31 Ocak 2012 Salı

GÜZEL SÖZLER:
Bugün halledemediğiniz bir sorunun nedeni, dün onu doğru yapmak için zaman ayırmamış olmanızdır. ( Harrington)
***
Başarısızlık için kırk milyon dış sebebimiz vardır, ama kendimizde aradığımız tek bir mazeretimiz yoktur. ( Mikhail Strabo)
***
Kaçırdığınız her şey için başka bir şey kazanır ve kazandığınız her şey için başka bir şey kaybedersiniz. ( Emerson)
***

30 Ocak 2012 Pazartesi

GÜZEL SÖZ:

Biz insanlar mutluluğun değerini ancak onu kaybettikten sonra anlarız.( Plaurus)



30 Ocak

BİR GARİP ÖLMÜŞ DİYELER

Dün bugün için Tarık diye biri vardı da ilkokuldan, huzur evine yerleşmiş bir gideyim demiştim ya ziyaretine, gittim.
Kelimelerin kifayetsiz kaldığı anlar oluyor bazen günlük, öyle bir anı yaşadım bugün.
Ölmüş.
Aramızda merhabadan ötürü bir ahbaplığımız yoktu ama ölüm haberi neden bilmem beni çok etkiledi.
Yanılmıyorsam Yunus Emre’nindi dizeler:

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin.”

Ellerim pantolonumun cebinde oradan oraya saatlerce ayaza rağmen dolaştım bugün günlük.
“Hani ne derler, dünya iki kapılı bir han, gelen göçer.”
Kimler gelmedi ki aklıma. Bazen gülümsedim, bazen üzüldüm bazen utandım.
Olmaz bir şey de yaptım, milyon verseler bana yaptıramayacakları bir şey.
Tenha sokakların birinde yürürken birden elinde sepetle bir satıcı gördüm. Yaşlı bir adamcağızdı.
Yanımdan geçerken, utana sıkala ( belki de bana öyle geldi) ciğer- ekmek dedi.
Pantolon cebimdeki parmaklar o an, cebimdeki parayı saydı. Dört lira elli kuruş.
Birden döndüm:
- Ciğerci, dedim.
O durup dönünceye kadar yanına vardım, bozuklukları açtığı avucuna bıraktım:
- Yapıver bu kadarlık, dedim.
Paraları önlüğünün cebine attı, kolundaki sepeti yere indirdi, sonra da kendince bir şeyler hazırladı.
Gazeteye sardığı ciğer ekmeği uzatırken de, gülümseyerek:
- Afiyet olsun, dedi. Allah bereket versin.
Bir süre elimde ciğer ekmek yürüdüm. Sonra birden olmaz denilen bir şey yaptım.
Ekmekten büyük bir parça ısındım. Sıcaktı ve lezizdi.
Sonra da bir olmazı daha “ Boş ver, olacakla öleceğe çare mi var” deyip gerçekleştirdim.
Bir kahvehaneye girdim. Büyük bardakla bir çay söyledim.
Günlük, kalemime “ Atıyor değil mi?” diye soruyor ama atmıyorum.
Bir daha sokak satıcısından “ ciğer- ekmek” alır da yer miyim?
Olmaz olmaz derler ya bilge kişiler, bugün yaptığım da olmazdı, oldu.
Ah, Tarık! Ciğer- ekmek de yedirdin ya bana.
Allah rahmet eylesin.

29 Ocak 2012 Pazar

GÜZEL SÖZ:
Dostunun kusurlarını ona yalnızken söyle, başkalarının yanında ise onu öv. ( Aristo)
***

