23 Ağustos 2010 Pazartesi

ACI


Ebediyetten
Ebede giden yolda
Bir çakıl taşı
Bir parça yosun
Acundan bir parça ılık ılık


Ebediyetten ebede giden yolda
İmgeler kümelenişinin sırrını bile
Görememek ukde olmamalı yarın…

Ebediyetten
Ebede giden yolda
Bir gonce dehanın girdabı
Dolu dolu gözler,
Eller, eller badı sabaya sallanan…


Ve bir sızı yürekte
Özlemle…
Özlemle akıveren sevgi
Sana ve Yaradan’a.

22 Ağustos 2010 Pazar

ÇEVRECİM




Dön, dön ve bak dünyaya dersem
Sus diyeceksin muhtemelen
Sus, sus çünkü
Ne diyeceğinden adım gibi eminim.
Önce,
Temiz bir çevre diyeceksin ve de ekleyeceksin hemen
Temiz toplum…

Temiz çevreye
Temiz topluma
“Hayır” diyen yok da
O kadar da çok ki mübarek
Her yerde, yere çöp atan
Her yerde, yere tüküren
Her yerde, küfür eden .



Ve asıl şaşılacak olan dost,
“Küfre hayır!” diyen, hayır derken küfrediyor
Yerdeki izmaritleri görünce küplere binen
Arabasının küllüğünü boca ediveriyor caddeye…


“Güler misin ağlar mısın?” deme bana çevrecim
Destek benden, bilmeceyi çözmek senden…

19 Ağustos 2010 Perşembe

İŞ VE SEÇİM


— Arkadaşları içeriye al.

Gürdü ses, sertti...

En geç gelen yarım saatten beri oradaydı. Beş kişiydiler. Hepsi şık giyimliydi. Hepsi

kitaplıydı.

— Buyurun efendim, dedi sekreter.”Şöyle buyurun, şuradan.”

Ağır hareketlerle yerlerinden kalkıp sekreterin gösterdiği kapıdan içeriye girdiler. Dizildiler

kapının önüne.

Geçen hafta, her birini içtenlikle karşılayan adam, şimdi masanın başında sakin oturuyordu.

Dirseklerini masaya dayamış, ellerini yanaklarına yapıştırmıştı. Masanın üzerindeki küllüğe

bırakmış olduğu sigara tütüyordu.

Ellerini, gözlerine doğru kaydırıp burnunun ucuna indirdi, parmaklarının uçlarını

birleştirdi, ellerini, masanın üzerine koyup çattı:

—Lütfen, kitaplarınızı masanın üzerine bırakınız, dedi.

Kenardaki klâsörü önüne çekti, açtı...


Geçen haftaki mülâkattan bir gün önce aldırtmıştı kitapları: “ Ne bir çizik, ne bir kırışıklık, ne

de buna benzer bir şey istiyorum alacağın kitaplarda” diye bu iş için vazifelendirdiği kişiye

sıkı sıkı tembihte bulunmuş, bununla da yetinmeyerek, gelen kitapları, getiren kişinin önünde

birde kendisi yaprak yaprak, satır satır tetkik etmişti.

Yazılı imtihanda muvaffak oldukları için mülâkata çağrılmayı hak eden kişilerden bazıları

hakkında, bütün uğraşısına rağmen müspet veya menfi karar veremeyeceğinden emin olduğu

için aldırmıştı kitapları, karar vermediklerime dağıtırım diye düşünmüştü, hangi kitabın okunduktan sonra gittiği gibi geri geleceğini merak etmişti.

Öksürdü... Kıstı gözlerini. Düşürdü başını öne.

Klasörden sonra kitapları da incelemişti.


Soluyarak başını kaldırdı. Klasörün arka taraflarında bulunan boş kâğıtlardan birini rastgele

çekti, önüne aldı. Ceketinin iç cebinden çıkardığı kalemle, laf olsun diye bir şeyler

karalamaya başladı.

Alışkanlığı olmuştu. Çizerdi, yazardı; aklına ne geklirse. Öyle düşünürdü, öyle karar verirdi;

seçimini öyle yapardı.

***

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İMZA



Bir kâğıt parçası uzattı önüne
İmzalaması için, dedi:
“Karalatıver şunu usulen
En fiyakalısından.”
Dostu sanırdı kalemi uzatanı
Eş dost da vardı yanlarında
Okuyacak gibi oldu yazılanları
“ Aaaa!” dediler, gaza getirdiler
Vazgeçti okumaktan, çaktı imzasını
Hem de en fiyakalısından.


Teşbihte hata olmazmış
Hoca’nın sözleri yabana atılmazmış
Geçiverirsen onları sen
Pişmiş tavuğun bile başına gelmeyenler
Bir de bakarsın ki geliverirmiş başına
Ki geldi,
Eşeğini bağlamadığı için sağlam kazığa.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

İNCİR AĞAÇLI BEDDUA


Ne zaman canını sıksa İffet Hanım’ın
Avazı çıktığı kadar bağırırdı İffet Hanım:
“Ocağına incir ağacı dikilsin de
Evinde baykuşlar ötsün…”

Baykuşla hiç tanışmadı ama
Her ilenç akabinde
İnat olsun diye İffet Hanım’a
İncir ağacı dikti bahçesine

Meyveleri ile,
Bey gibi yaşıyor şimdi!

13 Ağustos 2010 Cuma

FAZLA SÖZE NE HACET

Eskiden, başta padişahlar olmak üzere devlet büyükleri zaman zaman tebdili kıyafet yaparak halkın arasına karışırlarmış. Onlarla muhtelif konularda sohbet ederler, tartışırlar, fikir alış verişinde bulunurlar sözün özü halkın nabzını tutarak ülkeyi yönetmeye çalışırlarmış.
Gecekondu semtlerinde özellikle ve de köylerde, kasabalarda, başka yerlerde de tabi kapı önlerinde söyleşide bulunan, kahvehanelerde çay içip dertleşen insanlar” halkın gündemini” oluşturan insanlardır. Onların fikirleri, düşünceleri, söyledikleri yabana atılamaz. Konunun uzmanı bir hocanın, bir siyaset duayeninin saatlerce söylediğinden çıkartılabilecek sonucu çoğu zaman, birkaç cümle ile onlar söyleyiverirler. Onların söyledikleri üzerinde düşünmekte her zaman fayda olabilir.
Demokratik açılım herkesin malumu. Her gün televizyon ekranlarında tartışılıyor, konuşuluyor. Karşı görüşlüler varsa programda mesele biraz daha iyi anlaşılıyor da konuşan kişi tek ise, gerçekleri görebilen insanların bile kafasında rahatlıkıkla istifham oluşabiliyor.

