27 Temmuz 2016 Çarşamba


KİM NE DEMİŞ?

KORKUNUN KAYNAĞI BİLGİSİZLİKTİR.( EMERSON )

***
DUA

Tarihini de saati de unutmam mümkün değil.11 Mart... Saat 11.30 ile 12 arası. Günlerden cuma.
Adam, kelimeleri cümleleri art arda sıralıyor. Doktorun önüne çekler uzatıyor, rakamlar yazıyor.
Ağlıyor, yalvarıyor. Zaman zaman ellerine sarılıyor, zaman zaman da ayaklarına kapanıyor.
Adamın gözyaşları sel... Doktor çaresiz. Ben ve yanımdaki dostum şaşkın.
Zaman zaman telefona sarılıyor, doktor mani oluyor.
— Yarım saate kadar helikopter indireyim bahçeye, diyor. Bir saate kadar özel uçağı beş doktorla hava alanında hazır duruma getireyim
Belli ki pek çok şeyi gerçekleştirebilecek durumda.
— Yapabileceğimiz bir şey mutlaka olmalı Rauf, diyor doktora. Yalvarıyor, yakarıyor, ağlıyor bağırıyor, belli ki yüreği yanıyor.
Doktorun insanüstü gayretleri biraz olsun etkisini gösteriyor. Adam sakinleşir gibi oluyor
- Ragıp, dostum, inan hastanemizin en iyi cerrahları en iyi hemşireleri ameliyathanede. Ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar.
—Amerika’ya götüreyim
- Ragıp, yani, şu an beklemekten başka yapacak bir şey yok
- Yaşayacak ama değil mi?
- Bilmiyorum, hastanemize getirildiğinde... Durumu çok ağır... Bunu bilmen gerekiyor. Yani, yani Allah'tan ümit kesilmez denilen bir durum.
— Yapılabilecek hiçbir şey yok mu?
— Arkadaşlar ellerinden geleni yapıyorlar inan bana.
— Avrupa’nın en iyi doktorlarını birkaç saatte buraya yığabilirim.
— Biliyorum.
— Öyleyse niye tamam demiyorsun?
— Bak, sağ çıkarsa ameliyattan
Çıldırmışa dönüyor:
- Sağ çıkarsa ne demek Rauf. Kalbime mi indireceksin benim.
- ...
— Özür dilerim ama.
Bir şeyler söylemeye çalıştım, sesimi duyuramadım.
— Durumu çok ağır Zaten yani arabadan çıkartıp buraya gelinceye kadar birkaç kez kalbi durmuş. Doktor arkadaşlar bir şeyler yapmış.
— Peki, kaza nasıl olmuş? Altındaki cip dünyanın en iyi cipiydi. Yepyeniydi daha.
— Boş ver bunları şimdi dostum.
— Yalnız mıymış?
— İki kişi deha getirdiler, onları yaşatamadık.
— Yapılabilecek bir şeyler olmalı ama.
— Var.
— Söyle o zaman. Para pul, dünyanın en iyilerini buraya getireyim. Yetmezse isim ver, tüm servetimi önüne sereyim.
— Dua...
— Ne?
— Biz çıkalım arkadaşlarla, sen içinden geldiği gibi oğlun için dua et. Şu an yapabileceğin tek şey bu.
Dışarı çıktık. Rauf Doktor, derin bir iç çekti, kapıyı kapattı. Sözün tükendiği andı artık. Söyleyecek bir sözüm de yoktu gücümde. Allahaısmarladık der gibi Rauf'a dokundum. O da bir şey demedi, başını salladı "güle güle" manasında.
Dışarı çıkınca, arkadaşımla göz göze geldik. İkimizde konuşacak durumda değildik belki. Belki ikimizin de yalnız kalmaya gereksinimi vardı. Ayrıldık...
Bir cankurtaran geldi hastaneye. Onun arkasından bir tane daha geldi...
Elimde olmadan derin bir iç geçirdim. Nasıl bir iç geçirmiş olmalıyım ki yanımdan geçmekte olan biri, yüzüne baktı, kim bilir neyin var der gibisinden baş salladı.
Belgin'in uçağı on beş dakika kadar önce Avustralya'ya gitmek için havalandı İstanbul'dan... Şu anda onun için dua etmekten başka yapabileceğim hiçbir şey yok.
Babaannemi iki yıl evvel kaybettik. Rahmetli olduğunda 98 yaşındaydı. Kendimi bildim bileli, babama, anneme, kardeşlerime özellikle de biz kapıdan çıkarken dua eder " güle güle gidin güle güle gelin güler yüzler bulun." derdi. Bunu duyardık da, kim bilir başka neler derdi:
Belki, Allah kötüye denk getirmesin, derdi.
Belki, Rabbim görünmez kazalardan belalardan korusun derdi.
Belki, verdiğin sadakalar yüzü gözü hürmetine ayağın taşa takılmasın, derdi.
Belki zihin açıklığı dilerdi, belki her şeyimizin yolunda gitmesini isterdi.
Dualarının faydası bize mi yoksa ona mı oldu bilmem ama en basit ifade ile dini inancı pek de olmayan Rauf arkadaşımın hiç tanımadığım yüreği kavrulmakta olan o babaya söylediği kelime bir gerçeği mi yansıtmakta yoksa öylesine ağızdan çıkan bir söz müydü?
— Dua!
Otobüs durağına iki bank koymuşlar. Hayret, bomboş. Kendimi çok yorgun hissettim birden. Oturdum birine.
Hay Allah. Arabam da hastanenin otoparkında kaldı. Daha doğrusu yaşadıklarım unutturdu. Arkadaş da anımsatmadı.
Elinde iki koltuk değneği ile epeyce de bir zorlanarak yürüyen yaşlı bir adam köşeden döndü. Gençken görsem, bu halde niye sokağa çıktın be adam der söylenir miydim acaba? O adam yerine başka biri çıksaydı şu anda önümden geçmiş olurdu. Onun buraya erişmesi belki yarım saati bulacak...
Hastaneye mi gidiyor acaba? Niye bir taksiye binip gelmemiş ki? Bunun oğlu kızı yok mu, girselerdi koltuğuna?
Aklım hala o sözcükte. "Dua"
Duadan başka yapılabilecek bir şey kalıyor mu bazen?
Yıllar önce bir olaya şahit olmuştum. Belki farkında olarak belki farkında olmayarak binlerce şahit olmuşumdur da belki bu aklıma geldi işte.
Genç bir delikanlı ile genç bir kız yürürlerken yan yana ( üzerlerindeki giysiler liseli olduklarını gösteriyordu.) yanlarında, iki üç gençten başka bir ifade gerekir ama iki üç genç belirdi. Kızın yanındaki gence omuz vurarak kızdan biraz uzaklaştırdılar. Sonra içlerinden biri, net duydum, " Niye bu kadar yakışıklısın lan sen." Diye bağırdı. Ve üçü birden delikanlıya saldırdılar.
Saniyeler içinde delikanlı kanlar içinde yere yığıldı.
Babaannemin, " Allah kötüye denk getirmesin." temennisi ve duası, aklımda kalıcı izler bırakacak olan kötü bir olay yaşamama set oldu mu acaba?
İnsanoğlu bazen ne kadar çaresiz kalıyor değil mi? Dua, o andaki çaresizlik durumunda ya da olası çaresizlik anlarında ona kuvvet, kuvvet veriyor mu diyeceğim ama...
Cep telefonum uyarma hatırlatma sinyali verdi. Açıp baktım, üç saat sonraki önemli bir randevuyu anımsatıyordu.
Bu durakta niye kimse yok sahi? Bu durak... Kafamı kaldırdım, durak levhası sökülmüş. Belli ki durak kullanım dışı kalmış.
Ezel Hanım ile buluşacağım. Bürosu on sekizinci katta. Taksiye bineceğim. Şoförün iyi olması için dua etmekten başka çarem var mı? Şoför iyi çıktı diyelim, bu sabah gazete de okudum sarhoş bir şoförün kullandığı bir araç köprüden uçup alt yoldan geçmekte olan bir özel otonun üzerine düşmüş. Biri çocuk iki kişi ölmüş.
Ezel Hanım'ın bürosu on sekizinci katta. Mecburen asansörle çıkacağım. Üçüncü kata vardığımda ya da dördüncü kata binada yangın çıkmayacağını asansörün olduğu yerde kalmayacağını kim iddia edebilir?
Mecburen herkes gibi ben de taksiye bineceğim, asansöre bineceğim, şunu yapacağım bunu yapacağım. İpler nereye kadar elimde olacak. Kişileri, olayları, kendimi nereye kadar kontrol etme olanağı var ki? Direksiyonu başkasına bıraktığım anda yapabileceğim tek şey dua etmek değil mi? Kötüye gidişin durması için, kötüye denk gelmemek için, şansın yanımda, yanında olması için. Kemin def edilmesi için dua etmek, durup beklemekten ya da her şeyi kendi seyri içinde takibini izlemekten az da olsa iyi değil mi?
Genç bir kadınla, yanında genç kız bir yanıma yaklaşıyor. Bir adres soruyorlar. Anımsar gibiyim ama emin değilim. Şuradan yürüyün şöyle dönün ışıkları geçin diyeceğim ama dedim ya emin değilim. " Kusura bakmayın anımsayamadım." Diyorum. Büyük bir olasılıkla biraz sonra birisine daha soracaklar, sordukları kişi belki bilmediği halde aklınca bir yeri tarif edecek... Bu kadın ve bu kız için doğru kişiye adres sormaları için dua etmekten başka yapılabilecek bir şey var mı?
Kız, annesinin koluna giriyor. Şu dakikalarda dünyanın bin bir yerinde kim bilir kaç anne kaç baba oğluna ya da kızına tecrübelerini aktarıyordur. Onlara nasihat veriyordur, aman oğlun şunu yapma aman dikkatli ol.
Oğlan ya da kızda çok asi değilse demeyelim de iyi yetiştirilmişse diyelim şöyle diyordum.
— Merak etme anneciğim.
— Sen hiç kaygılanma baba. Gözün arkanda kalmasın. Ben ne yapacağımı bilirim.
Ben yapacağımı bilirim diyen evladının arkasında her an olamaz ki anne baba.
O anne babanın bazıları günün bir saatinde televizyonun başına geçtiklerinde ya da gazeteyi ellerine aldıklarında " annem söylemişti, babam uyardım " diyerek gözyaşı döken bir kişinin haberi ile karşılaştığında oğlu ya da kızı için dua etmekten başka bir çaresi var mı?
Karşıdan gelen genç adam oğluma ne kadar da benziyor. Birden gözümde tüttü.
Cep telefonunun cebimden çıkartıyorum. Oğlumun telefon numarasını çeviriyoruz. İşte açtı, sesini duymak ne güzel.
Havadan sudan konuşuyoruz.
Konuşmamız biterken,
- Kendine iyi bak, diyorum. Duanı üzerimizden eksik etme.
Şaşırdı. Belki de ilk defa " dua" sözünü bu anlamda benden duydu. Beklide ilk defa " Babam ihtiyarlamaya başladı galiba" diye aklından geçirdi.