DARBUKA 29 Ocak

Bilmem ki banyoda hiç şarkı/türkü söylediniz mi? Daha doğru bir ifade ile banyo ya da duş yaparken şarkı/ türkü söylediniz mi?
Ben hiç banyo yapmam ki diyeceğim şimdi, soğuk esprilerden olacak.
Neyse, az evvel yabancı televizyon kanallarından birini ( yerli kanallarda da oluyor tabi_ hava atmak için yazmadım bir gerçeği yazdım ) izliyorum.
Biri, küvete girmiş bir taraftan sabunlanıyor bir taraftan bağıra çağıra ( yüksek sesle desem daha estetik olacaktı ama neyse) şarkı söylüyor.
Jestlerinden, mimiklerimden ırlamasından ( ırlamak: türkü şarkı söylemek- ukalalık olsun diye yazmadım, olur a anımsayamazsın) mutlu olduğu belli.
Seherin bu saatinde banyo da yapılmaz ki, şarkı türkü de bilmiyorum.
Filmdeki kişi hala banyoda…
Bir şarkı ya da türkünün tamamını bilemeyecek kadar yeteneksiz olmanın keyifsizliği ile yataktan kalktım. Gerçekten, bu kadar bu kanıda kabiliyetsiz miydim yoksa gereksinim mi duymamıştım?
Ev soğuk. Seherin ( Niye sabahın yerine seherin dediğimi biraz sonra anlayacaksın) bu saatinde soğuk olması gayet olağan, yatarken kombiyi kapattım.
Bir türkü, bir şarkı, bırakın tamamına azıcığını, bir dörtlüğünü hatırlayabilsem filmdeki adam gibi banyo keyfi yapacağım ama…
Zihnimi zorlayarak ( bu arada ezan okunuyor) kombinin yanına gittim, açtım, aramızda kalsın, derecesini biraz da yüksek tuttum.
Hava aydınlanmış olmalı. Emin değilim. İç odaya geçtim, perdeyi araladım tam aydınlanmamış.
Elektriği yaktım, aaaaaa o da ne?
Cümlemden de anladınız, sevindim.
Geçen ay mı desem geçen yıl mı desem orada mı desem burada mı desem ( saçmaladığımın farkındayım) her ne ise istiflenmiş eşyalar üzerinde bir darbuka.
İşsiz olduğum günlerden birinde bir büyüğüm demişti:
— Yavrum ticaret yap. Kaldırımın kenarına bir şeyler koy mutlaka satılır. İnan bana, taş koy mutlaka bir alıcısı bulunur. Takma kafana gülden başka bir şey.

Bunu uygulama durumunda kalmadım ama, bir gün ( Semtin adını anımsayamadım kusura kalma.) önünde boy boy darbuka bulunan ( boy boy dediğime bakma üç beş darbuka ya vardı ya yoktu) ) bir adamcağız gördüm. O anda da büyüğümün sözleri hatırıma gelmiş olmalı ki, gözlerim darbukalara takılmış. Satıcı, yerinden kalkmadan ( kim bilir daha evvel kaç kişi sordu ve sonrasında başını sallayarak yürüyüp gittiği için belki de), belki de öylesine:
- Buyurun efendim, kendi imalatım beğenmezsen iade et, dedi.
- Kaça?
Belki kıyafetimden, belki ses tonumdan az evvelki kayıtsızlından uzaklaşarak kımıldandı birden, satabilirim buna düşüncesi ile heyecanlandı belki de:
- Şu andaki maliyetinin de altında vereceğim, yani evinize süs olsun diye alsanız bile iyi olur. Tabii meraklısı sizseniz o başka.
Kalktı , eline bir tane darbuka aldı, çaldı, çok anlarmışım gibi , ve son noktayı koydu:
- Görüyorsunuz kusursuz.
Adam çaldı, ne diyeyim. Çaldığı parçayı ben bile, düşün ben bile, anımsadım.
Sorumu yineledim:
- Kaça?
Darbuka kim ben kim de, olan olmuştu işte.
O zamanın parasıyla düşündüğümün çok çok altında bir fiyat söyledi adam. Darbuka fiyatlarını ben mi gözümde bu kadar büyütmüştüm yoksa darbukaların fiyatları gerçekten bu muydu Ya da adamın inanılmaz derecede parayı ihtiyacı vardı da…
Orta boy bir darbuka aldım ( böyle bir şey varsa) , darbukayı bana uzatınca da utana sıkıla:
- Bir gazete falan yok mu, dedim. “Hani sarsak falan, gören mören olur maazallah ( Tövbe, çok kötü bir şey yapmışım gibi.)
Yokmuş. Yokmuş ama koşarak gitti, birkaç dakika sonra birkaç torba ( peşet kelimesini pek sevmiyorum) ile geldi, elindeki torbaya darbukayı yerleştirdi, “ güle güle “çalın dedi.
Yukarıda dedim ya, darbukayı aldım eve geldim, hiç tıngırdattım bilmem, ama unuttum gitti. Yani darbuka çalmak kim ben kim?
Demek ki az evvel gördüğüm yere koymuşum.
Aklımda şarkı türkü var ya, altıma tabureyi koydum, aldım. Tozla kaplanmış.
Bir şeye yoğunlaşmak diye bir şey var ya… Aklım sıra darbukaya konsantre oldum parmaklarımla darbukayı ( kimsenin duymaması temennisiyle ) örtüştürdüm.
Derken,

“Seher oldu vakt oldu
Sinem yare taht oldu
Ötme ey garip bülbül
Yar gelecek vakt oldu” demeye başladım.

