydi, bankın altına mı koysaydı, yoksa eve götürüp yarın, sahibi gelir alır diye umsa mıydı?
Bankın üzerine bırakmaya karar verdi, Nasıl olsa sahibi görüyordu burayı, kendisinin gittiğini görünce neticeyi görmek için muhakkak ki gelirdi. Tabağın üzerine bardağı kapattı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttu.
Evde, karısı “ Allah kabul etsin!” diyerek kapıda karşıladı Gevher Bey'i her zaman olduğu gibi. Gevher Bey de “ Allah razı olsun” dedi. Ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giydi. Boy aynası hemen oradaydı. Karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Önden baktı, arkadan baktı yandan baktı, üzerindekileri çekiştirerek baktı.
Suzan Hanım, salon kapısından içeri girmek üzereyken fark etti kocasının yaptıklarını. Sordu:
— Hayrola Gevher! Ne yapıyorsun?”
—Aynaya baktım da. “
— Niye?
— Ne demek niye? Benim bildiğim aynaya bakılır hanım.
— Bakılır da dışarıya çıkmıyorsun ki. Hem senin dışarı çıkarken bile aynaya baktığın vaki değildir.
Suzan Hanım, kocasına doğru birkaç adım attı:
—Biri bir şey mi dedi kıyafetine. Sen önce aynaya bak falan mı diyen oldu?
Gevher Bey karısına döndü:
— Benim acınacak bir halim falan mı var Suzan? dedi.
Suzan Hanım’ın beklemediği bir soruydu bu. Hem soruya hem sorunun amacına bir anlam veremedi.
— Gelirken giderken biri bir şey mi dedi sana? dedi tekrar. Ses tonu biraz değişmişti. Muamma dolu sözler, tavırlar Suzan Hanım'ı her zaman rahatsız ederdi.
Gevher Bey, salona doğru yürüdü, karısının yanından geçerken onun omzuna dokundu:
—Anlatırım sonra, dedi.
Suzan Hanım,
—Haydi, diye karşılık verdi kocasına. “ Elini falan yıka kahvaltı hazır. “
—Ben kahvaltı yapmayacağım bugün.”
Suzan Hanım, mutfak kapısından içeri girmek üzereydi sözü işittiğinde. Bu da vaki değildi. Durdu, döndü, sordu:
— Kahvaltı yapmayacak mısın?
Gevher Bey, salon koltuklarından birine oturmuştu. Suzan Hanım, onu görebileceği kadar yürüdü. Gevher Bey de onu gördü:
— Evet, dedi. “Ama bir bardak çay içerim “diyecekti ondan da vazgeçti.

Suzan Hanım, rengi solmuş taburesini pek severdi. Geçen yıl ölen görümcesinden hatıraydı. Sağına soluna bakındı, odaları dolaştı, balkonda buldu onu. Dünkü yağmurdan dolayı hala nemliydi ama aldırmadı Eline aldı, salona geçti, kocasının karşısına koydu. Üzerine de oturdu Başını sallayarak sordu:
— Ne oldu?”
Gevher Bey, istenilen cevabı anladı ama anlamazlığa geldi:
— Ne ne oldu?”
— Giderken böyle değildin. Bir şey olmuş dışarıda.
“…
—Ya giderken, ya camide, ya camiden gelirken bir şey olmuş.”
“ ...
—Anlat.
Gevher Bey, karısının gözleri içine baktı, gülümsedi.
—Beni okumaktan, beni biraz olsun benle bırakmaktan hiç vazgeçmeyecek misin sen?
— Ne oldu anlat.
Gevher Bey anlattı ne bir eksik ne bir fazla.
Suzan Hanım’ ın gözleri dolu dolu oldu kocasını dinlerken. Gevher Bey’in aşina olduğu bir durumdu bu. “Kim bilir aklına yine ne geldi.” diye aklından geçirdi. Karısının yanağından bir makas aldı.
— Ne oldu şimdi? Ne bu gözler hanım sultan? “dedi.
Soru, Suzan Hanım’ı ağlattı.
Suzan Hanım, burnunu çekti. Burnunu elinin tersi ile sildi.
—Yürü mutfağa dedi. Kahvaltı kaldı masada.

Mutfağa geçtiler. Gevher Bey, masaya oturdu. Dilimlenmiş ekmeklerden bir parça kopardı, üzerine yağ sürdü ağzına attı. Suzan Hanım, çayları doldurdu. Doldururken de sevgi ile özlem ile içten konuştu:
— Bir oğlum olsaydı vallahi de billahi de hiç sorgulamadan o kızı oğluma alırdım Gevher.
— Hangi kızı?
—Sana o poğaçaları getiren kızı. Bu devirde böyle bir kız bulunur mu? Altı yedi yaşında bir çocuk olsa neyse de genç bi kız diyorsun bak.
Gevher Bey’in keyfini kaçırdı söz.
— Ben de şaşırdım çok. Bir teşekkür bile etmedim. Ayıp oldu. Annesine gidip “ Odun gibi adam demiştir.”
Suzan Hanım, çayından bir yudum aldı. Gülümseyerek:
—Ayağa kalksana bir dedi.
Niye diye sormadı Gevher Bey. Elindeki ekmek parçasını ekmek sepetine koydu. Ayağa kalktı.
—Şöyle bir dön. Kendi etrafında yüz seksen derece.
Suzan Hanım güldü. Gevher Bey döndü:
— Bu giysilerle sokağa çıkarsan böyle olur işte dedi. Kadın poğaça yapıyordu herhalde, seni gördü, haline acıdı, Allah bilir otururken boynunun da bükmüşsündür.
Gevher Bey,
—Sen öyle san, dedi. Oturdu. Sandalyeye kaykıldı. Bardağındaki çaydan höpürdeterek bir yudum aldı. Pala bıyıklarını burdu. “ Bence, bu bıyıklara vurulmuştur. “dedi.
Suzan Hanım bıyıklı erkeklerden hiç hazfetmezdi. Defalarca bunu Gevher Bey’e de söylemiş ama ona bir türlü bıyıklarını kestirtememişti Oysa o daha geçen yıl kahvehanede girdiği bir iddia üzerine bir haftalığına da o olsa çok sevdiği bıyıklarına veda etmişti.
Gün 30 Ağustos’tu. Gün özeldi, evlilik yıldönümlerini unutmayayım diye almıştı bu günü Gevher Bey.
Gevher Bey’e yardımcı oldu televizyon. “Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı,”dedi. Gevher Bey Suzan Hanım ile göz göze geldi o an. Sordu:
—Ne alayım sana evlilik yıldönümümüzde canım?
Suzan Hanım gülümsedi.
—Ben senin yerine olsam hemen şimdi banyoya girerim güzel bir duş alırım bir günlüğüne de olsa şu bıyıklarımı keser karımı mutlu ederim, dedi.
Gevher ney, “ emrin olur” deyip banyoya gitti. Şarkılar türküler söyleyerek duşunu aldı. Bornozunu giydi. Pos bıyıklarını sıvazlayarak içeriye girdi.
Bu, onlar için son 30 Ağustos oldu. Suzan Hanım Gevher Bey’i bir kez daha bıyıklı görünce bozuldu, hadiseyi kendince yorumladı ve de Gevher Bey akşam namazı için camiye gidince birkaç özel eşyasını alıp annesinin evine gitti. Evi terk etti.