Kahvehaneye giren ... Usta'nın burnundan soluduğunu gören Mükerrem Ağa, sorar:
“ Hayırdır Usta? ”
“ Ne hayrı Allah’ını seversen.”
“ Hele bir anlat.”
“ Anlatacak neyi kaldı bunun Mükerrem Ağa... Olacağı buydu işte.”
“...
“ Yahu sen daha iyi bilirsin. Eskiden böyle bir şey mi vardı?”
“ ...
“ Hangimiz hangimizin Türk mü, Kürt mü Alevi mi Sünni mi olduğunu merak ederdik.
Şehmuz, yan masada oturuyordu. İstemeden konuşulanlara kulak misafiri olmuştu. Araya girdi: “ Etmezdik. “
... Usta, çaresizlik içinde Mükerrem Ağa'ya baktı, Şehmuz'a baktı. Grupta olmayıp da kulakları orada olanlara baktı. Herkes, baklanın ağızdan çıkmak üzere anladı, sustu.
“ Arkadaşlar, buraya gelirken benim büyük oğlanın küçük oğlunu gördüm. Binalarına yeni bir komşu gelecekti, inşallah çocukları vardır oynarız diye dua ediyordu. Beni görünce her zaman olduğu gibi boynuma sarılıp elimi öptükten sonra heyecanla ve sesi titreyerek ve değişik bir bakışla ne dedi biliyor musunuz?”
Kimse, “ Ne dedi?” diye sormadı.
“ Alt komşunun kızı söyledi. Altı numaraya taşınanlar..... ‘müş.
Herkes buz kesti. Ekilen tohumlar yeşermeye mi başlıyordu? Herkes heybesindekini boşalttı, keşke yetkin kişilerden biri tebdili kıyafet orada olsaydı da onların gözü ile onlardan nelerin niçin yapıldığı konusundaki düşüncelerini öğrenseydi.

***

“ Yahu hatun, biz bu yaşa kadar bu ülkede yaşamadık mı?
“ Anlamadım?”
“ Ben geldim seksen yaşına, sen geldin altmış iki yaşına.”
“ Şükür olsun erdirene bey.”
“ İş gereği gezmediğimiz diyar da kalmadı Allah'a şükür. Doğusu, batısı, kuzeyi, güneyi, Edirne’si Hakkari’si…
“ Sayende ...”
“ Şimdiye kadar ne ben kimseyi öteledim ne kimse beni öteledi.
“ Öteleme ne?”
“ Dışlama gibi bir şey olsa gerek.”
“...
“ Bak duydun mu?

Televizyon ki konuşmacıyı işaret ediyordu...
“ Bu ülkede diye başladı gene...”
“...
“ Güzel cümleler kuracak, araya birazı gerçek birazı gerçek dışı uç örnekler serpiştirecek
Heyecanlanacak sanki herkes istiyormuş gibi “ Ben bunu bütün toplum için istiyorum” diyecek.

“ Tamam da İbrahim, söylediklerinde gerçek payı yok mu hiç?”
“ İşte şu an, zurnanın zırt dediği yer Emine...”
“ O da ne bey?”
“ Konuşmamızın en can alıcı noktası.”
“ …
“ Söylenenlerden, konuşulanlardan, anlatılanlardan senin bile, altını çizerek söylüyorum, senin bile kafan karışmaya başladı ya…”
“ Yani…
“ Allah sonumuzu hayır getirsin gayrı, konuşa konuşa düzlüğe mi çıkacağız bazılarının dediği gibi, yoksa çıkmaz bir sokağa mı gireceğiz.
“ Evet yani, hayırlısı bakalım!”




“ Baba.”
“ Efendim yavrum.”
“ Deminki kanalda, spiker Türk milli takımı diyordu.”
“ Eeeee…”
“ Şimdiki kanaldaki spiker de hep Türkiye milli takımı diyor.”
“ Eeee
“ İkisi arasındaki fark ne?”
Babanın başına bıçak gibi bir ağrı saplandı.
“ Şimdi” dedi. Dedi ama söyleyecekleri kelimeleri, çocuğunun anlayacağı şekilde toparlayamadı.
“ Sen ne düşünüyorsun Milli Takımız hakkında” dedi, konuyu değiştirmek için.
Çocuk, düşündüklerini heyecanla anlatmaya başladı.


12 Ağustos 2010 Perşembe

EKMEK ELDEN SU GÖLDEN

Üç günlük dünyada
Ekmek elden su gölden olmalı dedi
Allah’ta kabul etti dileğini
Yattı kalktı, yedi içti
Gezdi tozdu eğlendi
Gün geldi, kesildi tâkatı
Geçmişe dönüp baktığında aldığı tat
Tuzu fazla kaçmış ayran gibiydi
Emeği ile elde ettikleri hariç.




BUZ GİBİ BİR HAVA


Sahih şu ki; biitibar görünce bizi
Kestik selâmı
Hasbi olmalıymış dostluk, değil sanki
İnfak etmeliymişim onu, zihniyet işte
Nisyan diyor, olur mu öyle şey
Nereden çıkarttıysa bir de mübarek
Her tirit başına geçişte
Belâ okumamalıymışım ona
Belâ kim ben kim
Mürşitlik taslamamalıymışım,
Tövbe estağfurullah
Aklın alacağı şeyler mi bunlar
Fol yok yumurta yokken ortada
Buz gibi bir hava estirdi işte.

10 Ağustos 2010 Salı

CANANA SİTEM

Mah yüzlü imtihan edecekmiş bizi
Mümessille göndermiş haberi
Haleti ruhiyyemizi düşünmemiş hiç
Örseleneceğimizi de, heyhat!