Gerisi de geldi:

“Ağlarım sızlarım
Sensiz ömre yanarım”

Söyleyişimi beğendim de:

“Seherin tam vaktinde
Bülbül öter tahtında
Ötme ey garip bülbül
Yar gelecek vaktinde”


İlkokulda öğrendiğim bu türküyü birdenbire hatırlamam ve söylemem pek keyiflendirmişti beni. ( Okullarda “ bu öğrendiğim yarın ne işime yarayacak diyerek” tembelliğini gizlemeye çalışanlara öğrencilere ithaf olunur- DEMEK Kİ GÜN GELİYOR ANIMSANIYOR, FAYDASI DA OLUYOR-
Belki de ben bu hususta gizli bir dahi idim (!) de ( dikkat et, ünlemi parantez içerisinde kullandım) ben dahi kimse farkında değildi.
Görüyorsun değil mi günlük, öylesine izlediğim bir film, laf olsun diye aldığım darbukaya, o darbuka taaaa ilk mektepte öğrendiğim bir türküye o türkü bize bu türküyü öğreten Nevzat öğretmenime götürdü.
Bak, bir de Tarık diye bir çocuk vardı orada.
Bundan beş altı yıl evvel huzur Evinde kaldığını öğrendim tesadüfen. Yarın ona bir uğrayayım, sana yazarım.
Bu günlük bu kadar olsun mu ( Sanki olmasın deme gibi bir şansın var.)
Yarın görüşürüz( inşallah).

***
GÜZEL SÖZ:
İnsan yaşadığı anlarda değil, yaşamadığı anlarda ihtiyardır. ( İskoçya atasözü)

28 Ocak 2012 Cumartesi

BESTELİ TÜRKÜ

Gün oldu devran döndü
Külah öne düştü
Sildi günahını
Yazdı sevabımı
Dünü geçti
Yarınları seçti.

Her sabah her akşam; sordu soruyu:
“Bugün ne yapacaksın bugün ne yaptın?”

Hatır sordu hatırı soruldu
Yüzler güldürdü şen oldu gönlü.

Aşama aşama aştı yolları
Doldurdu heybesini tuttu yükünü

Bir eli verdi öteki bilmedi
Hep bana hep bana diyenler nerede şimdi?
BAŞLIKSIZ

Ne desem, ne deseler
“Aptal değiliz ya
Biliyoruz bunu yani “derdi

Hep yerinde saydı;
Hep aç kaldı...

27 Ocak 2012 Cuma

27 OCAK





GÜNLÜK,
Geçmiş günlerden birinde sana bahsetmiştim ya.
Tam anımsamıyorum anlatılan hikâyeciği ama öz olarak hatırımda.
Bir yerde, adamın biri bir şekilde para pul sahibi olur.
Hikâye bu ya, para pul sahibi olan bu adamla günlerden bir gün belli aralıklarla arkadaşları yolda karşılaşırlar.
Biraz somutlaştırayım hikâyeyi istersen ( sanki istemiyorum demek gibi bir şansın var) Sonradan mal mülk sahibi olan kişinin adı Derya olsun. Derya dememin bir sebebi var: Deseydim ki para pul sahibi olanın adı Elbeyi… Okuyacaklardan bazıları diyecekti ki hemen “ Niye Elbeyi? Niye erkek?
Ya da deseydim ki Yeliz. Hemen diyeceklerdi (bazıları) :
“ Niye Yeliz? Sen feminist misin? Niye aklına hemen bir kadın ismi geldi?”
O nedenle Derya, dedim. İsteyen kadın olarak algılasın isteyen erkek. Dört isim daha vereceğim onlar da öyle olacak.
Derya: Sonradan zengin olan bir şahıs
Güngör: Derya’nın bir arkadaşı
Deniz: Derya’nın bir tanıdığı
Tuna: Derya’nın arkadaşı
Güniz: Derya’nın merhabalaştı bir insan.
Sözün öze Derya ve arkadaşları.
Şimdi, hadise şu:
Derya’nın arkadaşları bir şekilde yolda karşılaşıyorlar, arkadaşları gülümseyerek, el sallayarak, başlarına hafifçe öne eğik kaldırarak ya da “merhaba”diyerek selam veriyorlar ona, ancak Derya onlara karşılık vermiyor.
Sonra, Derya’nın arkadaşları duygu ve düşüncelerini şöyle ifade ediyorlardı beş aşağı on yukarı, arkadaşlarına ya da kendilerine:
Güngör: Cebi para gördü ya selamımızı alma lütfünde dahi bulunmuyor hazret.
Deniz: Para adamı bu kadar mı değiştirir ha. Nah şuraya yazıyorum, Derya diye birini sildim defterimden. Ölürse cenazesine bile gitmeyeceğim. İnsan yerine koyduk “ merhaba” dedik dönüp bakmadı bile.
Tuna: Bir filozof şöyle diyor, birinin nasıl biri olduğunu anlamak istiyorsan ya para ya da koltuk sahibi yapacakmışsın. Hiç tanıyamamışım Derya’yı. Hiç olmazsa insan gülümser gibi yapar, selam babından elini koluna falan kaldırır. Eline beş para geçti diye kendine beş paralık biri mi sandın? Burnun bu kadar mı büyüdü?
Güniz: Bugün Derya’yı gördüm yolda. O kadar dalgındı ki selamımı bile görmedi. Arayıp da herhangi bir sıkıntısının olup olmadığını sorsam mı acaba?
Dün gece de evvelsi gece de aramadı Yadigâr.
Yadigâr mı kim?
Bahsetmiştim ya. Bahanesiz gül bağına girilmez misali almış olduğu yeni arabasına hayırlı olsun demek için ziyaretine gitmiştim. Sonra da evime bırakmak için çok ısrar etmesine rağmen kuzene uğrayacağım bahanesi ile istemini kibarca kabul etmemiştim…
Bir şey anlamamışsın gibi. Ayyy tabi gündem o kadar hızlı değişiyor ki. Telefondan, hakaretten makaretten bahsetmiştim de gerisini getirmemiştim. Geri sayfalara dönersen anımsarsın.