25 Temmuz 2016 Pazartesi

POĞAÇA



Bir ses ile beyinledi. Uyumuştu, başı da öne düşmüştü. Saniyelik iş.
Başını kaldırdı sesten dolayı. Karşısında on beş, on altı bilemediniz on sekiz yaşında bir kız vardı. . Tatlı tatlı gülümsüyordu. Elinde bir tepsi vardı. Üzerinde de bir tabak, bir su bardağı da çay.
“ Annem poğaça yapıyordu da, burnunuza kokmuştur diye gönderdi.”
Şaşkındı adam. . Kırk yıl düşünse aklıma böyle bir şey gelmezdi de. Donup kalmıştı. Tepkisizliği kızcağızı be yapacağını bir duruma sokmuştu. Elinde tepsi kalakalmıştı zavallıcık. Teşekkür ederek uzanıp alma gibi bir eylemde bulunmadığımdan ötürü anlık bir tereddüdün akabinde biraz yanaştı, üzeri peçete ile kapatılmış plastik tabağı ve çay dolu bardağı tepsiden alarak dikkatli bir şekilde oturmakta olduğu bankın üzerine, yanına bıraktı. Gözlerinin içine bırakarak:
“ Afiyet olsun” dedi.
Kızın arkasından bile bakmadı. Bakamadı. Kendine gelmeye çalışıyordu.
Gevher Bey, kendini biraz toparlayınca, yan tarafına döndü. Peçeteyi kaldırdı. Tabakta üç poğaça vardı ve sıcaktılar. Belli ki yeni yapılmışlardı. Mis gibi de kokuyorlardı. Çay da tertemiz bir bardaktaydı ve tavşankanıydı.
Gevher Bey, ayıp bir şey yapıyormuş gibi etrafına bakındı. Kimse yoktu. Poğaçanın nereden geldiğini tahmin edebilmek için etrafına bakındıysa da netice alamadı. Saat yedi olmuştu, yani yanan elektriklerden de tahmin etmesi de olanaksızdı. Hava sıcak olduğundan da pek çok dairenin balkonlara bakan kapıları açıktı.