İma bile etseydi feragat ederdik sevdamızdan
Canan kıymetlidir bizde, bilmeliydi
Aracı koymamalıydı mümessili
Hele hele bizi, imtihana kalkmamalıydı hiç.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

POĞAÇA



Bir ses ile beyinledi.. Uyumuştu, başı da öne düşmüştü. Saniyelik iş.
Başınıı kaldırdı sesten dolayı. Karşısında on beş, on altı bilemediniz on sekiz yaşında bir kız vardı. . Tatlı tatlı gülümsüyordu. Elinde bir tepsi vardı. Üzerinde de bir tabak, bir su bardağı da çay.
“ Annem poğaça yapıyordu da, burnunuza kokmuştur diye gönderdi.”
Şaşkındı adam. . Kırk yıl düşünse aklıma böyle bir şey gelmezdi de. Donup kalmıştı. Tepkisizliği kızcağızı be yapacağını bir duruma sokmuştu. Elinde tepsi kalakalmıştı zavallıcık. Teşekkür ederek uzanıp alma gibi bir eylemde bulunmadığımdan ötürü anlık bir tereddüdün akabinde biraz yanaştı, üzeri peçete ile kapatılmış plastik tabağı ve çay dolu bardağı tepsiden alarak dikkatli bir şekilde oturmakta olduğu bankın üzerine, yanına bıraktı. Gözlerinin içine bırakarak:
“ Afiyet olsun” dedi.
Kızın arakasından bile bakmadı. Bakamadı. Kendine gelmeye çalışıyordu.
Gevher Bey, kendini biraz toparlayınca, yan tarafına döndü. Peçeteyi kaldırdı. Tabakta üç poğaça vardı ve sıcaktılar. Belli ki yeni yapılmışlardı. Mis gibi de kokuyorlardı. Çay da tertemiz bir bardaktaydı ve tavşankanıydı.
Gevher Bey, ayıp bir şey yapıyormuş gibi etrafına bakındı. Kimse yoktu. Poğaçanın nereden geldiğini tahmin edebilmek için etrafına bakındıysa da netice alamadı. Saat yedi olmuştu, yani yanan elektriklerden de tahmin etmesi de olanaksızdı. Hava sıcak olduğundan da pek çok dairenin balkonlara bakan kapıları açıktı.

Gevher Bey, birkaç kez kalkıp oturdu. Karar veremiyordu. Poğaçalı yiyip çayı içmeli miydi? Onları orada olduğu gibi bırakıp oradan ayrılmalı mıydı? Ya, poğaça ve çayın içine bir şey katmışlarsa. Bu olasılık da aklına geldi, gelince onları oraya getiren kızın tatlı sesini, tatlı gülümsemesini anımsadı, kendi kendine kinayeli “aferin sana Gevher” dedi. “Olgunlaşacaksın da ben de göreceğim.”
Gevher Bey’in babası geçen ayın 17’sinde rahmete kavuşmuştu. Namazında niyazında bir adamdı. Özellikle sabah namazını mutlaka camide kılardı. Onun ölümünden sonra Gevher Bey de babası gibi sabahları camiye gider olmuştu. Geçen hafta cami çıkışında şu anda oturmakta olduğu parkın önünden geçerken kendisini fena hissetmiş parkın içine girerek banklardan birine oturmuştu. Ondan sonraki günde cami çıkışında parka uğramış, bir süre sağına soluna bakındıktan sonra bu bankı gözüne kestirmiş ve yarım saat kadar kalmış, tespih çekmiş geçmiş günleri anımsayarak kâh hüzünlenmiş kâh neşelenmişti. İşte o günden sonra da her cami çıkışında buraya gelip yarım saat kırk beş dakika kadar oturmak âdeti olmuştu. Bu durum ona iyi de gelmeye başlamıştı.
Parkın üst girişinden belediyenin temizlik işçisi girdi. Girer girmez de süpürme işine girişti, suratsız bir hali vardı. Süpürgeyi, birilerini cezalandırmak istercesine kullanıyordu.
Bir köpek koşarak kapının birinden ötekinden çıktı. Arkasından bir köpek daha…
Bir delikanlı, parkın girişinde biraz durdu, parkı mı süzdü, gideceği yere karar verememenin tereddüdünü mü yaşadı belli değil. Bir sigara yaktı. Yürümeye başladı. Gevher Bey'in yanından geçerken:
“ Selamünaleyküm” dedi. “ Günaydın” da dedi.
Gevher bey zor duyulur bir sesle selamı aldı.
“ Aleykümselâm oğlum.”
“ Afiyet olsun.”
“ Buyur al bir tane.”

Delikanlı durdu. Döndü. Poğaçalardan birini aldı, ağzıma attı. Eliyle “ eyvallah” işareti yaparak gitti.
Miyavlayınca kediyi fark etti Gevher Bey. Biraz ilerideki ağacın dibindeydi. Geldiğinden beri mi oradaydı belli değil. Belli olan “ yiyecek” istiyordu. Poğaçanın birini aldı, böldü, kediye atacakken duraksadı. Ya ikramı yapan şu anda kendisine bakıyorsa? Empati kurarak hadiseyi düşündü, ne kadar hoş olmadık bir durumdu. Ama, yarısını ağzına atar yarısını verirse ikramda bulunanın hoşuna bile gidebilirdi. Düşündüğünü gerçekleştirdi. poğaçanın yarısını ağzına attı yarısını kediye. Kedi, poğaçayı kokladı sonra da poğaçayı ağzına alarak oradan uzaklaştı. Beki de yavrusu vardı, ona götürüyordu, ya da kendince bir düşüncesi. Gevher Bey, böyle düşündü, duygulandı gözleri doldu. Bir yerlere gitti. Yapmış olduğu gezinti esnasında da poğaçaları yedi farkında olmadan, çayı da içti. Boşalan çay bardağını aldı ayağa kalktı. Oraya mı bırakıp gitseydi, bankın altına mı koysaydı, yoksa eve götürüp yarın, sahibi gelir alır diye umsa mıydı?
Bankın üzerine bırakmaya karar verdi, Nasıl olsa sahibi görüyordu burayı, kendisinin gittiğini görünce neticeyi görmek için muhakkak ki gelirdi. Tabağın üzerine bardağı kapattı. Ağır adımlarla evin yolunu tuttu.
Evde, karısı “ Allah kabul etsin!” diyerek kapıda karşıladı Gevher Bey'i her zaman olduğu gibi. Gevher Bey de “ Allah razı olsun” dedi. Ayakkabılarını çıkartıp terliklerini giydi. Boy aynası hemen oradaydı. Karşısına geçti. Kendini süzmeye başladı. Önden baktı, arkadan baktı yandan baktı, üzerindekileri çekiştirerek baktı.
Suzan Hanım, salon kapısından içeri girmek üzereyken fark etti kocasının yaptıklarını. Bir anlık tereddütten sonra döndü;
“ Hayrola Gevher” dedi. “ Ne yapıyorsun?”
“ Aynaya baktım da. “
“ Niye? “
“ Ne demek niye? Benim bildiğim aynaya bakılır hanım.”
“ Bakılır da dışarıya çıkmıyorsun ki. Hem senin dışarı çıkarken bile aynaya baktığın vaki değildir.”
Suzan Hanım, kocasına doğru birkaç adım attı:
“ Biri bir şey mi dedi kıyafetine. Sen önce aynaya bak falan mı diyen oldu?”
Gevher Bey, karısına döndü:
“ Benim acınacak bir halim falan mı var Suzan” dedi.
Suzan Hanım’ın beklemediği bir soruydu bu. Hem soruya hem sorunun amacına bir anlam veremedi.
“ Gelirken giderken biri bir şey mi dedi sana?” dedi tekrar. Ses tonu biraz değişmişti. Muamma dolu sözler, tavırlar Suzan Hanım'ı her zaman rahatsız etmişti.
Gevher Bey, salona doğru yürüdü, karısının yanından geçerken onun omzuna dokundu:
“ Anlatırım sonra” dedi.
Suzan Hanım,
“ Haydi” diye karşılık verdi kocasına. “ Elini falan yıka kahvaltı hazır. “
“ Ben kahvaltı yapmayacağım bugün.”
Suzan Hanım, mutfak kapısından içeri girmek üzereydi sözü işittiğinde. Bu da vaki değildi. Durdu, döndü:
“ Kahvaltı yapmayacak mısın?”
Gevher salon koltuklarından birine oturmuştu. Suzan Hanım, onu görebileceği kadar yürüdü. Gevher Bey'de onu gördü:
“ Evet” dedi. Ama bir bardak... Çay içerim diyecekti ondan da vazgeçti.



