5 Mayıs 2020 Salı



KÖLE
Akay Efendi bir süre kendini dinledikten, esneyip gerindikten sonra önce pencereyi açıp dışarıya sonra da kolundan hiç çıkartmadığı dededen kalma saatine bakmış. Bu gün de yapacak bir işi gidecek de bir yeri olmadığından bir süre oflayıp puflayıp, kaşınmış. Esranur Daşpınar’ın Köle isimli şiiri aklına gelmiş. Ezbere bildiği tek şiirmiş bu. Adını anımsayamadığı bir şiir okuyucunu taklit ederek okuyup eğlenmeye çalışmış kendince.

“Neden böyledir insanlar
Neden her seferinde acıtıp
İyi niyetlilerin canını yakarlar

Evet, evet anladım işte
İnsanlar birer köle
Şeytan ne tarafı gösterirse
Onlar giderler hep o yöne.”

Akay Efendi tam şiiri bitirmiş ki duyduğu bir sesle irkilmiş.
— Şair senin için yazmış bu şiiri.
Konuşan hamamböceğiymiş. Akay Efendi kızmış:
— Siz benim evi ne zaman terk edeceksiniz?
Hamamböceği:
— Hep aynı şey be, diye solumuş. “Ben ne diyorum sen ne diyorsun…”
— Terk edin evimi. İstemiyorum sizi bu evde. Kaç kez söyledim.
Hamamböceği manalı manalı gülmüş:
— Bu kadar yıllık tanışıklığımızın hatırına sana bir şey söyleyeyim mi Akay Efendi?
— Gözümüm önünden hemen kaybolacaksan söyle. Söyle ve de arkadaşlarını da al git.
— Sen önce sorununu sapta ve hallet. At miskinliği üzerinden. Kımıldan biraz. Benim gitmem bir şey halletmez. Hatta bak, ben giderim gittiği gün başkaları gelir, beni mumla ararsın mumla.
Akay Efendi, hamamböceğine, şimdi görürsün sen der gibisinden bakmış. Ona doğru hareketlenmiş. Başına geleceği hisseden hamamböceği de koşarak oradan uzaklaşmış.
Akay Efendi “ üf be! ” diye solumuş. Sinirden biraz ilerisindeki iskemleyi tekmelemiş. İskemlenin her bir parçası bir yere dağılmış. Akay Efendi bu işe şaşırmış. Şimdiye kadar bu iskemleye pek çok kez tekme atmış hatta yere fırlatmış ama iskemleye bir şey olmamış. “ Ne oldu şimdi buna da paramparça oldu? ” demiş. Akay Efendi’nin sorusuna çöp kovasından çıkan fare cevap vermiş:
— Gene iyi dayandı zavallı iskemle. Hatta bana sorarsan oturacak bir yeri olsun diye salıvermedi kendini bunca zamandır. Şimdi oturacak bir yerin de kalmadı. Ne olacak? Gel tekmele git yumrukla, insan gibi oturacağına at kendini üzerine.
Akay Efendi, suratını buruşturarak fareye sormuş:
— Sen de nereden çıktın?
Fare, bıyıklarını oynatarak karşılık vermiş
— Benim nereden çıktığım önemli değil önemli olan senin bu halinin ne olacağı?
Tuvalet kapısındaki aralıkta bekleyen bir başka fare arkadaşının sözünü tamamlamasına müsaade etmemiş:
— Şuna laf yetiştirmek için niye çeneni yoruyorsun be Boncuk kardeş. Gel, ne hali varsa görsün.
Akay Efendi “ şuna “ lafına çok bozulmuş. Tam bu arada da gözü tavandaki sivrisineğe takılmış. Bir süredir görmediğinden burada olmadığını düşünüp:
— Hoş geldin sivri belası, demiş
Sivrisinek:
— Hoş bulduk da “demiş, “Buralardaydım, niye hoş geldin dedin ki bana şimdi?”
— Epeydir teşrif buyurup ısırmadınız da beni. Gözlerim yollarda kaldı hani. Gidip geldin diye şey yaptıydım.
— Yok yok, buradaydım da senin yanına uğramadım.
— Niye?
— Artık seni sevmiyorum ben.
— Ben sana ne yaptım ki?
— Bana bir şey yapmadın da. Soğudum ben senden ya. Benim için ha varsın ha yoksun artık.
“ Benim için ha varsın ha yoksun” sözü Akay Efendi’yi titretmiş. Kızdırmış. Öfkesini yumruklarını sivrisineğe doğru sallayarak göstermiş. “ Sen de benim için ha varsın ha yoksun.”diye bağırmış. Sivrisineğin aldırmaz bir tavır ile uçup gitmesi Akay Efendi’nin iyice küplere binmesine sebep olmuş. Akay Efendi, yatak odasına geçmiş, olanca gücü ile kendini eskilerden yadigâr ahşap karyolanın üzerine fırlatmış, fırlatması ile birlikte de gözlerinden yaşlar akmış. Karyola da tıpkı sandalye gibi parçalanmış, karyolanın kopan bir parçası da Akay Efendi’nin kaba etine denk gelmiş, canını acıtmış.