Gevher Bey, birkaç kez kalkıp oturdu. Karar veremiyordu. Poğaçalı yiyip çayı içmeli miydi? Onları orada olduğu gibi bırakıp oradan ayrılmalı mıydı? Ya, poğaça ve çayın içine bir şey katmışlarsa. Bu olasılık da aklına geldi, gelince onları oraya getiren kızın tatlı sesini, tatlı gülümsemesini anımsadı, kendi kendine kinayeli “aferin sana Gevher” dedi. “Olgunlaşacaksın da ben de göreceğim.”
Gevher Bey’in babası geçen ayın 17’sinde rahmete kavuşmuştu. Namazında niyazında bir adamdı. Özellikle sabah namazını mutlaka camide kılardı. Onun ölümünden sonra Gevher Bey de babası gibi sabahları camiye gider olmuştu. Geçen hafta cami çıkışında şu anda oturmakta olduğu parkın önünden geçerken kendisini fena hissetmiş parkın içine girerek banklardan birine oturmuştu. Ondan sonraki günde cami çıkışında parka uğramış, bir süre sağına soluna bakındıktan sonra bu bankı gözüne kestirmiş ve yarım saat kadar kalmış, tespih çekmiş geçmiş günleri anımsayarak kâh hüzünlenmiş kâh neşelenmişti. İşte o günden sonra da her cami çıkışında buraya gelip yarım saat kırk beş dakika kadar oturmak âdeti olmuştu. Bu durum ona iyi de gelmeye başlamıştı.
Parkın üst girişinden belediyenin temizlik işçisi girdi. Girer girmez de süpürme işine girişti, suratsız bir hali vardı. Süpürgeyi, birilerini cezalandırmak istercesine kullanıyordu.
Bir köpek koşarak kapının birinden ötekinden çıktı. Arkasından bir köpek daha…
Bir delikanlı, parkın girişinde biraz durdu, parkı mı süzdü, gideceği yere karar verememenin tereddüdünü mü yaşadı belli değil. Bir sigara yaktı. Yürümeye başladı. Gevher Bey'in yanından geçerken:
“ Selamünaleyküm” dedi. “ Günaydın” da dedi.
Gevher bey zor duyulur bir sesle selamı aldı.
“ Aleykümselâm oğlum.”
“ Afiyet olsun.”
“ Buyur al bir tane.”
Delikanlı durdu. Döndü. Poğaçalardan birini aldı, ağzıma attı. Eliyle “ eyvallah” işareti yaparak gitti.
Miyavlayınca kediyi fark etti Gevher Bey. Biraz ilerideki ağacın dibindeydi. Geldiğinden beri mi oradaydı belli değil. Belli olan “ yiyecek” istiyordu. Poğaçanın birini aldı, böldü, kediye atacakken duraksadı. Ya ikramı yapan şu anda kendisine bakıyorsa? Empati kurarak hadiseyi düşündü, ne kadar hoş olmadık bir durumdu. Ama, yarısını ağzına atar yarısını verirse ikramda bulunanın hoşuna bile gidebilirdi. Düşündüğünü gerçekleştirdi. poğaçanın yarısını ağzına attı yarısını kediye. Kedi, poğaçayı kokladı sonra da poğaçayı ağzına alarak oradan uzaklaştı. Beki de yavrusu vardı, ona götürüyordu, ya da kendince bir düşüncesi. Gevher Bey, böyle düşündü, duygulandı gözleri doldu. Bir yerlere gitti. Yapmış olduğu gezinti esnasında da poğaçaları yedi farkında olmadan, çayı da içti. Boşalan çay bardağını aldı ayağa kalktı. Oraya mı bırakıp gitseydi, bankın altına mı koysaydı, yoksa eve götürüp yarın, sahibi gelir alır diye umsa mıydı?
Bankın üzerine bırakmaya karar verdi, Nasıl olsa sahibi görüyordu burayı, kendisinin gittiğini görünce neticeyi görmek için muhakkak ki gelirdi. Tabağın üzerine bardağı kapattı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttu.
Evde, karısı “ Allah kabul etsin!” diyerek kapıda karşıladı Gevher Bey'i her zaman olduğu gibi. Gevher Bey de “ Allah razı olsun” dedi. Ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giydi. Boy aynası hemen oradaydı. Karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Önden baktı, arkadan baktı yandan baktı, üzerindekileri çekiştirerek baktı.
Suzan Hanım, salon kapısından içeri girmek üzereyken fark etti kocasının yaptıklarını. Bir anlık tereddütten sonra döndü;
“ Hayrola Gevher” dedi. “ Ne yapıyorsun?”
“ Aynaya baktım da. “
“ Niye? “
“ Ne demek niye? Benim bildiğim aynaya bakılır hanım.”
“ Bakılır da dışarıya çıkmıyorsun ki. Hem senin dışarı çıkarken bile aynaya baktığın vaki değildir.”
Suzan Hanım, kocasına doğru birkaç adım attı:
“ Biri bir şey mi dedi kıyafetine. Sen önce aynaya bak falan mı diyen oldu?”
Gevher Bey, karısına döndü:
“ Benim acınacak bir halim falan mı var Suzan” dedi.
Suzan Hanım’ın beklemediği bir soruydu bu. Hem soruya hem sorunun amacına bir anlam veremedi.
“ Gelirken giderken biri bir şey mi dedi sana?” dedi tekrar. Ses tonu biraz değişmişti. Muamma dolu sözler, tavırlar Suzan Hanım'ı her zaman rahatsız etmişti.
Gevher Bey, salona doğru yürüdü, karısının yanından geçerken onun omzuna dokundu:
“ Anlatırım sonra” dedi.
Suzan Hanım,
“ Haydi” diye karşılık verdi kocasına. “ Elini falan yıka kahvaltı hazır. “
“ Ben kahvaltı yapmayacağım bugün.”
Suzan Hanım, mutfak kapısından içeri girmek üzereydi sözü işittiğinde. Bu da vaki değildi. Durdu, döndü:
“ Kahvaltı yapmayacak mısın?”
Gevher salon koltuklarından birine oturmuştu. Suzan Hanım, onu görebileceği kadar yürüdü. Gevher Bey'de onu gördü:
“ Evet” dedi. Ama bir bardak... Çay içerim diyecekti ondan da vazgeçti.