Suzan, Hanım, rengi solmuş taburesini pek severdi. Geçen yıl ölen görümcesinden hatıraydı. Sağına soluna bakındı, odaları dolaştı, balkonda buldu onu. Dünkü yağmurdan dolayı hala nemliydi ama aldırmadı Eline aldı, salona geçti, kocasının karşısına koydu. Üzerine de oturdu: Başını sallayarak sordu:
“ Ne oldu?”
Gevher Bey, istenilen cevabı anladı ama anlamazlığa geldi:
“ Ne ne oldu?”
“ Giderken böyle değildin.”
“…
“ Ya giderken, ya camide, ya camiden gelirken bir şey olmuş.”
“ ...
“ An-lat...”
Gevher Bey, karısının gözleri içine baktı, gülümsedi:
“ Beni okumaktan, beni biraz olsun benle bırakmaktan hiç vazgeçmeyecek misin?”
“ ...
“ Ruh halimi yürüyüşümden mi anlıyorsun, saçımdan mı anlıyorsun çözemedim ben bu muammayı.”
“...
“ Sen olmasan ben ne ...”
Gevher Bey, sustu. Suzan Hanım’ ın gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı. Gayri ihtiyari sesini yükseltti.
“ Ne oldu şimdi?”
“...
“ Seni ağlatacak ne söyledim şimdi ben? “
Suzan Hanım, burnunu çekti. Burnunu elinin tersi ile sildi. Gülümsedi. Kocasının,
bu hareketlerine “ ya sabır çekerek” sevgi ile güleceğini iyi biliyordu. Yanılmadığını gördü, ruh hali de değişti. Kocasının sağ elini avuçları içine aldı.
“ Anlat” dedi. “ Ne oldu?”
“ Kahvaltını yaptın mı?”
Suzan Hanım, kocasının elini bıraktı. Ellerini dizlerine koydu:
“ Yaptım. Sen gelmeden tıka pasa, çatlayıncaya patlayıncaya kadar yedim, içtim.”
Gevher Bey'in içine bir sevgi, bir mutluluk, bir neşe geldi: Kalktı:
“ Beni lafa tutma “ dedi. Başıyla mutfağı işaret ederek de sözlerini tamamladı,
“ Masadaki nimetleri kızdıracağız. “ Çay da zift gibi olacak Kalk”
Mutfağa geçtiler. Gevher bey, masaya oturdu. Dilimlenmiş ekmeklerden bir parça kopardı, üzerine yağ sürdü ağzına attı. Suzan Hanım, demlik altına bakıp söylendi:
“ Lafa tuttun beni, hiç su kalmamış çaydanlıkta.”
“ Bir bardak vardır herhalde.” Çay bardağını uzattı: “ Doldur şunu.”
Suzan Hanım:
“ Sen bekleyeceksin” dedi. Kendine bir bardak zar zor çay doldurdu sonra da çaydanlığa su. Oturdu, çayına şeker atacakken kocası müdahale etti:
“ Şekerini attım ben. Karıştırdım da.”
“ Eferin sana” dedi yöresel ağızla“ Suzan Hanım. Çayından bir yudum aldıktan sonra da ekledi: “ Anlat...”
Gevfer Bey, bir şeyi uzun uzun ballandıra ballandıra anlatmaktan haz edenlerden değildi:
“ Camiden gelirken, bir soluklanayım diye her zaman oturduğum parktaki banklardan birine oturmuştum, genç bir kız birkaç poğaça ile büyük bardakta bir çay getirdi. Annesi yapmışmış da, burnuma kokar diye göndermiş...”
“ Yani?”
“ Yanisi manisi yok. Bu kadar işte.”
“ Şimdi banka oturdun.”
“ Evet.”
“ Yanına genç bir kız geldi.”
“ Evet.”
“ Sana üç dört poğaça ile bir bardak çay getirdi.”
“ Aynen öyle.”
Suzan Hanım, bardağından bir yudum çay aldı:
“ Şimdi ne var bunda onu anlayamadım ben.”
“ Anlayamayacak ne var bunda Suzan?
“ Yani, sen geldiğinden beri buna mı bozuk çalıyorsun.”
“ Ne bileyim, bayram değil seyran değil enişte beni niye öptü gibi geldi bana. Çay altı kaynamadı mı daha.”
“ Sen artık yaşlanma moduna girmişsin.
Gevher Bey, kalktı. Çayını doldururken de sordu:
“ O ne kız.”
“ Ne bileyin işte. Duyuyorum televizyonda melevizyonda.”
“ Ya kötü bir şeyse.”
“Orasını bilmem.”
“ Bardağını uzat, senin çayını da doldurayım.”
“ Boşa yanmasın altı. Çaydanlığı getir şuraya.”
Gevher Bey, çay dolu bardağı masanın üzerine bıraktı. Sonra karısının çayın doldurdu. Çaydanlığı da masanın üzerine koydu. Masaya otururken de,
“ Hayır ola?” dedi.
“ Ne hayrolası.”
“ Gözlerin bir başka bakıyo.”
“ Aferin be. “
“ Ne yaptım ki. İlk defa mı çayını dolduruyorum.”
“ Sana demedim.”
Gevher Bey, şaşırdı.
“ Bana demedin mi? Kime dedin öyleyse?”