Akay Efendi bir taraftan doğrulmaya çalışırken bir taraftan da kendi kendine söylenmiş.” Ne oluyor bugün ya! Her şey ters gidiyor.”
Karyola ses vermiş:
— O sandalyeye yaptığından sonra daha fazla tahammül edemezdim sana artık. Ne bu? Ata yadigârı diye gözün gibi koruyacağın yerde yapmadığın işkence kalmıyor. Taş olsa çatlar.
Akay Efendi, karyolaya ters ters bakmış. Haline bakmadan bana laf söylüyorsun aşağılamasını,
— Parçalandın hala konuşuyorsun, cümlesi ile ifade etmiş.
Tam bu sırada Akay Efendi, açık pencereden kafasını uzatan Ercan isimli çocuğu fark etmiş. Çocuğu bir yerden gözü ısırır gibi olduysa da çıkartamamış. “ Sen kimsin?” diye de sormamış. Yerinden fırlayarak çocuğun yanına varmış, insana yakışmayacak bir sözden sonra,
— Ne yapıyorsun sen burada? Beni mi gözetliyorsun? diye bağırmış.
Ercan, korkudan ne yapacağını şaşırmış. “ Kapıyı çaldım duymadınız. Pencere açık olunca da…” demeye çalışmış olmamış. Akay Efendi, sertçe iterek Ercan’ı oradan uzaklaştırmış. Pencereyi kapatmış. Perdeyi çekmiş.
Üst üste gelen talihsizlikleri bu sabah da elini yüzünü yıkamamasına bağlamış Akay Efendi. Bir haftadır üzerinden çıkartmadığı tişörtü bedeninden sıyırıp yere fırlatmış. Sonra da elini yüzünü yıkamak için banyoya doğru yönelmiş. Holden geçerken işittiği ağlama sesi ile irkilmiş. Ağlayanı öğrenmek için sağına soluna bakınmış. Ağlama sesi bakımsızlıktan içi bile görünmez hale gelen akvaryumdan geliyormuş. Akay Efendi, günlerdir akvaryuma yem atmadığını anımsamış. Hemen, yem kutusunun dibinde kalan döküntüleri almış. Tam akvaryuma atacakken akvaryumda kalan tek balık dile gelmiş:
— Atma. Aç değilim.
— Aç değil misin? O zaman içini çeke çeke ağlayarak benim asabımı niye bozuyorsun?
— Ağlıyorum çünkü mutsuzum.
— Mutsuz musun? Niye ki? Yediğin önünde yemediğin arkanda.
— Evet, karnımı doyuruyorsun. Allah da ömür vermiş yaşıyorum.
— Ee! Bir de belanı mı istiyorsun Allah’tan?
— Mutsuzum.
— Az evvel de söyledin bunu. Niye mutsuzsun onu söyle.
— Yalnızım.
— Yalnız ol ne var ki bunda?
— Sadece yalnızlık olsa!
— Ya?
— Beni aldın getirdin buraya hiç ilgilenmiyorsun. Beni sevmiyorsun.
— Senin neyini seveyim? Balıksın işte.
— Şevket Abi, her yem verişinde seni seviyorum Afyon kaymağım, derdi.
— Bırak böyle boş şeyleri be. Hem bak, bana da hiç seni seviyorum diyen yok. Ben de yalnızım.
— Ama sen canlı cansız her şeye kötü davranıyorsun. Temizlikten de intizamdan da pek haz etmiyorsun. Hiçbir şeye değer de vermiyorsun.
— Kendine gel yaratık. Ukalalığı bırak, çizmeyi de aşma. Ağzından çıkanı
kulağın duysun. Akşam için kızartma olma bana ha.
Yeri geldiğinde susmanın karşındakine verilebilecek en iyi cevap olduğunu iyi bilen balık Akay Efendi’ye karşılık vermemiş. Akvaryumun en dibine inip yosunların arasında kaybolmuş.
Akay Efendi, “ Yok yok bugün bir şey var Bu kadar tesadüf üst üste gelemez” diye söylenmiş. Bu durumdan biraz da korkmuş. Yemleri kutusuna atmış. Ellerini beline dayamış vücudunu sağa sola hareket ettirmiş. Banyoya doğru yeniden hareketlenecekken kapı çalınmış. Söylenerek kapıya gitmiş. Kim o bile demeden hışımla kapıyı açmış. Kapıda 80 yaşlarında renkli başörtülü temiz giyimli, güler yüzlü bir kadın varmış Akay Efendi beklenmedik misafiri tepeden tırnağa süzmüş. Sonra da ağzının ucuyla sormuş:
— Kime baktın?
— Evladım, bu evde bir maşrapa su bulunur mu?
Akay Efendi, soruya bir mana verememiş. “Ne?” diye de sormamış.
— Az ileride mahalle çeşmesi var, demiş.
— Onu biliyorum. Gelirken de yanından geçtim.
— Ee!
— Ben, sende bir maşrapa su bulunur mu diye merak ettim.
Akay Efendi, önce parmaklarını birleştirip yumruk yapmış sonra da sol elini rahat bırakıp iyice seyrekleşen saçlarını sol eli ile taramış. Sonra da ciddi ciddi sormuş:
—Teyze yaşına hürmeten bir şey demiyorum da benimle kafa bulmuyorsun değil mi?