Suzan, Hanım, rengi solmuş taburesini pek severdi. Geçen yıl ölen görümcesinden hatıraydı. Sağına soluna bakındı, odaları dolaştı, balkonda buldu onu. Dünkü yağmurdan dolayı hala nemliydi ama aldırmadı Eline aldı, salona geçti, kocasının karşısına koydu. Üzerine de oturdu: Başını sallayarak sordu:
“ Ne oldu?”
Gevher Bey, istenilen cevabı anladı ama anlamazlığa geldi:
“ Ne ne oldu?”
“ Giderken böyle değildin.”
“…
“ Ya giderken, ya camide, ya camiden gelirken bir şey olmuş.”
“ ...
“ An-lat...”
Gevher Bey, karısının gözleri içine baktı, gülümsedi:
“ Beni okumaktan, beni biraz olsun benle bırakmaktan hiç vazgeçmeyecek misin?”
“ ...
“ Ruh halimi yürüyüşümden mi anlıyorsun, saçımdan mı anlıyorsun çözemedim ben bu muammayı.”
“...
“ Sen olmasan ben ne ...”
Gevher Bey, sustu. Suzan Hanım’ ın gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Gayri ihtiyari sesini yükseltti.
“ Ne oldu şimdi?”
“...
“ Seni ağlatacak ne söyledim şimdi ben? “
Suzan Hanım, burnunu çekti. Burnunu elinin tersi ile sildi. Gülümsedi. Kocasının,
bu hareketlerine “ ya sabır çekerek” sevgi ile güleceğini iyi biliyordu. Yanılmadığını gördü, ruh hali de değişti. Kocasının sağ elini avuçları içine aldı.
“ Anlat” dedi. “ Ne oldu?”
“ Kahvaltını yaptın mı?”
Suzan Hanım, kocasının elini bıraktı. Ellerini dizlerine koydu:
“ Yaptım. Sen gelmeden tıka pasa, çatlayıncaya patlayıncaya kadar yedim, içtim.”
Gevher Bey'in içine bir sevgi, bir mutluluk, bir neşe geldi: Kalktı:
“ Beni lafa tutma “ dedi. Başıyla mutfağı işaret ederek de sözlerini tamamladı,
“ Masadaki nimetleri kızdıracağız. “ Çay da zift gibi olacak Kalk”
Mutfağa geçtiler. Gevher bey, masaya oturdu. Dilimlenmiş ekmeklerden bir parça kopardı, üzerine yağ sürdü ağzına attı. Suzan Hanım, demlik altına bakıp söylendi:
“ Lafa tuttun beni, hiç su kalmamış çaydanlıkta.”
“ Bir bardak vardır herhalde.” Çay bardağını uzattı: “ Doldur şunu.”
Suzan Hanım:
“ Sen bekleyeceksin” dedi. Kendine bir bardak zar zor çay doldurdu sonra da çaydanlığa su. Oturdu, çayına şeker atacakken kocası müdahale etti:
“ Şekerini attım ben. Karıştırdım da.”
“ Eferin sana” dedi yöresel ağızla“ Suzan Hanım. Çayından bir yudum aldıktan sonra da ekledi: “ Anlat...”
Gevfer Bey, bir şeyi uzun uzun ballandıra ballandıra anlatmaktan haz edenlerden değildi:
“ Camiden gelirken, bir soluklanayım diye her zaman oturduğum parktaki banklardan birine oturmuştum, genç bir kız birkaç poğaça ile büyük bardakta bir çay getirdi. Annesi yapmışmış da, burnuma kokar diye göndermiş...”
“ Yani?”
“ Yanisi manisi yok. Bu kadar işte.”
“ Şimdi banka oturdun.”
“ Evet.”
“ Yanına genç bir kız geldi.”
“ Evet.”
“ Sana üç dört poğaça ile bir bardak çay getirdi.”
“ Aynen öyle.”
Suzan Hanım, bardağından bir yudum çay aldı:
“ Şimdi ne var bunda onu anlayamadım ben.”
“ Anlayamayacak ne var bunda Suzan?
“ Yani, sen geldiğinden beri buna mı bozuk çalıyorsun.”
“ Ne bileyim, bayram değil seyran değil enişte beni niye öptü gibi geldi bana. Çay altı kaynamadı mı daha.”
“ Sen artık yaşlanma moduna girmişsin.
Gevher Bey, kalktı. Çayını doldururken de sordu:
“ O ne kız.”
“ Ne bileyin işte. Duyuyorum televizyonda melevizyonda.”
“ Ya kötü bir şeyse.”
“Orasını bilmem.”
“ Bardağını uzat, senin çayını da doldurayım.”
“ Boşa yanmasın altı. Çaydanlığı getir şuraya.”
Gevher Bey, çay dolu bardağı masanın üzerine bıraktı. Sonra karısının çayın doldurdu. Çaydanlığı da masanın üzerine koydu. Masaya otururken de,
“ Hayır ola?” dedi.
“ Ne hayrolası.”
“ Gözlerin bir başka bakıyo.”
“ Aferin be. “
“ Ne yaptım ki. İlk defa mı çayını dolduruyorum.”
“ Sana demedim.”
Gevher Bey, şaşırdı.
“ Bana demedin mi? Kime dedin öyleyse?”
“ O kıza.”
“ Hangi kıza.”
“ Anasına da bravo. Tanımak isterdim. Osmanlı kadınıymış. Maşallah.”
“ – Hanım sultaaaan. Ne oluyor? Geldi mi gelenler gene. Kime maşallah. Kim Osmanlı kadınıymış?”
“ Sana poğaça getiren kız diyorum.”
“ ...
“ O saatte kalkmış, giyinmiş. Hade onları geçelim, “ Deli misin anne, elin herifine “ dememiş, senin tavrına bozulmamış...
“ Allah hayrını versin be Suzan. Ben ne görüyorum sen ne görüyorsun.”
“ Valla bir oğlum olsa bu kızı gözüm kapalı alırım.”
Gevher Bey, uzun uzun karısının yüzüne baktı.
Suzan Hanım, artık yenmeyeceği açık olan tabakları bir kenara topladı:
“ Niye öyle suratıma bakıp duruyorsun. Beğenirsen alacak mısın?
“ Samimi söyle, hiç içine kurt murt düşmedi mi?”
“ Ne kurdu düşecek ki?”
“ Vallahi mi düşmedi?”
“ Ne oldu ki?”
“ Ne oldu diyorsan düşmemiş belli de...
Gevher Bey, boşalan çay bardağını karısına doğru uzattı:
“ Şuna bir bardak çay daha doldursana. Biraz açık koy ama...”
Suzan Hanım, bardağı aldı çayı doldurdu. Kocasının önüne iterken sordu:
“ İçime kurt düşürecek bir şey mi yaptın?”
Gevher Bey, çayından bir yudum aldıktan sonra:
“ Ne bileyim hani, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş gibi olmayayım ama,
“...
“ Kıskanırsın falan diye düşünmüştüm hani.”
“ Kıskanmak mı, niye?”
“ Poğaça falan gönderildi ya. Hani ne bileyim aklına başka bir şey falan gelir diye düşünmüştüm.”
Suzan Hanım, anladı. Gevrek gevrek güldü:
“ Talibin varsa, bir dakika durmayabilirsin. Geç onları artık.”
Gevher Bey, çay bardağını eline aldı. İyice soğuduğu belliydi, bardakta kalanı bir dikişte içti:
“ Yani, senin gözünde miadımı doldurdum mu?
“ Neye sayarsan say.”
“ O zaman benim için de aynı şey geçerli bak. Bak, ilk sen söyledin ona göre. Kadın bana göz möz koyduysa karışmam. “
“...
“ Bakma öyle bana hiç. Madem beni gözden çıkarttın.
“ Bak hele...
“ Bak helesi melesi yok. Sen kendin dedin, alan varsa git demeye getirdin.”
“ Maşallah bakıyorum dünden razısın ama kendi kendini kandırma, kim ne etsin bu yaştan sonra seni. Benden başka senin kahrını çeken olur mu be adam?”
“ Senin kahrını çeken olur mu?”
“ Valla doğruyu söylemek gerekirse senin de benim de olmaz. “
“ Şimdi ben ne yapacağım onu söyle sen?
“ Neyi ne yapacaksın?
“ Yarın namaz çıkışında o banka oturacak mıyım? Ne bileyim alıştıydım, iyi de oluyordu. Hay Allah hayrını versin be kadın, nereden çıkardın şu poğaçayı.
“ Atalar boşa dememiş… İyilik de yaramıyor insana.
“ Hayır, otursam bir türlü oturmasam bir türlü…”
“ …
“ Niye büyüttün sen bu kadar bu işi.
“ Bana acımış falan olabilir mi?”
Suzan Hanım sinirlendi, sesini yükselterek:
“ Yani kadın şu söylediklerini duysa yemin eder bir daha kimseye bir şey vermemeye. İçinden gelmiş vermiş. Ne olmuş yani.
“ Ama bayram değil seyran… Ya bana acıdı.”
“ Ya da sana göz koydu. Bak birkaç gün git, mutlaka yanına gelecek, şundan bundan konuşarak evli mi bekâr mı olduğunu öğrenecek.”
“ Öyle mi dersin?”
“ Bekârım de…”
“…
“ Ya da yok yok, karımla aram iyi değil de. Boşanacağız de.
“…
“ Biraz gönlünü eğlendirirsin sonra da karım benden boşanmıyor dersin, olur biter.”
“ …
“ Ne bakıyorsun öyle bön bön…”
“ Sen bunları ciddi mi söylüyorsun?”
“ Haydi, kalk sofradan. Benim kafamın tasını arttırma. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül aziym…
Gevher Bey, ağzıyla eline fermuar çekti, bu sohbeti daha fazla sürdürmenin iyi olmadığını düşünerek; kalktı:
“ Yardım edeyim mi sofranı toplamana” dedi. Karısı ile göz göze geldi. Karısının gözleri, “ Biraz daha burada kalırsan, birkaç kelime daha edersen. tadından yenmez olacak şimdi der gibiydi.” Anladı; ayaklarının ucuna basaraktan mutfaktan ayrılıp salona geçti.