“ O kıza.”
“ Hangi kıza.”
“ Anasına da bravo. Tanımak isterdim. Osmanlı kadınıymış. Maşallah.”
“ – Hanım sultaaaan. Ne oluyor? Geldi mi gelenler gene. Kime maşallah. Kim Osmanlı kadınıymış?”
“ Sana poğaça getiren kız diyorum.”
“ ...
“ O saatte kalkmış, giyinmiş. Hade onları geçelim, “ Deli misin anne, elin herifine “ dememiş, senin tavrına bozulmamış...
“ Allah hayrını versin be Suzan. Ben ne görüyorum sen ne görüyorsun.”
“ Valla bir oğlum olsa bu kızı gözüm kapalı alırım.”
Gevher Bey, uzun uzun karısının yüzüne baktı.
Suzan Hanım, artık yenmeyeceği açık olan tabakları bir kenara topladı:
“ Niye öyle suratıma bakıp duruyorsun. Beğenirsen alacak mısın?
“ Samimi söyle, hiç içine kurt murt düşmedi mi?”
“ Ne kurdu düşecek ki?”
“ Vallahi mi düşmedi?”
“ Ne oldu ki?”
“ Ne oldu diyorsan düşmemiş belli de...
Gevher Bey, boşalan çay bardağını karısına doğru uzattı:
“ Şuna bir bardak çay daha doldursana. Biraz açık koy ama...”
Suzan Hanım, bardağı aldı çayı doldurdu. Kocasının önüne iterken sordu:
“ İçime kurt düşürecek bir şey mi yaptın?”
Gevher Bey, çayından bir yudum aldıktan sonra:
“ Ne bileyim hani, eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş gibi olmayayım ama,
“...
“ Kıskanırsın falan diye düşünmüştüm hani.”
“ Kıskanmak mı, niye?”
“ Poğaça falan gönderildi ya. Hani ne bileyim aklına başka bir şey falan gelir diye düşünmüştüm.”
Suzan Hanım, anladı. Gevrek gevrek güldü:
“ Talibin varsa, bir dakika durmayabilirsin. Geç onları artık.”
Gevher Bey, çay bardağını eline aldı. İyice soğuduğu belliydi, bardakta kalanı bir dikişte içti:
“ Yani, senin gözünde miadımı doldurdum mu?
“ Neye sayarsan say.”
“ O zaman benim için de aynı şey geçerli bak. Bak, ilk sen söyledin ona göre. Kadın bana göz möz koyduysa karışmam. “
“...
“ Bakma öyle bana hiç. Madem beni gözden çıkarttın.
“ Bak hele...
“ Bak helesi melesi yok. Sen kendin dedin, alan varsa git demeye getirdin.”
“ Maşallah bakıyorum dünden razısın ama kendi kendini kandırma, kim ne etsin bu yaştan sonra seni. Benden başka senin kahrını çeken olur mu be adam?”
“ Senin kahrını çeken olur mu?”
“ Valla doğruyu söylemek gerekirse senin de benim de olmaz. “
“ Şimdi ben ne yapacağım onu söyle sen?
“ Neyi ne yapacaksın?
“ Yarın namaz çıkışında o banka oturacak mıyım? Ne bileyim alıştıydım, iyi de oluyordu. Hay Allah hayrını versin be kadın, nereden çıkardın şu poğaçayı.
“ Atalar boşa dememiş… İyilik de yaramıyor insana.
“ Hayır, otursam bir türlü oturmasam bir türlü…”
“ …
“ Niye büyüttün sen bu kadar bu işi.
“ Bana acımış falan olabilir mi?”
Suzan Hanım sinirlendi, sesini yükselterek:
“ Yani kadın şu söylediklerini duysa yemin eder bir daha kimseye bir şey vermemeye. İçinden gelmiş vermiş. Ne olmuş yani.
“ Ama bayram değil seyran… Ya bana acıdı.”
“ Ya da sana göz koydu. Bak birkaç gün git, mutlaka yanına gelecek, şundan bundan konuşarak evli mi bekâr mı olduğunu öğrenecek.”
“ Öyle mi dersin?”
“ Bekârım de…”
“…
“ Ya da yok yok, karımla aram iyi değil de. Boşanacağız de.
“…
“ Biraz gönlünü eğlendirirsin sonra da karım benden boşanmıyor dersin, olur biter.”
“ …
“ Ne bakıyorsun öyle bön bön…”
“ Sen bunları ciddi mi söylüyorsun?”
“ Haydi, kalk sofradan. Benim kafamın tasını arttırma. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyül aziym…
Gevher Bey, ağzıyla eline fermuar çekti, bu sohbeti daha fazla sürdürmenin iyi olmadığını düşünerek; kalktı:
“ Yardım edeyim mi sofranı toplamana” dedi. Karısı ile göz göze geldi. Karısının gözleri, “ Biraz daha burada kalırsan, birkaç kelime daha edersen. tadından yenmez olacak şimdi der gibiydi.” Anladı; ayaklarının ucuna basaraktan mutfaktan ayrılıp salona geçti.