Hani gece yarısı telefonumu acı acı çaldırtmıştı, ikiyüzlülüğümden girmiş dönekliğimden çıkmıştı.”
Daha ne hakaretlerde bulunmuş bunu da yeni aldığı arabasına binmemem nedeni ile sarf etmişti.
Ama ben, sana da yazmıştım ya, olur a, Allah korusun bir kaza maza yapar sebebi de ben olurum endişesi ile “ Seni bırakayım önerisini “ geri çevirmiştim.
Yok onun şoförlüğüne güvenmemişim de…
Yok onu kıskanmışım da…
Yok…
Aslında bundan yıllarca evvel belki de birkaç yıl önce, fazla alınganlık ve de bu alınganlık akabinde olmadık şeyleri yapabildiği için psikolojik bir tedavi görmüştü Yadigâr.
Bu tedaviye de Sevil vasıta olmuştu.
Yadigâr’ dan oldum olası haz etmemişimdir zaten, “ Ne halin varsa gör “ deyip ilişkimi tamamen kessem mi bu hadiselerden sonra acaba? Yoksa kontrol altına aldığını bildiğim rahatsızlığı yeniden nüksetti galiba deyip Sevil’i arayıp ona bir akıl mı danışsam: Malum ne demişler,” Akıl akıldan üstündür.”
Bu konuda daha çok yazacaklarım vardı ama o kadar güzel kar yağıyor ki şu anda,lapa lapa… Pencerenin kenarına oturup biraz dışarıyı seyir edeceğim. Bakarsın fotoğraf makinemi alıp dışarıya da çıkarım. Çünkü yıllardır böyle kar görmedi buralar. Bakarsın birkaç güzel poz yakalarım, bu da fotoğrafçılık merakımın yeniden depreşmesine sebep olur.

24 Ocak 2012 Salı

AĞLIYORUM

Gülüyorlar
Bana gülüyorlar
Söyleyemiyorum ya bazı kelimeleri
Söyletiyorlar, gülüyorlar…
Safım,
Anlatıyorlar,
Anlayamıyorum
Sorular soruyorum
Benim kelimelerimle benim gibi cevap veriyorlar
Gülüyorlar.
Ağlıyorum
Bilmiyorlar.
YILKI ATI- 2-

Yılkı Atı’ndan bilmem kaçıncı sayfayı okudum ama hatırımda tek bir satır kalmadı. Aklım fikrim 21 de idi. Yılkı Atı ile 21 arasında bir ilinti vardı ama ne?
Ve derken birden bir şeyler hatırlamaya başladım.
Soğuk ve karlı bir ocak ayı idi.
Bir tren.
Bir kompartıman.
Seksen yaşlarında bir kadın.
Kadının anlattıklarından mana çıkartmaya çalışan birkaç kişi. Aferin de diyen var, deli olmalı diyen de.
Konuşuyor, anlatıyor.
Hepimiz ağzına bakıyor ihtiyar kadıncağızın.
Vakıa hakikat.
Zaman zaman kendimize mukayyetten olamıyoruz, gülüyoruz. O da gülüyor.
Anlattıklarına inanmıyor olacağız ki, yemin ediyor.
- Vallahi öyle.