—Yok yavrum.
—Su mu istiyorsun? Susadın mı?
—Susamadım.
—Eee, öyleyse?
Yaşlı kadın ellerini beline dayamış. Kaşlarını çatmış. Ses tonunu yükselterek şöyle söylemiş:
— Ercan’ın dinleyeceğine niye kulağına yapıştın hemen sen?
— Ercan da kim ya?
— Az evvel senin pencereye gelen oğlan. Benim torunum.
Akay Efendi, yaşlı kadının kendisine hesap sormak için geldiğini sanmış. Filmlerdeki kötü adamlar gibi gülmüş: Sonra da kükremiş:
— Dövecek misin yoksa beni sen ebe?
Yaşlı kadın cevap vermemiş.
— Maşrapam yok ama banyo tasım var. Getireyim mi bir tas su?
-…
— Haydi teyze. Güle güle. Güle güle. Elimi belaya sokma benim.
Akay Efendi bulundukları duruma daha fazla tahammül edememiş. Güçlü kollarıyla yaşlı kadının ayaklarını yerden kesip birkaç metre öteye götürmüş. Sertçe yere bırakmış. Avazı çıktığı kadar da bağırmış:
— Kaybol gözümden moruk.
Yaşlı kadın, bir saniye, üç saniye, beş saniye bırakılığı yerde durmuş. Sonra da şampiyon bir atlet gibi Akay Efendi’nin evine doğru koşmuş, açık duran kapıdan içeriye girmiş. Akay Efendi şaşırmış. Kızmış. Yaşlı kadının arkasından koşmuş, tam onu yakalayıp dışarıya fırlatacakken ayağı kaymış yüzükoyun yere yıkılmış. Bir zaman sonra Akay Efendi toparlanmış. Üzerini çırparak ayağa kalkmış. İlk gözüne çarpan akvaryumun hemen yanı başındaki altın kaplama maşrapa olmuş Gözleri koca koca açılmış. Büyülenmiş gibi maşrapaya bakmış. Sonra da kurgulanmış bir robot gibi ağır adımlarla maşrapanın yanına gitmiş. Çömelip maşrapayı almış. Maşrapa ağzına kadar da su ile doluymuş.
Balık, acımsı bir ses tonu ile Akay Efendi’nin olup bitenleri anlamasına yardımcı olmaya çalışmış:
— Teyze bıraktı, Ercan’ın elinden dalavere İle almana rağmen bir bardak su vermeyerek kurumaya terk ettiğin çiçeğe dökecekmişsin.
— Hangi çiçeğe?
Balık, yüzgeçlerinden biri ile hemen köşedeki çiçeği işaret etmiş:
— Dedim ya. Ercan’ın elinden aldığın çiçeğe… Aha şu çiçeğe!
Akay Efendi, gösterilen çiçeğe bakmış. Çiçek, buraya getirildiğinden beri hiç sulanmadığından yaprakları sararmış, solmuş, dökülmüş.
Akay Efendi bir anda insan olduğunu hatırlamış sanki. Her zaman yaptığı gibi dudak bülüp “boş ver” diyememiş. Yüzü, utançtan, sorumsuzluktan, acımasızlıktan, vurdumduymazlıktan renkten renge girmiş. Vücudunun tüm tüyleri diken diken olmuş. Maşrapadaki suyu çiçeğe dökerken, balığa dönüp sormuş:
— Beni affedebilecek mi?
— Güzel ve doğru şeyler yapmaya başlarsan affedebilir.
— Yaşayacak mı?
— Duaya da ihtiyacı var.
Maşrapadaki su ile birlikte Akay Efendi de bitmiş. Maşrapayı yere bırakıp bulunduğu yere çöktükten saliseler sonra gözleri kendiliğinden kapanmış. Kısa bir süre sonra da özü geçmiş Belki bir saat belki bir ay belki bir yıl belki bir asır uyumuş. Uyandığında gözüne çarpan ilk şey çiçeğin yeniden dirilmeye başlayan yaprakları olmuş. Akay Efendi bu duruma çocuklar gibi sevinmiş, sevincini akvaryumdaki balığa “Seni seviyorum Afyon kaymağım.” diye çığlık atarak göstermiş.
O dakikalardan sonra da zararın neresinden dönersen kardır atasözüne uygun olarak doğru ve güzel işler yapmaya başlayan Akay Efendi’ye Allah da yardım etmeye başlamış. Bir süre sonra da karşısına gönlü zengin kalbi güzel biri çıkmış “ Seni seviyorum Akay.” demiş. Evlenmişler.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.






2 Mayıs 2020 Cumartesi

BİR HİKÂYEMİZ VAR

ŞIK GİYİMLİ YAKIŞIKLI ADAM

Şık giyimli yakışıklı adan, girmiş olduğu kapıdan pek de hoş olmayan bir durumda, hem de kapıyı çarparak, hem de kusacak gibi çıktı.
En dış kapının önüne de çıktı. Birkaç kez derin soluk alıp verdi. “ la havle” çekti.