21 Temmuz 2016 Perşembe

GÖZLERİ PARLIYORDU
Gözleri parlıyordu. Görmemek olanaksızdı. Dün akşam olanları unutturmak için kendince yapılması gerekenlerin hepsini yapmıştı. Kırgın değildim aslında. Gösterdiği ilgi hoşuma gitmişti, naz yapıyordum. Atalarımız “ Fazla naz âşık usandırır” demişler. Tepkimi daha fazla sürdürmemin bir manası yoktu.
Güzel, okkalı bir Türk kahvesi yaptım. Kahvemi yapmadan evvel de üzerimdeki pantolonumu çıkarttım etek giydim. Tayfun, beni etekli görmeye pantolonlu görmeyi yeğlerdi de.
Kahveyi uzatırken:
— Buyurun efendim, dedim. Kahveniz.
— Ben yapardım, niye zahmet ettiniz, dedi.
Gayri ihtiyari gülümsedim. Böyle bir şey hiç vuku bulmuş muydu ki?
Karşı koltuğa oturdum. Bacak bacak üstüne attım:
— Hayrola, dedim.
— Nasıl yani, dedi.
Neden böyle söylediğimi anlayamamıştı.
— Çoktan beri seni böyle keyifli görmüyorum, dedim
— Dün neydin bugün nesin mi demek istiyorsun yani?
— Dünü açma gene.
— Dünü açmazsam bugünü anlatamam ki.
— Bak, dün dedin gene sinirlendirdin beni, dedim Affettik, tamam. Niye kaşıyorsun şimdi gene?
Bozuldu. Bir şey söylemedi. Kahveler bitinceye kadar konuşmadık. Verdiğim tepki Tayfun’un keyfini kaçırmıştı.
Fincanlara almak için hareketlendiğimde, zaman zaman çıkardığı o tatlı ses tonu ile:
— Neriman, dedi.
Attığı olumla adıma yanıt vermek için oturdum. Yüzüne bakarak:
— Efendim, dedim.
— Bugün ne yaptım biliyor musun?
— Ne yaptın?
— Gülmeyeceksin.
— Gülmem gülmem.
— Vallahi, ben bugün çok şey yaptım ya.
Öyle değildi ama heyecanlanmış gibi yaptım:
—Ne yaptın anlatsana, dedim.
Ama o heyecanlanır gibi oldu. Bana doğru biraz eğildi
—Dün sana anlatacaktım müsaade buyurmadın, dedi.
Beden dilimle, seni dinliyorum dedim ses çıkartmadan.
—Dün Salim geldi.
Çıkartamadım:
— Hangi Salim?
—Var ya hani canım, şeyin oğlu, hay Allah neydi onun adı ya.
Tayfun’un bu tür sözlerine alışıktım. Sinirlendiğimi belli etmemeye çalışarak, şaka ile karışık:
— Doğru dürüst anlatsana şunu Tayfun, dedim. “Bir sürü şey anlatıyorsun hiçbir şey anlaşılmıyor. .Sırayla anlatsana.”
— Dur canım kızma öyle, tamam, dedi.
— Bugünden bahsediyordun düne geçtin, dedim suratımı asarak.
Özrünü biliyordu ama gene de kendini haklı çıkartmaya çalıştı:
— Ama birbirleri ile ilintili.
—Tamam da daldan dala atlayınca olaylar arsında rabıta kuramıyorum.
İçimden gururunu okşamak geldi.
— Ben senin kadar zeki değilim ki, dedim.
İfadem, beklediğim tepki ile geri döndü:
—Tamam hayatım kızma. Baştan alıyorum.
İtiraz ettim:
—Hayır, baştan alma. Bugünü anlat.
— Tamam da dünü anlatmazsam, bugünü anlayamazsın.
Bugün bende de gariplik olmalıydı. Alındım. Ciddi ciddi:
—Niye, ben salak mıyım, dedim.
Tırstı birden:
-Tamam, taman, dedi. Ve devam etti : “ Bugün Sevtap Hanım’a gittim.”
Tanıdığım üç tane Sevtap Hanım vardı. Böyle olunca da mecburen sordum:
— Hangi Sevtap Hanım’a?
Beni sinir eden huyu yine ortaya çıktı:
—Ya işte, bak ama şimdi anlayacaksın. Oysa dünü anlatsaydım.
Aklıma birden o Sevtap geldi:
—O Sevtap Hanım, dedim
Aklıma gelen Sevtap Hanım’dan başka bir Sevtap Hanım’ın aklıma gelemeyeceğini düşünmüş olmalı ki, vurgulayarak:
—Evet o Sevtap Hanım, dedi.
Dalgamı geçmek için “ Hangi Sevtap Hanım’ı kastettim” demek içimden gelmedi. Biraz da sert, sordum:
—Niye acaba?
Söyleyeceklerinin altından çapanoğlu çıkartabileceğim endişesiyle belki, kızacağımı bile bile bir kez daha düne dönmek istedi ama müsaade etmedim:
—Bırak dünü münü şimdi, dedim. “Niye gittin Sevtap hanıma?”
Korkacak bir şey olmadığını ifade etmek istercesine:
—İnan, eski deflerleri açmak için değil hayatım, dedi.
— Onu tahmin edebiliyorum da, dedim.
— Birden aklıma geldi, dedi.
“Birden aklına geldi demek,” demedim.
Hakikaten sinirlenmiştim. Ne zaman sinirlensem hızlı hızlı parmak uçlarımı vücudumun bir yerlerine vurup vurup çekerdim. Gene öyle yapıyordum. Tayfun’da fark etmişti durumu. Yanıma gelip oturdu:
— Ama durumu bilsen çok güleceksin, dedi.
- …
— Ama inan bazı şeylerin değişmesine vesile olacak bu ziyaretim, dedi,
- …
— Olumlu yönde tabii ki, diye de ekledi.
- …
— Böyle susarsan şevkim kayboluyor. Bir şey söyle. Lütfen…
- …
— Anlatınca , iyi ki gitmişsin, aferin sana diyeceksin.
- …
—Yemin ederim.
- …
—Anlatayım mı?
Parmak uçlarımın hareketleri hâlâ sinirli olduğumu gösteriyordu. Beni tanıyan Tayfun için vaziyet “ Aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık” idi. Sussa infilak edebilirdim, konuşmaya çabalamak için çaba sarf etse infilak edebilirdim, usulca ortamdan ayrılsa infilak edebilirdim.
En sevimli halini takınarak konuşmayı yeğledi:
—Dün kuzen Salim gelmiş bizim daireye. Malum kuyruk hiç eksik olmaz burada. Yani ben de tesadüfen kuyruktayken gördüm onu.
- …
— Ve bir kez daha senin ile izdivaç yaptığım için kendimi kutladım.
Niye, diye sormamı bekledi ama sormadım.
O da kendi kendine konuşur gibi sürdürdü sözlerini:
—Yani onu orada kuyrukta görünce kendimi çok kötü hissettim.
Ses tonundan, mimiklerinden, jestlerinden sözlerindeki samimiyeti, en azından son dört kelimesi için, anlaşılıyordu. Ne demek istediğini idrak etmiştim haddizatında. Birden sürtüşmememizi unuttum, teselli etmeye çalıştım:
— Canım, rahatsız etmek istememiştir seni, dedim.
Söylediğimi duymamış gibi sürdürdü konuşmasını:
—Kapımı çalıp bir “ merhaba” deseydi benim ile kahve içinceye kadar ben onun işini hallettirirdim. Yani, çaktırmadan takip ettim o kuyruktan o kuyruğa saatlerce gitti geldi, birkaç kez benim odamın kapısının önünden geçti ve kafasını uzatıp merhaba Tayfun demedi.
-…
— Beni adam yerine koymadı.
Gözlerini dolu görünce kendime hâkim olamadım.
— Öküz altında buzağı arama Tayfun, dedim.
Kızdım da:
- Madem gördün, sen merhaba deseydin, davet etseydin odana. O utansaydı.
— O da hiç aklıma gelmedi
Yakalamıştım, teselli edebileceğim bir noktayı:
-Bak gördün mü onun da aklına gelmemiştir. Bunda can sıkacak ne var, dedim. Ve ekledim, “ Rahatsız etmek istememiş de olabilir.”
Aslında canı fena sıkılmıştı. Dünkü olayın ilk kez gerçekleşmediğini
—Ama geçen günde Murat oralardaydı. Oda kapımı çalmadı, sözü ile anladım.
Ve… İnsanoğlu garip yaratıktır diye boşa dememişler. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı.
—Ben kime ne yaptım be Neriman? dedi sesi titreyek.
Gerçekten bu olay onu bu kadar etkilemiş miydi yoksa yaşadığı bu olay dolu bir bardağa düşen son damlarlın vuku bulduğu bir taşmamıydı anlayamadım. Gözlerimin içerisine çaresizliğin verdiği ile baklı.
—Yani, düşünebiliyor musun Neriman? dedi. Eş dost iş yerime kadar geliyor ve hiçbiri kapıdan olsun merhaba demiyor bana. Ben bu kadar kötü bir adam mıyım ?
Birden bilgiçliğim tuttu, vardır öyle hâllerim,
— O zaman suçu biraz da kendinde arayacaksın, dedim.
Beni duymamış gibi sürdürdü sözlerini:
— Ben kime ne ederim. Kimin tavuğuna kış demişim şimdiye kadar?
—Valla orasını bilmem.
—Fakat inan çok gücüme gitti, Selim’in kapımın önümden geçip merhaba dememesini, havsalam almıyor. Yani babasını ben öldürmedim, kara denizde gemilerini ben batırmadım, uzattığı eli hiç geri itmedim.
—Sen ona hiç elini azattın mı Tayfun?
Düşünerek sarf ettiğim bir cümle olmamıştı bu. Bir şey mi söylemek istiyorsun gibisinden suratıma baktı.
—Canı rahmet istedi, babaannemin bir sözü vardır; nedir bilir misin, dedim.
- …
—Canım babaannen bazen dizinin dibine oturtur, bir taraftan saçlarımı okşar bir taraftan da nasihat ederdi.
Bir anda normalleşti. Alayla karışık;
—Hepimizin olduğu gibi senin de bir kulağından girer öteki kulağından çıkardı tabi, dedi.
Güldüm:
—Yoyo, hiç de öyle değil, dedim. “Yeri geldiğinde anımsanıyorum, çok da işime yarıyor. Bak mesela az evvel şikâyet ettiğin, seni üzen, seni kahreden, içki masasına oturtturan sorununun çözüm formülü babaannemin şu sözünde olabilir mi acaba?”
Geç bu masalları havasında,
—Söyle bakalım, dedi.
—Biri seni beş kere arıyorsa sen de onu bir kere ara.
—Yani.
—Birden aklıma geldi, bir söz vardır” anımsamazsan anımsamazlar.”
—Başka
—Karşındakini adam yerine koymazsan, o da seni adam yerine koymayabilir. Dikkat et koymaz demedim, koymayabilir dedim, kişilikle ilgili bir şey.
Sinirlenir gibi oldu:
—Ne demek şimdi yani bu? Ben onları adam yerine koymuyor muyum?
—Ben şöyle ya da böyle demiyorum hayatım. Laf lafı açıyor. Aranmayı seviyorsun da aramaktan pek haz etmiyorsun sen.
—Kusura bakma hiç de öyle değil. Yani insanları olur olmaz zamanda rahatsız etmeyi sevmiyorum ben.
— Dengeleyemiyor olabilir misin acaba? Ne dersin?
—Bakıyorum da psikologluğa soyundun gene.