SON
BİR PROJESİ VARDI


Bir projesi vardı.
İlk olarak Abbas Bey’e gitti, açtı.
Abbas Bey, başını uzun uzun olmaz böyle şey anlamında yukarıya kaldırdı. Defalarca kaldırdı.
***

Abdullah Bey’e gitti anlattı.
Yapmayı tasarladığı iş, Abdullah Bey’inki ile aynıydı.
Abdullah Bey’den “Bu işe başlamadan evvel neler çektiğimi ben bilirim ama şimdi Allah’a çok şükür, arzu ettiğim her şeye fazlasıyla sahibim.”sözünü kaç kez işitmişti.
Konuşmaya başladı Abdullah Bey. Anlattı, anlattı, anlattı... Abdurrahman Bey’in içinden, çıkarıp sadaka vermek geldi.

***

Abdulbaki Bey’e gitti...
“Böyle böyle bir iş var, yapmak istiyorum, siz ne dersiniz?” dedi.
“Beni karıştırma da” dedi Abdulbaki Bey. “ Ne yaparsan yap.”

***

Abdülcabbar Bey, can kulağıyla dinledi onu. Zaman zaman sözünü kesti, sualler sordu; aldığı her cevaptan sonra da:
“Emin misin bunun böyle olduğundan Abdurrahman Bey?” dedi...

***

Abdulgaffar Bey’den:
“Sen hiç adam olmayacak mısın Abdurrahman Bey?” cevabını aldı.

***

Abdulgafur Bey, gönül koymuştu ona:
“ İşin düşünce ararsın hep beni...” dedi.

***

Babür Bey:
“ Vallahi ne söylesem bilmem ki Abdurrahman Bey.” dedi. “ İyi mi olur desem kötü mü olur desem...”

***

Cabir Bey:
“ Bana danışma gereğini hissetmeniz benim için iftihar vesilesi olmuştur.” dedi.
Teşekkür etti. Defalarca teşekkür etti.

***

Dadaş Bey, “ Kulağını çekerim senin.” der gibi eliyle masaya vurdu: “ Kırkından sonra azan ne olur bilirsin.” dedi.

***

Ebubekir Bey:
“Paran o kadar çok ise getir bana ver, niye toprağa gömüyorsun, niye sokağa atıyorsun dostum.” dedi. “ İlahi!” dedi.
Gözlerinden yaş gelinceye kadar, kahkahalarla güldü.

***

Projesini gerçekleştirebilirse Hakan Bey’le meslektaş olacaktı...
Hakan Bey:
“Güzel iş.” dedi. “ Ben memnunum.” dedi. “ Korkma gir, bir mesele çıkarsa da çekinme bana gel.” dedi.

***

Irmak Hanım:
“ Karı kısmının saçı uzun aklı kısa olur diyenler, gelsinler birde seni görsünler...” dedi.
İktisat tahsili görmüştü kadın:
“Çıkacak kan nasıl ki damarda durmuyorsa, çıkacak para da cepte durmuyor demek ki…” dedi.
Ona, parasını en iyi şekilde nasıl değerlendirebileceğini anlattı. Uzun uzun anlattı.

***
YUNUS’ÇA


Uzatın ellerinizi Yunus’ça
Bir kere “merhaba” diyene, siz bin kere deyin
Susanlardan da kaçmayın ha, onlara da açın kucak
Yunus’un torunlarına da yakışan bu olacak.


Söylemek bile “fuzuli” bilirim, gülme öyle
Bir ulu ne demiş:” Varsın tekrar olsun iyiyi söyle”
Yunus da seslenmemiş mi bize şöyle:

“ Ben gelmedim kavga için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmaya geldim.”

4 Ağustos 2010 Çarşamba

ADAM VE MESELE


Koltuğun kenarlarına tutunarak kalktı ve ellerini beline dayadı; soludu...

Terliklerini ayağına geçirdikten sonra pencerenin önüne gitti.

Perdeyi araladı, baktı. Hızlı adımlarla yürüyen birine takıldı gözleri ve gözden kayboluncaya kadar takip etti onu.
Perdeyi yavaşça kapatıp döndü. Ellerini pantolonun cebine soktu. Halının üzerindeki parçalanmış sözlüğe baktı: Kabı fırlamış, yaprakları dağılmıştı.

-“Çiftçi” demem için lügat kopya verdi bana sanki diye söylendi.
Sözlüğün yanına gitti; çömeldi. Topladı dağılan parçalarını sözlüğün. İçerisinde “haris” kelimesinin de bulunduğu yaprağı gördü divanın altında. Uzandı aldı. Buruşturulmuş, top yapılıp atılmıştı.

Düzeltti, sözlükteki yerini buldu, yerleştirdi.

— Her kaybedişte böyle yapacaksan vay halimize vay haline, dedi.

Lahavle çekti. Sinirli sinirli başını salladı. Sözlük elinde olduğu halde koltuğuna gidip oturdu.

- Kaç kere söyledim sana, dedi.”Kazanmak istiyorsan kaybetmesini de öğreneceksin.”

Yanındaki sehpanın üzerine yavaşça bıraktı sözlüğü. Parmaklarıyla oynadı, dişlerini sıktı ve başını salladı uzun uzun...

— Kaybetmenin de kazanmak kadar normal olduğunu idrak edebilmelisin artık, dedi. Rakibin sensen üstünse elbette kazanacak; ne var yani bunda? Küsmek. Hırçınlaşmak, fırlatmak elindekileri sağa sola, iş mi yani bu...

Tespihini çıkardı, çekmeye başladı...

— Beklerdim ki, dedi; bundan böyle daha fazla çalışacağım, sana yetişeceğim hatta hatta geçeceğim diyebilesin... Tebrik edebilesin, kutlayabilesin beni... Beni veya bir başkasını her ne ise...

Oğlunun kımıldamaya başladığını gördü ve sustu. Bir sigara. çıkarıp yaktı. Gözlerini tavana dikti. Karısı çaylarla beraber gelinceye kadar da öyle kaldı.

—Nefis olmuşa benziyor eline sağlık canım, dedi karısının uzattığı tepsiden çayını alırken.

— Afiyet olsun hayatım dedi, kadın.
Gülümsedi... Masanın yanına gidip tepsiyi masanın üzerine bıraktı. Çayını aldı. Kocasının oturmakta olduğu koltuğun karşısında bulunan divanın üzerine çıkıp oturdu.

— Alptekin Bey’in hanımı telefon etti bugün

- Eee ne dedi?

—Yarın akşam bize gelmek istiyorlarmış da evde misiniz diye sordu.

— Evdeyiz değil mi?

— Hoşlanmazsın da pek.

—Yok muyuz dedin yoksa?

— Fehmi’ye sorayım dedim.

— Kaç kere dedim sana, böyle şeyleri bana sormana gerek yok.

— Sonra da surat asıyorsun ama en azından bana sorabilirdin diyorsun.
...
— Değil mi?