Parkın hemen yanındaki bankta oturan yaşlı adam birkaç gündür dikkatini çekiyordu. Dün de görmüştü. Parkın hemen yanındaki otobüs durağında otobüsten inmiş, o banka gidip oturmuştu. Akşamüzeri de oradaydı. Kılık kıyafetini değerlendirdi, teklif götürebilirdi.
Şık giyimli yakışıklı adam, ince eleyip sık dokuyanlardan da değildi. İnce düşüncelilerden de değildi. Aklına geleni söyler geçerdi.
Bir an yaşlı adanla göz göze geldi, sonra elleri ile yaşlı adama” gel gel” işareti yaptı.
Yaşlı adam, yaşına başına bakmadan ve de yüksünmeden ayağa kalktı şık giyimli yakışıklı adamın yanına vardı.
Şık giyimli yakışıklı adam,
İş arıyon mu dayı, dedi.” Tam sana göre bir iş var. Çalışmak ister misin?”
“ Umumi Tuvalet” tabelasının hemen altındaydılar.
Yaşlı adam, öylesine sordu:
— Burada mı?
Şık giyimli yakışıklı adam:
— Yok, dedi. Beşiktaş’ta holdingim var onun başına geçireceğim seni.
Yaşlı adam gülümsedi, öneri sahibi güldü.
Şık giyimli yakışıklı adam cebinden bir tespih çıkardı, birkaç kez salladı sonra da:
—Bak dayı, dedi. “Benim kuzenin kayınpederi çalışıyordu burada bir hafta öncesine kadar. Bir ayıbını gördüm geçen gün, Bakmadım gözünün yaşına defettim gitti. Senin yaşlardaydı. Çalışmak istersen hemen şimdi, hemen başla. Malum iş, küçük bir büyük iki. Gerisi sana kalmış. Asgari ücret garanti.. Hâsılat iyi olursa pirim de veririm.
Yaşlı adam anlamsızca güldü. Ak saçlarını eli ile taradı. Şık giyimli yakışıklı adama baktı.

Şık giyimli yakışıklı adam:
— Bir hafta bir çalış, yapamazsan gidersin. Okey, dedi. Elini uzattı. Yaşlı adam da elini uzattı. El sıkıştılar. Şık giyimli yakışıklı adam, cebinden anahtarları çıkartıp uzattı yaşlı adama:
— Bunlar anahtarlar, dedi. “Hangisinin nerenin anahtarı olduğunu dener görürsün.”
Şık giyimli yakışıklı adam, yaşlı adamın bir şey demesine olanak bırakmadan oradan ayrıldı. On beş metre kadar ötedeki son model spor arabasına bindi ve gitti.
Yaşlı adam önce iş yerine, sonra anahtarlara baktı “ şu işe bak” der gibisinden kendi kendine gülümsedi. Sonra da kapının önündeki tahta sandalyeye çöktü. Sandalyenin önünde tahta bir masa da vardı.
İki dakika kadar sonra pala bıyıklı tombul bir adam geldi:
— Kusura kalma dede, dedi. Sorayım da: “ Elli lira bozuk var mı?”
Yaşlı adan, başıyla yok işareti yaptı.
Pala bıyıklı adam, karnını tutuyordu:
— Girsem de yarın versem
Yaşlı adam, yüz ifadesini değiştirmeden, eliyle gir işareti yaptı. Pala bıyıklı adam içeri girdi. İhtiyacını giderdikten sonra çıkarken:
—Sağ ol dedi yaşlı adama. “Yalnız, kabinlerden birini pek kötü yapmış biri İstersen bir gir de bak.”
Yaşlı adam, bakarım gibisinden başını salladı.
Pala bıyıklı adam:
—Sözün bittiği yer, derler ya adamın yaptığı öyle bir şey dedi, iğrenerek suratını buruşturdu.
Yaşlı adam, “ Aldırma, öyle insanlar her yerde mevcut” der gibisinden gülümser gibi yaptı.
Palabıyıklı adam, yaşlı adam için endişelenmişti, Hatırlatmazsa huzursuz olacaktı, huzursuz olmamak için ikazını yaptı:
— İstersen, iyice kurumadan gözünü ve burnunu kapatarak birkaç kova su döküver. Bakarsın patron matron gelir. Ya da belediyeden.
Yaşlı adama bir anda sempatik geldi pala bıyıklı adam, “ Olur dökerim” diyerek gülümsedi. Pala bıyıklı adam hoşça kal der gibisinden bir el işareti yaparak oradan ayrıldı.
Yaşlı adam, ağır hareketlerle yerinden kalktı. Ellerini beline dayadı. Ne yapacağının bilemeyenlerin yüz ifadesi ile etrafına bakındı. Anahtarlara baktı. Sonra, aksayan ayağı ile içeriye girdi. Etrafını süzdü. Tuvalet kabinlerinden üçünün kapısı açık birininki kapalıydı. Ona doğru yürüdü. Kapıyı açtı, baktı. Manalı manalı baş salladı ama bela okumadı. Sonra paçalarını sıvadı. Fırçayı, süpürgeyi, deterjanı arayıp buldu. Yarım saat kadar öç alırcasına kirletirmiş tuvalet kabinini temizledi.
Ellerini sabunlarken, “ Ne oldum deme ne olacağım “ diyen boşuna dememiş dedi “ iç geçirdi.