Kalktım. Lüzumsuz bir mütalaa olarak yorumladım Tayfun’un son tümcesini. . Birden Emine aklıma geldi. Nice zamandır sesi soluğu çıkmıyordu. Telefonun başına gittim. Elime ahizeyi aldım. Numarasını “ yanlış hatırlamıyorumdur” inşallah diyerekten çevirdim.

19 Temmuz 2016 Salı

BABAMA BİR ŞEYLER OLDU!
— Bir yere mi gideceksin baba? dedi İsmail Bey.
Baba Galip Bey, cevap vermek için kımıldanırken Şahika girdi salona:
— Herkese benden günaydınlar, dedi. Kahvaltı masasına geçip oturduktan sonra da ortaya sordu:
—Annem nerde beyler?
İsmail Bey, alaylı cevap verdi:
—Size kahvaltı hazırlıyorlar büyük hanım.
Şefika, bozuntuya vermedi, zor duyulur bir sesle:
— Bize diyecektin herhalde baba, dedi.
Cevap verilmesine olanak vermeden de dedesine döndü:
—Bir yere mi gidiyorsun dedeciğim?
Galip Bey, oğlunun aksine Şefika ‘nın değişik üslubundan hoşlanırdı. Gülümseyerek cevap verdi:
— Az evvel baban da aynı şeyi söyledi, nereden çıkarttınız bunu?
— Anlayalım dede, yoksa ha…
İsmail Bey, kendini tutamadı bu sefer. Sesini yükselterek:
— Kızım sen kime çektin Allah’ını seversen, dedi. Ne biçim konuşuyorsun dedenle?
Galip Bey torununa sahip çıktı:
—Sana çekmiş. Sabah sabah kızı fırçalıyorsun gene. Hem ne var yani olamaz mı?
Saniye hanım, çaydanlıkla içeriye girerken söze karıştı:
— Sabah sabah sohbet mi ediyorsunuz kavga mı, Allah’ınızı severseniz?
İsmail Bey, kızının koluna hafifçe dokunarak:
— Kızım çaydanlığı bari al annenin elinden.
Saniye Hanım, tatsızlık istemiyordu:
— Getirdim canım ne olacak, dedi. “Varma kızın üstüne.” Çayları doldururken de Galip Bey’e “ Hayrola baba” dedi. “ Bir yere mi gidiyorsun?
Galip Bey azıcık sesini yükselterek:
—Buyurun buradan yakın dedi. “Nereden çıkarttınız bir yere gideceğimi? Sözleştiniz mi hepiniz?”
—Hani ne bileyim özene bezene tıraş olmuşsun. Banyo da yaptın kalkınca. Takımlarını da giymişsin.
Galip Bey’in az evvelki neşesi kayboldu Sesini biraz daha yükselterek sohbete son noktayı koydu:
—Biri ile buluşacağım var mı diyeceğiniz. Gelirse, buluşacağım, gelmezse size de yok bana da. Yok oldu mu merakınız. Tatmin oldunuz mu?
***… …
İsmail Bey saat on bire doğru aradı karısını. Kızdı:
— Neredesin yahu? Sabahtan beri kaçıncı arayışım bu.
Karısının cevabı da sert oldu:
—Nerede olacağım, buralardayım.
—Nasıl buralardasın?
—Basbayağı buralardayım işte.
—Tamam tamam. Babamdan haber var mı?
—Nasıl yani?
—Ne demek nasıl yani Saniye? Geldi mi?
—Bir yere mi gitmişti?
—Dışarı çıkmadı mı?
—Çıktı.
—Ee onu diyorum işte! Çıktı da geldi mi?
— Öf be İsmail. Ben de bir şey var sandım. Rahat bırakın adamcağızı.
—Ne yapıyoruz ki adama, merak ettik. Suç mu insanın babasını merak etmesi?
— Daha on dakika oldu çıkalı. Ocakta yemek var. Var mı merak ettiğin başka bir şey?
—Yok yok tamam. Haa, bir gelişme olursa beni ara tamam mı?
—Tamam tamam ararım güle güle.
Saniye hanım, yavaşça telefonu kapattı.” Bunların hepsi deli” diye kendi kendine söylendi. “Merak edilecek bir şey olsa merak etmezler.”
Mutfağa gitti. Akşam için yeşil fasulyeleri çıkartmıştı. Yıkamak için elden geçirmeye koyuldu.
*** …
Galip Bey, eve çok sinirli döndü eve. Kimse ona bir şey soramadı. Kimsenin de sesi çıkmadı.
Herkes, yatıncaya kadar televizyonun karşısında sus pus oturdu. Bir aralık Şefika “ Gelmedi herhalde “ diyecek gibi oldu, dedesinin öksürmesiyle de sustu.
Galip Bey, geçen ayın yirmi dokuzunda yetmiş altı yaşına girmişti. Oğlu, gelini ve toruna kendisine küçük hediyeler almışlardı. Gerek oğlunun gerekse gelininin aldığı hediyelere” ne gerek vardı” dercesine teşekkür etmiş, Şaika’ninkine ise içten gülerek karşılık vermişti. Galip Bey karısını on dört yıl önce kaybetmişti. O günden bugüne burada yaşıyordu. Ev kendisinindi. Oğlu ve gelini kendisine çok iyi davranıyorlar, adeta gözlerinin içine bakıyorlardı, ama Galip Bey mutsuzdu. Mutlusuzluğunun hıncını kasıtlı olmasa da zaman zaman evdekilerden çıkartıyor, hayatı hem kendine hem de çocuklarına zehir ediyordu. İsmail Bey, pijamalarını giyerken:
— Görüyor musun şu kadının yaptığını, dedi.
— Gelmedi herhalde değil mi? dedi Saniye Hanım.
— Ne bileyim gelmedi mi yoksa kavga mı ettiler.
İsmail Bey nadiren sigara içerdi. Bir tane yaktı, yatağın kenarına ilişti:
—Oysa sabahleyin ne kadar mutluydu.
—İğneleyici sözleri bile bir hoştu değil mi?
—Bir ağzını ara bakalım neler oldu. Yani istiyorsa evlendiririz de.
—Evlenmeye kalkınca engel olmayacaktık, değil mi?
—Ne bileyim. Oldu işte.
— On yaşında bebesi de olurdu şimdi.
—Şahika’nın kime çektiği belli oluyor şimdi ha. Bu yaşta ne çocuğu?
—Niye, olamaz mı? Sedat Bey, seksen yaşında çocuk sahibi oldu.
—Yani seninle de şöyle bir konuşmaya gelmiyor ha. Haydi, söndür de ışığı yatalım. Sabah ola hayrola demiş atalarımız…