— Canım sende... Sahi sana atlatmış mıydım?

— Neyi anlatmış mıydın?

— Geçen akşam iş dönüşünde...

Çayını bitirmişti. Kalktı. Karısının da boşalan bardağını aldı, doldurdu geldi.

— İşte geçen gün iş çıkışında; ben, Alptekin bir de Lâmi Bey, iki tek atmak için bir yere uğramıştık da...
- ...
— Şundan bundan konuşurken lâf lâfı açtı, derken, bir aralık Lâmi Bey yerinden kalktı, ellerini masanın üzerine koydu:”Sen yalan söylüyorsun” diye var gücü ile haykırdı. Alptekin Bey’in suratına...


Kadın, kocasının bu tür konuşmalarına alışıktı: Konuya ortasından başlamasına, sonra başa dönüp bitirmesine...

- Eeee

— Dün arkadaşlara anlattım hadiseyi... Selçuk Bey’i tanırsın:”Lâmi Bey haklı” dedi. Ayten Hanım:”Saçma”dedi. Cumhur Bey Lâmi Bey’i iyi tanır; ben de onun vasıtasıyla tanımıştım zaten. O da:”Bilirdim ama bu kadar olduğunu bilmezdim doğrusu” dedi. Bununla da iktifa etmeyerek söylediğinin doğru olduğuna dair bir güzel yemin etti.

— O da yemin etmeyi pek seviyor herhalde

— Öyle, pek sever... ona buna doğru yanlış demeden yemin eder durur. Bir gün korkarım çarpılacak.

— Çarpılsın da aklı başına gelsin canım. Zırt pırt yemin edip durulur mu? Sahi çayın altını kapatmış mıydın?
Kapatmıştı.

— İçecek miydin? İçeceksen yakayım.

Kalktı kadın:

— Bakayım da, dedi


Bardakları aldı. Mutfağa doğru yürürken:

— Sana da doldurayım mı? dedi.

—Doldur bakalım dedi Fehmi Bey. Birer bardak daha içelim.

Karısı dışarıya çıkarken o da ellerini çattı; uzun uzun esnedi sonra da gerindi...

— Sen içmiyor musun dedi Fehmi Bey karısın uzattığı çay dolu bardağı alırken.

— Canım istemedi, dedi kadın.
Çaydanlıkta bir bardaklık çay kalmıştı onu da kocasına doldurmuştu.

— Ben seni yalnız bırakmayayım sana arkadaşlık edeyim diye doldur demiştim.

— Olsun...
Divana oturdu kadın. Ayaklarını altına aldı. Severdi böyle oturmayı. Ayaklarını altına alıp geriye kaykılmayı.

— Sahi elli milyona mı almış Alptekin Bey o evi?

—Vallahi öyle söylüyorlar.

— Konuşmadınız mı?

—Ne diyorum konuşmaya fırsat kalmadı ki... Adam öyle söyleyince şoke olduk.


— Peki niye öyle söyledi?

— İşte bizde ondan şoke olduk ya. Orta da fol yok yumurta yoktu.
- …
— Fakat şaştım... Alptekin Bey sanki böyle bir şey bekliyordu.
...
—Ne kızdı, ne başka bir şey yaptı. Öyle durdu işte. Hayret bile etmedi. Rahatsız olmadı, o kadar insanın ”a” larından “u” larından...

-Fakat öyleymiş o,karşısında bulunan kişi sinirlenmişse, yüzüne tükürse “eyvallah”der, haklısın haklısın dermiş, sağ ol sağ ol der gibi...
- …
— Karısı:”Deli oluyorum” bu adamın huyuna “der...”Karşısındaki adam sinirlenmişse
bizimki olur bir kuzu” der.
- …
— Onun yerinde başkası olsaydı kaldırır indirirdi yumruğunu diyorum ben suratının ortasına.
—Yapmazmış o.
- …
— Korktuğundan falan değilmiş ha, karısı öyle söyler...

— İnsan insandan korkmaz tabii de yalnız... Sen olsan söyleyebilir misin öyle bir söz?

— Canım bana bakma sen; herkes ben olmaz ki...

- Fakat söyledi be..Tanışalı iki gün bile olmamıştı daha...
- …
— Ben tanıştırmıştım iki gün önce...

— Peki, ne konuşuyordunuz o an?

— Canım ne bileyim ben ne konuştuğumuzu?
...
— Aslında...

Oğlunun, konuşmak için fırsat kolladığını sezinleyince sözünün devamını getiremedi. Oğluna

döndü:

— Bir şey mi söylemek istiyorsun? dedi.

— Bugünkü sözlükte kelime karşılığı bulma oyununda, dedi oğlu...”Bugünkü oyunda hep beni oyaladın sonra da düşündün... Ben saymıyorum bu oyunu...
...

— Tekrarlayacağız, kabul mü?

— Sadece son kelimeyi ama

— Ama...

- Aması falan yok...

Sözlüğü aldı Murat, rastgele açtı:

“Amfibol.”dedi

2 Ağustos 2010 Pazartesi

DOĞRU BULDUKLARIMIZI ALMAK


Bir an için gözlerimizi kapayalım. Bugün, şu ana kadar kim bilir neler yaşadık, duyduk,
İzledik, şahit olduk. Bunlardan biri ya da birkaçı üzerinde gerçek anlamda mütala yürüttük mü?

Türkiye'de elektrik kesintisinin çok olduğu yıllardan birinde Dış İşleri Bakanı ABD'ye gider. Tam asansöre binecekken ABD Bakanına elektrik kesilirse ne yapacağız anlamımda bir şeyler söyler espri yollu. Bakan, elektrikler niye kesilsin ki deyince de ülkemizdeki elektrik kesintisinden bahseder. ABD Bakanı, bizim Bakanımızdan bir süre izin alarak oradan ayrılır.

ABD Bakanı ne mi yapar? ABD Bakanı oradan ayrılarak yetkilileri arar hemen. Elektrik üretimi konusunda bilgi alır, uzun vadede elektrik üretimi konusunda bir sorunun yaşanıp yaşanmayacağını, olağanüstü bir durum ortaya çıkarsa alınacak önlemler konusunda bir çalışma olup olmadığını öğrenir.

Evet, şu ana kadar kim bilir neler yaşadık, gördük, duyduk, izledik, heyecanlandık, üzüldük de ne yaptık ya da ne yapacağız.