İçeri girerken fark etmediği camlı bölümü gördü. Önüme gitti, içeri baktı: İçeride yatağa benzer küçük bir sedir, bir raf rafta birkaç kap kaçak vardı. Bir de darbuka. “ Belli ki garibim burada yatıyordu” diye içinden geçirdi. Kapıyı açmaya çalıştı, kilitliydi. Cebindeki anahtarları çıkardı, denedi, uyanı buldu kapıyı açtı. Kabinin bir de arkaya bakan kapısı vardı. Kapının önünde de küçük bir avlu.
Yaşlı adam, saatine baktı. Havanın karardığını da o zaman fark etti, Birkaç saniye düşündükten sonra cep telefonunu çıkardı, numaralar tuşladı, karşısına çıkan kişiye soğuk bir sesle:
—Ben bu gece gelmiyorum, merak etmeyin, dedi.
Karşıdaki ses de aynı soğuklukta yanıt verdi:
—Tamam…
Yaşlı adam, kabinlerin bulunduğu bölümden dışarıya çıktı, eski günlerini anımsadı “ buranın ağası benim “ der gibisinden sandalyeye kuruldu, sol bacağını sağ bacağının üzerine attı. Birkaç saniye sonra orta yaşlı bir kadın koşarak geldi, koşarak tuvaletin kadınlar bölümüne girdi, gereksinimini görüp dışarı çıkarken ihtiyar adam hala aynı pozisyonda oradaydı.
Kadın:
— Allah razı olsun bu mekânı burada yaptırıp tutana dedi, yirmi lira çıkarıp masanın üzerine bırakırken de ekledi: “ Üstü kalsın”
Yaşlı adam hem fiziksel hem de ruhsal olarak ağırlaştığını hissetti. Tuvaletlerin dış kapılarını kilitlemeden, ışıkları da söndürmeden biraz önce gördüğü camlı bölüme girdi. Perdelerini kapadı, kapıyı kilitledi, sedire uzandı. Bir süre sonra da gözleri kapandı.
Yaşlı adam, cam tıklatılması ile uyandı dakikalar sonra. Camı tıklatan sesleniyordu da aynı zamanda
— Selam emmi! İçeride misin?
Yaşlı adam, yavaşça doğruldu. Biraz bekledi. Sonra, sedirden inip kapıya yöneldi. Kapıyı açtı. Karşısında kendi yaşlarında bir adam vardı: Ne istiyorsun der gibisinden:
— Buyur, dedi.
Tanımadığı bir sima ile karşılaşmak, camı tıklatanı şaşırttı:
— Selam Emmi’ye bakmıştım amma.
— O dediğin kişi yok.
— Nerede?
— Ne bileyim.
Yaşlı adam, Selam Amca’nın genç yakışıklı adamın işten attığı adam olabileceği geldi aklına: Açıklama yapma gereği hissetti:
—Kovulmuş o. Ben varım artık.
Yaşlı adam, azıcık kenara çekildi:
— İstersen buyur.
Yaşlı adam, davetsiz misafirin “ yok yok” diyeceğini sanmıştı ama öyle olmadı. Davetsiz misafir, içeri girdi teklifsizce sedirin üzerine bağdaş kurup oturdu.
—Çayın yok, dedi. “Selam Emmi’nin hep çayı olurdu bu saatlerde.”
Yaşlı adam, çayın yok derken çaydanlığın da işaret edildiği yere baktı. Çaydanlığa benzer bir şey vardı. Küçük tüpün üzerine duruyordu.
Yaşlı adam, istediğin çay olsun der gibisinden kalktı çaydanlığı aldı, dışarıya çıktı, su doldurup geldi. Tüpü yaktı, çaydanlığı üzerine koydu: Sedire otururken de laf olsun diye sordu:
— Senin adın ne?
— Memmet, senin.
— Memmet mi?
— Herkes öyle der. Seninki ne?
Yaşlı adam, biraz düşündü. Yıllardan beri hiç kimse kendisine ne adı ile hitap etmişti ne de adını sormuştu. Kendini bir hoş hissetti.
— Galip.
—Tamam Galip Emmi, dedi davetsiz misafir. Benimki de Memmed unutma tamam mı?
Emmi sözü yaşlı adamın keyfini kaçırdı manasızca. Çıkıştı:
—Sen benden büyüksün, Emmi de ne oluyor şimdi?
— Ben senden büyük müyüm? Yaşın kaç senin?
—Yaşımı ne yapacaksın? Göz var izan var. En az beş yaş büyüksün benden.
— Ne deyim o zaman sana? Galip mi deyim?
Yaşlı adam’ı muhabbet açmadı:
—Tamam ne dersen de, dedi. Sonra da ekledi “Aradığın o adamı ne edecektin?”
—Selam Emmi için mi dedin?
Mehmet’in bir gözü çaydanlıktaydı, Su kaynamıştı.
— Uyuma çay taşacak, dedi.
Yaşlı adam:
— Sen benden küçüksün dedi, sen demle.
Mehmet,
— Çay demlemekle mi korkutacaksın beni, dedi. “Demlerim.”
Mehmet, kalktı çayı demledi, bardakları, şekeri hazırladı. Hepsinin yerini biliyordu.