***
Galip ertesi gün sabah ezanı ile uyandı. Kimseye haber vermeden, abdest alıp evden çıktı. Namazını kıldı camide. Meseleyi bilen Fadıl Bey’le ayaküstü konuştu, “ Olsaydı iyi olurdu.” dedi. Onun, “ Belki bir aksilik çımıştır da onun için arayamamıştır “ sözü aklına yattı.” Dünkü saatte bir daha git istersen oraya” tavsiyesi makul geldi. Fadıl Bey’e, “ Zaten bir şey beklemiyorum ki, olursa diye düşündüydüm ama, ne gidecem” dediyse de ondan ayrıldıktan sonra dinlene dinlene epeyce bir yürüdükten sonra oraya gitti.. Parkın önüne varınca köstekli saatine baktı. Saatin 13.30 olmasına daha iki saat vardı. Bereket versin ki hava parkta iki saat oturmaya müsaitti.
Galip Bey, iki saat kadar oturdu parkta. Çaycı Mehmet’ten bir çay aldı. Çayla beraber bir de sigara içti. Hafta da üç sigara içerdi. İlkini haftanın ilk günü kullanmış oldu. Saat 13.30 olsu, 13.42 oldu.
Yavaş yavaş kalkmaya hazırlanırken, beklediği sesi yanı başında duydu:
— Merhaba amcacığım!
Heyecanla döndü, hafifçe de doğrularak karşılık verdi
— Merhaba, hoş geldin!
— Kusura bakmayın dün gelemedim, bugün de hani içimden bir ses gelmemi söyledi sanki buraya.
— Estağfurullah olur böyle. Hem söz vermemiştiniz ki. Belki demiştiniz, belki olur.
— Öyle de olsa… Bulamasaydım üzülürdüm. Çünkü yarın ayrılıyorum, telefonunuzda yok hani, haber vereyim.
— Gidiyorum dediniz, Hayırdır inşallah. Ne tarafa?
— Altı aylığına İsveç’e gideceğim. Buradan ayrılınca belli oldu. İşlemler falan, Dün gelemedim.
— Zararı yok evladım. Aman öyle olsun. İngiltere’de ölü sayısı seksene çıkmış diyorlar doğru mu?
— . Terör bu amca. , kimi nerede ne zaman vuracak belli olmuyor ki…
—Doğru, doğru.
— Eee Galip Amca!
-…
— Sormuyorsun hiç, ne oldu diye.
Galip Bey biran gözlerini kıstı, bekledi:
—Ben seni kırmamak için bir şey demedim ama senin sesin ve tavrın sanki olmuş gibi.
— Olsa sevinir misin?
— Valla doğruyu söylemek gerekirse bir şey diyemem şimdi. Olsa da altından kalkabileceğimden emin değilim. Malum.
— Eski topraksın sen. Nice gençleri cebinden çıkartırsın. Hele hele çağımız gençlerini.
Galip Bey, utanır gibi oldu. Belli belirsiz “ Estağfurullah” dedi.
— Peki, olmasa üzülür müsünüz?
— Beklentim olmadığından üzülmem herhalde. Otursana kızım. Yer senden sağlam.
Genç Kadın, gözlerinin içi parlayarak geçen gün tesadüfen tanıştığı Galip Bey’e hayranlıkla baktı.
— Olursa aşım suyu olmazsa başım suyu diye bir söz vardır bizim oralarda kızım.
— Karnesini bir alsın, dediler. Malum, haftaya karne günü.
— Haaaa!
— Siz telefon numaranızı ya da adresinizi verirseniz Mevlüt’ün karnesinde de matematik gene zayıf olursa düşünecekler sizi.
— Anladım
— Vallahi ben hepsini söyledim, Burada tesadüfen tanıştığımızı, emekli bir matematik öğretmenizi olduğunuzu.
Genç Kadın, Galip Beyin ellerinden tuttu. Galip Bey, utandı mahçup oldu.
— Sağ ol evladım, dedi. “Hani sen dedin de böyle biri var, ders verir misin diye. Paranın önemli olmadığını da söyledin değil mi?”
Genç kadının adı Aysun’du. Yardımcı doçentti. Çantasını açtı. Çıkarttığı kâğıt parçasını kalem ile birlikte Galip Bey’e uzattı. Gülümseyerek:
— Şu kâğıda adını soyadını telefon numaranı ve adresini yazıver amcacığım, dedi.
Galip Bey, kâğıdı aldı. Bir süre bekledi sonra da kâğıdı biraz da mahcup bir ifade ile iade etti:
—Gözlüğümü yanıma almamışım çıkarken. Sana zahmet olacak ama ben söylesem de sen yazıversen.
***
KİM NE DEMİŞ?
Nezaket hiçten gelir fakat her şyi satın alır.( V.PAUCHET)

12 Temmuz 2016 Salı

BAŞLARINA GELECEK VARMIŞ

Muhsune Hanım, çığlık atarak ter içinde zıpladı yataktan. Epeyce bir süre kendine gelmek için çaba saffetti. Rüyasında birileri boğazına yapışmış, “ Maç iki sıfır mı bitti? Zavallı adamı kandırdın kadın! diye dakikalarca bağırmıştı.
Muhsune Hanım, yataktan kalktı. Mutfak musluğunda elini yüzünü yıkadı. Kendisini kötü hissediyordu. Ölecekmiş gibi bir his her hücresini kaplamıştı. Ne yapacağını bilememenin çaresizliği içerisindeydi. Ne olur ne olmaz diyerek geceliğini çıkartıp bir şeyler giydi üzerine. Bilgisayarını açtı. Arama motorunda dünkü maçın sonucunu aradı. Sonuca bakması hiç de kolay olmadı. Dünkü milli maç gerçekten de iki sıfır bitmişti.
Muhsune Hanım, habere manasızca sevindi. İçindeki kaygı ve de korku biraz olsun kayboldu. Sabahleyin bir televizyon kanalında bir kadının anlattıkları aklına geldi. Bir gün biri rasgele telefonda kendi numarasını aramış bunun akabinde aralarında önce arkadaşlık sonra aşk doğmuş ve bu durum evlilikle bitmişti. Bundan sonra yaşananlar ise kimine göre tam bir kara mizah kimine göre ise trajedi idi.
Mahsune Hanım olayın ilk bölümünden ilham alarak kafasında bir telefon numarası oluşturdu. Böyle bir numara varsa ortaya çıkabilecek olası sonuçları kafasında ölçtü biçti. Sonra da cesaretini toplayıp oluşturduğu numarayı aramaya karar verdi.