Mutlaka örnekleri çoktur da, yine yıllar evvel televizyonda bir program vardı. Yaşı yüze yaklaşmış mı geçmiş mi bir zencinin yaşamı anlatıyordu. Onun söylediklerinin can alıcı ayrıntılarını maddeleştirerek şöyle yazmak olanaklı:

1 - Çok yoksul bir köyde doğuyor.
2 - Amerika’ya göç ediyor, göç ettiği gün de kendi kendine bir söz veriyor, kazandığım paranın asgari şu kadarını bir köşeye koyacağım; koyuyor. Amacı, biriktirdiği para ile köyüne bir okul bir de hastane yapmak.
3 - Bir amaç için köşeye biriktirmeye başladığı paralar onu heyecanlandırıyor, ona yaşama sevinci ve azmi veriyor; onun anlatımı ile ölümcül denilen birkaç hastalığı hedef koyduğu ereğe ulaşabilmenin inancı ile yeniyor.
4 - Birkaç defa ciddi anlamda iş kazası geçiriyor, en büyük ilacı amacı oluyor; canı gidip gidip geldikçe, yaptıracağı okul ve hastane gözünün önünde canlanıyor.
5 - …
6 – 91 ya da 92 yaşında parayı tamamlıyor, köyüne dönüyor; köyüne bir okul bir de hastane yaptırıyor...

Bu iki anekdot (hikayecik) dan da çıdatılabilecek pek çok ders yok mu sizce?

Bu ana kadar pek çok kişi pek çok olay yaşadı, gördü, izledi okudu. Bazıları güldü geçti şahit olduklarına ya da yaşadıklarına, bazıları “ ateş düştüğü yeri yakar” gerçeğini kabullendi yüreği yananlar için, aynı şeyleri benim için de demesinler diye kendi durumunu değerlendirdi gerekiyorsa bazı önlemler aldı kendince. Belki biri, çöp kovasına atmak için eline aldığı salça kavanozunu yıkadı, beş on lira attı içine, gerisi de gelecek azar azar da olsa” dedi ; “ ölme eşeğim ölme” esprisi şimdiye kadar bana bir şey kazandırmadı diye düşündü ve belki de “ Neden olmasın?” diyerek heyecanlandı. Hulasa, zaman zaman da olsa kıssadan hisse çıkartmayı becerebilmek var olan bir alevin harlamasına vesile olur ki o alev iyi kullanılırsa iyi kötü kullanılırsa kötüdür, mevcut olan her şey gibi...

1 Ağustos 2010 Pazar

SELÂM

— Selamünaleyküm, dedi.

Kımıldandılar.

—Ve aleykümselâm, dediler.

Bıyıklı olanı tanıyordu geleni. Hafifçe kalkar gibi yaptı:

— Şöyle gel, dedi.

Yan masadaki boş sandalyelerden birini çekti.

— Rahatsız etmeyeyim, dedi gelen adam. Şöyle geçiyordum da, sizi gördüm bir merhaba diyeyim dedim.

—Yok canım, o ne biçim söz, dedi gelen adamı tanıyan. Tuttu kolundan, çekti oturttu.

Oturunca, tanıştırdı masadakilerle.

Karşılıklı nezaket sözleri saffettiler tanışanlar.

— Bir çay daha buraya, dedi Selahattin.

Selahattin bıyıklı olandı.

***

- Serbüleeeent..
-
Timuçin’di seslenen. Yoldan geçen fötr şapkalı adama sesleniyordu:

Durdu; döndü fötrlü adam. Sağına soluna bakındı. Sesin ne yandan geldiğini çıkartamamıştı.

Tekrar seslenince çıkarttı... Sesten yana baktı gördü sesleneni, güldü. Eliyle selâm verdi.

Serbülent saatine baktı. Zamanı müsaitti. Beş on dakikalığına da olsa gidebilirdi

yanlarına... Gitti... Başıını belli belirsiz indirdi kaldırdı. Öyle selâm verdi masadakilere.

— Bir çay daha buraya dedi Selahattin...

***
Telaşla yerinden kalktı.

— Müsaade bana beş on dakika, dedi. Şeye gideceğim de.

Mehmet Ali’ydi konuşan.

Alelacele gitti...

Uzaktan görmüştü. Kendilerinden yana doğru geliyordu. Feyzullah’la karşılaşmak... Böyle bir

ihtimal dahi Mehmet Ali’nin tüylerinin diken diken olmasına kâfi gelirdi her zaman.

Selahattin’in çayı bitmişti. Seslendi:

-Bir çay daha buraya...

***

Eliyle “gel” diye işaret etti Timuçin.

Biraz ötelerinde durdu dolmuş. İki adam indi, bir kadın. Adamlardan birinin adı Metin’di. İki

çanta vardı elinde. Onlardan birini yere bıraktı. Soluklandı... Terini sildi boşta kalan eliyle.

Sonra, çantayı tekrar aldı, yürüdü. Kahvehanenin önünden geçecekti. Her zaman öyle yapardı

zaten. Durakta iner, kahvehanenin önünden geçer, evine giderdi.

Kahvehanenin önüne varmasına az bir zaman kala gördü Selahattin’i. Durdu... Başını hafifçe

yukarı doğru kaldırıp kaşlarını çattı. Ağır ağır döndü. Yürüdü... Arka sokağa dalıp,

kahvehanenin arkasından gidecekti bugün evine...

Selahattin:

— İçeriz içeriz, dedi.

Çaycıya döndü:

— Çayları tazele dostum.

***

Özel oto hemen önlerinde durdu. Kapısı açıldı.

- Şunlara bak be, de direksiyonun başındaki adam. Ağızları açılsa işimiz var derler işiniz neymiş gördük işte


Masadakilerin hepsi kımıldandı.

— Nerden çıktın böyle, dedi Selahattin. Gelsene.

- Gel gel, dedi Mehmet Ali. Allah aşkına gel.

— Bundan iyi iş mi olur, dedi Timuçin.

-Yaaaa, ya dedi, adam. Çekti kapıyı.

Trafik kapanmıştı, kornalar çalışıyordu.

Kornaya bastı adam. Selâmladı masadakileri. Hareket ettirdi aracını.

— Bunun şerefine birer bardak içilir, dedi Selahattin ve seslendi: ”Tazele çayları... Birer çay daha buraya.”