— Selam Emmi iyi adamdı dedi. “Neye ayrıldı ki?”
— O şey adam, yakışıklı şık adam, sen söyle ismini, kovmuş.
— Recep Bey mi?
— Valla adını madını bilmem ben. Bana gel çalış diyen adam işte.
— Seni nerede buldu o? Hısımı falan mısın?
— Ben parkta oturuyordum, çağırdı gel çalış dedi…
— Eeee!
— Eesi işte, kısmetimiz buradaymış.
Mehmet, dikkatlice yaşlı adamın suratına baktı:
— Ben, dedi ve ekledi “ Elli yıldır buradayım. Seni hiç görmedim.”
— Görmediysen ne edeyim?
—Bişey değil de, görmedim dedim yani.
— Görmediysen görmedin. Görseydin emecek miydin, beni?
Mehmet, karşılık verecekti kelimeleri toparlayıp cümle kuramadığından söyleyemedi. Yerinden kalktı, çayları doldurdu.
İhtiyar adam üç, Mehmet beş bardak çay içti. Tek kelime konuşmadılar.
Çaydanlıktaki su bittiğinden Mehmet yedinci bardağı dolduramadı. Tüpün altını kapatırken yaşlı adam merak edip sordu:
— Burada mı yatıyorsun sen?
Mehmet, saf saf cevap verdi:
— Benim karı aramaya gelirse giderim, gelmezse yatarım.
— Burada mı yatarsın?
— He valla. Şu köşedeki kilimi altıma serer yatarım.
Yaşlı adam, kendince izah edemeyeceği bir sebepten asabileşti:
—Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Dalga geçmek için mi geldin buraya sen?
Mehmet, yaşlı adamın bu şekilde konuşmasına şaşırdı:
— Gene ne oldu? Konuşuyorduk ya güzel güzel emmi.
Yaşlı adam, dişlerini de sıkarak ses tonunu biraz daha arttırdı:
—Ben senden büyük müyüm ki de bana emmi enni deyip duruyorsun?
Mehmet, söyleyecek bir şey bulamadı. Yaşlı adam da uzatmadı. Birkaç dakika sonra da gözleri kendiliğimden kapandı.
On beş dakika kadar sonra yaşlı adam öksürerek uyandı.
Mehmet sedirde oturuyordu yine bağdaş kurmuştu.
— Sen daha burada mısın?
Mehmet, garip bir ses tonu ile sordu:
— Gideyim mi?
Yaşlı adam celallendi: Ellerini iki yana açarak:
—Ne diyeyim ben sana şimdi, dedi. “Kimsin, necisin? Geldin, kendi evin gibi şey yaptın mekâna.
—Saatin var mı?
— Var.
— Baksana birkaç oldu?
— Saati ne yapacaksın şimdi? Reisicumhurla randevun mu var?
—Yahu sen bi bak.
— Bakmıyorum ulan.
— Baksan ölür müsün?
— Bakmayacağım.
— Yahu bi bak.
— Bakmıyorum.
Mehmet, inatlaşmaya güldü. “Bakmıyorsan bakma” diye söylendi. Köşedeki telefonun yanına gitti. Ahizeyi kaldırdı. Birkaç saniye düşündükten sonra bir numara çevirdi. Karşı taraf telefonu açınca da hal hatır sormadan dileğini karşı tarafa iletti:
—Hafıza saat kaç?
Cevabı aldı.Telefonu kapattı:
— Daha erkenmiş yahu, dedi.
— Hafize kim?
Yaşlı adamın sesi kadife gibi çıkmıştı. Mehmet de aynı hoş ses tonu ile karşılık verdi:
— Benim kaşık düşmanı.
Yaşlı adam, bir şey demedi. Gözlerini tavana dikti. Mehmet, yaşlı adanma bir baktı, iki baktı. üç baktı sonra uzanıp dürttü. Gözlerinin dolduğunu fark etmişti. Ağlamak istediğini ama aylayamadığını düşündü. Kuvvet vermek istedi:
— Ağla ağla, Sıkma kendini. Rahatlarsın.
Yaşlı adam, gözlerini tavandan indirdi. Soludu da. Birkaç saat önce karısı ile yaptığı kısa telefon konuşması aklına gelmişti. Duygulanmıştı. Söylendi:
— Bak hiç arayan soran oldu mu oğlandan kızdan, dedi “ Niye gelmeyeceksin? Nerede kalacaksın?”
Mehmet, yaşlı adamın tavrından ve sözlerinden kendince bir tahminde bulundu. Dilini dişleri üzerinde gezdirdi. Burnunun ucunu kaşıdı.
— Birkaç gün yat bakalım burada, dedi. “Gün ola hayır ola. “
Sonra, birden aklına geldi, yaşlı adamı dürttü.
— Kadınlar tuvaletini de silip süpürdün nü? Yarın giremezsin. Selam emmi öyle yapardı. Gece temizlerdi. Temizleyemezse de benim hanıma telefon eder çağırırdı. Ne de olsa oraya girmesi hoş olmaz tabi. Benim hanım çok uzaktan onun akrabası olur da.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Sessizliği Mehmet’in suali bozdu:
— Sen benim hanımı tanıyon mu?”