İlk çalışta telefonun açılması Muhsune Hanım’ı hem heyecanlandırdı hem de telaşlandırdı. Dili dolaşarak karşısındaki adama bir şeyler söylemeye çalıştı ama olmadı. Muhsune Hanım, zaman zaman bazılarından “dondum kaldım ne kımıldayabildim ne de ağzımı açabildim” sözünü duymuştu ana u sözlere yaşamı boyunca hiç itibar etmemişti. İlahi bir güç bunun olabileceğini göstermek istemişti sanki. Telefon suratına kapanıncaya kadar kendisine edilen ağzı açılmamış küfürleri, hakaretleri dinledi. Ne bir şey söyleyebildi ne telefonu kapatabildi karşısındaki telefonu kapatıncaya kadar.
Böyle bir olasılık ürettiği olasılıklar arasında yoktu. Gözü aynaya kaydı. Yüzü, biraz utançtan, biraz sinirden biraz yaptığı saçmalıktan kıpkırmızı olmuştu. Bu yaşa kadar asla kabul edemeyeceği sözleri hiç tanımadığı bir adam ardı ardına sıralamış kendisi de bunları kuzu kuzu dinlemişti. Yaşadıkları gayriihtiyarî Muhsune Hanım’ın sinirlerini bozdu. Önce kıkırdadı sonra kahkahalar atmaya başladı. Bir süre sonra kelimenin tam anlamıyla gülme krizine tutuldu. Bir iki beş dakika derken kapı çalındı. Hızlı hızlı çalındı. Aynı zamanda yumruklanıyordu da kapı Ve de birileri sesleniyordu:
— Muhsine Hanım! Muhsune Hamım! İyi misiniz? Açın kapıyı.
Muhsune Hanım bir gayretle toparlandı. Belliydi ki gecenin bu saatinde çılgınca attığı kahkahalardan komşuları rahatsız olmuştu. “ Belki de “Bu saatte ne bu böyle, kudurdunuz mu? “ dememek İçin endişelenmiş gibi davranıyorlardı.
Muhsune Hanım, kapıya koştu ses verdi:
—İyiyim iyim Özür dilerim.
—Açın kapıyı bir.
—Gerek yok. Gerçekten iyiyim. Bir şey oldu da birden. Tutamadım kendimi. Kusura kalmayın.
—Ne oldu?
—Bir şey olmadı. Merak etmeyin. İyiyim görüyorsunuz.
— Az evvel bir şey oldu dediniz ama. Hem görüyorsunuz da ne demek. Açın kapıyı bir görelim, rahatlayalım.
Muhsune Hanım, yavaşça kapıyı açtı. İpek Hanım, davet edilmeyi beklemeden içeriye girdi. Kocası Mete Bey de onu takip etti.
İpek Hanım’ın içten telaşlandığı aşikârdı. Sordu:
— Karı koca uykudan fırladık. Ne oldu öyle?
— Ya kusura bakmayın. Biri şey yaptı da Sinirlerim bozuldu.
— Kim ne yaptı gecenin bu saatinde Muhsune Hanım Polise haber verelim.
— Polise gerek yok. Geçti zaten.
-…
— Biri küfür etti, benim de şeyin bozuldu.
-…
— Sağ olun. Ben anlatırım size yarın İpek Hanım.
Mete Bey, karısının kolundan tuttu. Kulağına eğildi.
—Haydi gidelim, dedi. İçeride erkek arkadaşı falan var herhalde. O etmiştir.
Mahsune Hanım, Mete bey’in söylediğini duydu. İçeriye almazsam kurt düşer içlerine diye düşündü. Onun için de:
—Girin girin, dedi. Ben de bir çay koyayım. İçeriz. Benim için de iyi olur.
Girdiler. Çay konuldu. Demlendi. Oradan buradan suya sabuna dokunulmadan konuşuldu.
Sohbetin bir yerinde İpek Hanım:
—Kusura bakmayın, dedi. Korktuk. Biliyorsun Oya Aydoğan da gülerken öldü. O geldi de aklımıza birden. Ne olur ne olmaz dedik. Seni de severiz bilirsin.
Mahsule Hanım belli belirsiz “sağ olun, eksik olmayın” dedikten sonra devam etti:
—O gülerken ölmedi Bir şey yerken öldü. Boğazına bir şey takılmış. Çıkartmak için öksürürken de damarlarından biri şey olmuş, Allah kimsenin başına vermesin.
İpek Hanım birden ayağa kalktı. Elindeki çay bardağına sehpamım üzerine sertçe bıraktı. Burnundan soluyarak kocasına döndü:
—Kalk Mete, dedi. “İyilik de yaramıyor karıya.”
Mete Bey, ne olduğunu anlayamadı. Mahsune Hanım da anlayamadı.
İpek Hanım önde kocası arkada Mahsune Hanım da onun arkasında dış kapıya doğru seğirttiler. İpek Hanım kapının koluna elini attı, kapıyı açtı. Eşikten de adımını atacakken Mahsune hanım’a döndü, tepkisin nedenini açıkladı:
—Beni bozmasan olmaz Ha gülerken ha öksürürken ne fark eder ki?
İpek Hanım da manasızca dikleşti:
—Çok şey fark eder ama onu idrak edebilecek kafa sende yok.
Mete Bey, olanlardan hala bir mana çıkartamamanın şaşkınlığı içerisindeydi. Bunun bir şaka olabileceği aklına geldi:
— Hanımlar kamera şakası yapıyorsanız yayınlamasına asla müsaade etmem bilesiniz.
İpek Hanım ayakkabılarını eline aldı. Dışarıya çıktı:
—Bir daha buraya ayak basarsam Allah benim belamı versin, dedi.
Mete Bey, Mahsune Hanım’a doğru eğilip:
—Ne olur kusura bakmayın deme gereği duydu. “Bazen oluyor buna böyle.
İpek Hanım, kocasının söylediklerini işitti. Elindeki ayakkabıları Mete Bey’in ayakları dibine fırlatarak kükredi:
—Bazen buna oluyor demek ne Bay Mete?
Karşıdaki daire kapısı açıldı örtüldü.
Bina yöneticisi ses vermeden merdiven basmaklarında belirdi.
En üst katta oturanlardan Şuayip Bey boğuk sesi ile orta yere bağırdı:
—Densizler! Gecenin bu saatinde nedir bu? Başınıza gelecek mi var?
Belikli başlarına gelecek varmış. Önce bir gürültü koptu sonra da bina sallanmaya başladı. Zelzele oluyordu.

2 Temmuz 2016 Cumartesi

BİR KOMŞULUK HİKÂYESİ

Mademki komşuydular
Komşuluk hukukuna
Çalabilirdi gecenin bir yarısı da olsa kapısını
Merhabalaşmışlıkları da yoktu pek amma,
Komşuluk hatırına çaldı kapısını


Toparlandı komşu,
Bayramdı da, bayramda gelene ne oldu denilmezdi
Bayramda olmasa fark etmezdi insan gibi insandı komşu
Gülümsedi,
— Hoş geldiniz, buyurun efendim, dedi.


Ağlamaya ihtiyacı vardı komşunun
Ağlamanın da ötesinde başını koyacağı bir omuza
Sarıldı komşusuna, koydu başını göğsüne
Dakikalarca ağladı içini çeke çeke
Komşu, ne oldu diye sormadı
O anlatmadıysa da o anladı


Ertesi günü bayramın son günüydü
Erkenden çaldı komşunun kapısını
Dedi:
—Bayramın kutlu olsun komşu, var mısın sabah kahvesine?


***

kim ne demiş:
BAZEN SUSMAK ,SÖYLENEN BİE ÇOK SÖZDEN DHA TESİRLİ OLUR. ( MONTESQUIEU)