Yaşlı adam, gayriihtiyarî güldü:
— Tanıyorum, on beş yıldır.
Mehmet, kızma manasında bir işarette bulunduktan sonra yavaşça yaşlı adama yanaştı:
— İstersen bu akşam kadınlar kısmını ben şöyle bir süpürüp sulayım, dedi.
Yaşlı adam, gülüşünüm dozunu arttırdı.
Mehmet, bozuldu:
— Ne oldu, ne sırutıp duruyon?
— Yok bir şey?
— Bişey olmadan gülünür mü? Nee güldün?
— Ne bileyim işte. Güldüm. İçimden geldi.
— Bana mı güldün?
— Yok canım. Sana niye güleyim?
— Kime güldün?
— Yahu kimseye gülmedim. İçimden geldi.
— Gadunlar tuvaletini temizleyeyim dememe mi güldün sen?
— Öylesine güldüm. Niye mesele ettin bu konuyu?
— Bana güldün sen amma, neyime güldün? Açıkda bişey mi gördün? Biri temizleyecek orayı.
Yaşlı adam gülmeyi kesti, kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Mehmet’in kolundan tutup itti:
— Ben yatacağım artık, haydi evine. Karın bekler.
— Ne oldu? Ne hiddetlendin de beni kovuyon şimdi? Köpeğine kış mı dedik?
— Kovmuyorum da. Neyse, kadınlar tuvaletini temizleyeceğim diyordun. Temizle de gel haydi.
—Temizlemecem. Az yi kendine bi uşak tut.
Yaşlı adam, alttan aldı:
— Haydi haydi, dedi. “İki su dök de gel. Ben de çayı bir kere daha demleyeyim.”
— Ben içmem. Uyuyamıyom sonra.
—Tamam o zaman da, hadi kırma beni, kadınlar şeyine bir bak da gel.
Mehmet, uzatmadı tartışmayı. Kalktı. Dışarıya doğru yürürken döndü:
— Ganın aç mı senin, dedi. “Benim karıya telefon ediyim de bi kap yemek getirsin mi sana?”
Yaşlı adam, şaşırdı. Biraz durdu. Sonra:
— Valla getirirse yerim ama dedi. “Senin ev nerede?”
— Üç beş binalık bişey. Getirdeyim mi?
— Yerim dedim ya işte.
— Bak sonra yimem mimem deme ama. Karıya ayıp olur.
— Getirirse yerim.
— Köpeklere dökmediyse pilav var. Ayran da getirsin mi yanına?
— Pilav kuru kuru yenmez. Varsa olur.
— Kaç dilim ekmek isten?
— Ekmek bir dilim olsa yeter. Ekmekten haz etmem ben pek.
Mehmet, telefonun yanına gitti. Avizeye eline aldı. Numaraları tuşlamadan yaşlı adama sordu.
— Pilavı ısıtsın mı getirirken?
— Ocak var işte burada. Gerekiyorsa ısıtırız burada.
— Karabiber falanda ekelesin mi pilavımı üzerine?
— Yok. Garabibere gerek yok.
— O şimdi, pilavı dökmüştür Üç günlük ya ondan. Sana iki yumurta gırsın da getirsin. Yin mi yumurta?
— Ben ne olsa yerim de…
— O zaman bi telefon ediyim, pilavı dökmediyse pilavı getirsin. Dökdüyse sana yumurta kırıp getirsin. Bi yumurtaynan mı doyan sen, iki yumurtaynan mı?
Yaşlı adam, terler gibi oldu, alnını ovuşturdu
— Şimdi boş ver ya sen, dedi Mehmet’e “ Aç da değilim zaten.”
— Aç değisin de ne getirsin dedin. Utandın mı yoksa lan?
Yaşlı adam, söyleyecek bir şey bulamadı. Anlamsızca el işaretleri yaptı. Mehmet, ahizeyi yerine koydu, küçük bir çocuğu okşar gibi yaşlı adamın yanaklarını okşayarak:
— Utanma utanma dedi.
Yaşlı adam, harekete anormal hiddetlendi. Mehmet ’i var gücüyle iterek kükredi:
— Ne yapıyorsun sen be adam?
Bununla da yetinmedi yaşlı adam. Mehmet’in kolundan tutup dışarıya doğru itti:
—Akşam akşam beni günaha sokacaksın. Çık dışarı. Beni ne sandın sen? Bu yaştan sonra…
Mehmet, biraz geri çekildi. Suratını bir garip buruşturarak yaşlı adama baktı:
—Senin kalbin kötü, dedi. Tu sana.
Yaşlı adam, sözden etkilendi, tepkisinin ölçüsüz olduğu kanısına kapılıp duraksadı
Birkaç saniye sessizlik oldu ortamda. Sonra, yaşlı adam. Sesine hoş bir tını vererek, sırf ortamı yumuşatsın diye sordu:
— Adın neydi senin?
— Söylemedik mi?
-…
— Adım Memmed. Belledin mi?
-…
Yaşlı adam, uzun uzun Mehmet’in gözlerinin içine baktı. Yüzünde yoruma açık bir giz vardı. Bu durumdan tedirgin oldu Mehmet. Biraz geri çekilip sordu:
—Neye öyle bakıyon bana sen?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini değiştirmedi.
—Bişeye mi hiddet yaptın gene?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmeyerek sorunun devamını getirdi:
—Gorgutma lan beni.
Mehmet, az daha geri gitti.
— Benim” lan” dedime bakma sen, dil alışkanlığı benimki. Ona gızdıysan.
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmeden Mehmet’e doğru bir adım attı. Mehmet, bir adım geri çekildi.
Mehmet’in soluk alıp verişleri arttı. Yaşlı adam dişlerini sıkarak çenesini sağa sola oynatmaya başladı. Gözlerini de biraz açtı.
Mehmet birden gülümsedi. Kaşını gözünü oynatarak,
— Burada televizyon yok ama sedirin köşesinde çok eskiden kalma cereyanlı bi radyo olacak. İsdersen aç da dinleyelim, dedi, radyonun yerini işaret etti.
“Cereyanlı eski radyo” sözü yaşlı adamın ilgisini çekti İşaret edilen tarafa döndü, radyoyu göremeyince de oraya gitti. Radyoyu görünce heyecanlandı. Hızlıca eğilip radyoyu aldı sedirin üzerine koydu. Açtı. Sonra da Mehmet’ coşku ve heyecanla seslendi. “ Gel gel.”
Mehmet üzerindeki gerginliği atıp yaşlı adamın yanına seğirtti.
— Hayrola, dedi. “ Pek sevindin.”
Yaşlı adamın gözleri parladı.
— Sevinmez miyim dedi. Mehmet’i kolundan çekip oturttu:
— Eskiden bizim de böyle bir radyomuz vardı.
— Eski bi dost görmüş gibi oldun sen lan
Yaşlı adam, sevinçle atıldı:
—Yaaa, Birden dedemi babaannemi, babamı hatırladım. Hepsi gözümüm önüne geldi.
Mehmet, yaşlı adamın elini avuçladı. Gözlerinden ışık saçarak yaşlı adamın sevincine ortak oldu.
Radyo ısındı, ses gelmeye başladı. Yaşlı adam kanal düğmesine elini uzatırken Mehmet’e döndü:
— İster misin dedi şimdi bir de bir yerlerden onların sevdiği şarkılardan türkülerden biri çıksın Mehmet?
Mehmet de daldı. Kemdi kendine söylendi:
—Benim dedem de “ Gün akşam oldu bi dost bulamadım türküsünü pek severdi.”
Yaşlı adam, radyonun sesini kıstı. Gözlerini duvarda bir yere dikti. Bir süre öylece kaldı. Sonra, Mehmet’in dizine hafif vurarak:
— Haydi, dedi. Doğru evine. Doğru karının yanına.
Mehmet:
— Radyo seni bi hoş etti lan, dedi.
— Evde karından başka biri var mı?
Mehmet yok manasına başını birkaç kez yukarı kaldırdı
— O zaman hiç durma. Haydi bakayım.
Mehmet, bir şeyler söylemek istedi ise de söylemedi. “ Eyi ya” dedi. “ Yarın gelirim.”
Sedirden indi. Elini sıkmak için yaşlı adamın elini uzattı. El sıkıştılar.
Mehmet, kapıya varınca tekrar “ hoşça kal” demek düşüncesi ile durdu. Döndü. Yaşlı adamın buruşuk yüzü dakikalar içerisinde biraz daha buruşmuş gibi geldi ona. Çok çok yorgun da gördü. Bu yorgunluğunu gönül yorgunluğuna bağladı. İçi acıdı. Döndü yürüdü, yaşlı adamın yanına, yarım adımlık kalınca durdu. Bir komutanın askerine emretmesi gibi:
— Galk, dedi. Gidiyoz.
Yaşlı adam, nereye sorusunu başını iki yana sallayarak sordu.
— Nereye?
— Galk bize gidiyoz.
Yaşlı adam, istemiyorum der gibi bir harekette bulundu.
Mehmet, yaşlı adama iyice yanaştı, elini tuttu:
— Bu aşam seni burada bıragmam, dedi. “Ölsem bıragmam. Bize gidiyoz. Yarın ne…edersen et.
İlgi, yaşlı adamı sevindirdi, içine ılık ılık hoş bir şey aktı. İlginin devamının var olup olmadığını sınamak istercesine:
— Yok, dedi ” Ben gelmeyim.”
Mehmet, yaşlı adamın elini bıraktı. Sonra da, her kullandığında az ya da çok işine yarayan o sözü yapmacıktan kızarak sarf etti:
—Gelmezsen ölümü öp.
Ve ekledi:
— Gerisi sana galmış artık…
Kapıya doğru ağır ağır yürüdü Mehmet. Kapıya varınca da beklediği sözü işitti yaşlı adamdan:
— Madem büyük yemin verdin, geleyim bari.
Mehmet, yarım geri döndü. Tek tük kalmış dişlerini göstererek gülümsedi:
-Ben gapının önünde bekliyom, dedi.”Kapıları mapıları gözelce kitle, Helaya melaya gireceksen de gir. Benimki bu konuda pimpirikli biraz yabancıları helâya almaz. Demedi deme sonra.


**************************

BİR GÜZEL SÖZ : En büyük cezaevi, insanın kafasının içidir. ( Montaiggne)