Kompartımanda konuşulan kelimeleri, cümleleri birebir hatırlamam elbette olanaklı değil ama beynin bazı isimleri, kelimeleri absorbe etmiş olmalı onlardan bazılarını çok iyi anımsıyorum:
- Şehre yılkı atı almaya gidiyorum
- Bu yaşta yılkı atını ne yapacaksın ebe?
- Yılkı atı değil de başka bir şey demek istedi herhalde. Yılkı atı başıboş bırakılmış at demek. Yılkı atı şehirde değil dağda olur ana.
- Yılkı atını ne yapacan?
- Okuyacağım.
- Ne yapçan ne yapcan?
- Okuyacağım. Yıllarca içimde ukde oldu. Anca vaktim oldu.
- Vallahi yani, muhteşem. Sözün bittiği an.

Enteresan bir gündü o gün günlük. Ben bunu burada keseyim de biraz daha somut hatırlamaya çalışayım. O zaman yazayım.
Belki akşama doğru görüşürüz tekrar.









YILKI ATI -3- 21 OCAK

Sohbeti inanılmaz güzel bir teyzecikti. Her cümlesi, her anlattığı bir hayat dersiydi. Aslında oradakilere ve anlayanlara Allah’ın bir hediyesiydi: Gör ve ders al.
Ders aldım mı?
Yani…
Bir şeyler kaldı zihnimde sanki, zaman zaman istifade de etmedim değil doğrusu.
Abbas Sayar’ın Yılkı Atlı romanını ilk defa ondan duydum. Merak ettim, o tarihten beş altı ay sonra da aldım ama ne yalan söyleyeyim unuttum gitti. Bugün okuyorum işte. Her satırında, her cümlesinde her sayfasında o teyzecik geliyor aklıma:
Okuma yazmayı köyüne gelen Aykut isimli bir öğretmenden öğrenmiş. O zaman yaşı yetmişin üzerindeymiş kendi ifadesi ile.
Romanın özetini de o öğretmenden dinlemiş, sonra da öğretmen oradan ayrılmış.
- Pek merak ettim, demişti şaşkın bakışlarımız arasında.
Ve yalan olmasın, mealen ,
- Şehre gidiyom, ktapçılara bakacam, hem de hayatımda ilk kez şehir görecem demişti.
- Yanına birini alsaydın bari, demişti kompartımanda oturanlardan biri. Birazda alaylı eklemişti: “Oralarda kaybolursun ebe, kaybolmasan bile kaçırırlar seni.”
Kendi deyimi ile köyde üç dört koca karı ile beş altı koca herif varmış: ” Kim katsaydım yanıma.”
Çocuklarının hepsi ölmüş. Yani senin anlayacağın tek bir canı kalmış.
Düşünebiliyor musun Günlük ( Bak gene ilk harfini büyük yazdım) beş altı tavuğundan aldığı yumurtalarla Karakız isimli ( Yoksa Karakız değil mi idi ? ) ineğinden sağdığı sütleri satarak geçinirmiş, onlardan beş on beş on para biriktirmiş,” yaş epeyce kemalini buldu, seneye ya çıkarım ya çıkmam “düşüncesi ile de kışta kıyamette hem bir şehri göreyim hem de bir roman okuyayım diye yollara düşmüş…
Konuşmasının bu aşamasında “ ineğine ve tavuklarına birkaç gün göz kulak olacak olan komşusuna ( ismini hatırlayamadım) dualar etmişti:
- O da benimle gelecekti ama o benim kadar sağlam değil, demişti.
Şehre gelmişken kendine bir de bisiklet bakıp fiyatlarını öğrenecekmiş. Şimdi tek emeli biraz daha para biriktirip iki tekerlekli bir “ bisiklet” almakmış.
Bizim ne diyeceğimizi aklından geçirmiş olmalı ki,
- Biliyom bana şimdi köydekiler de deli diyecekler ama, bunca yıldır akıllı dediler de ne oldu? demişti.
…. İstasyonunda inmek zorunda kalmasaydım o teyzeyi şehirde birkaç gün misafir etmek, hatta hatta ona iki tekerlekli ikna edebilirsem üç tekerlekli bir bisiklet de almak isterdim.

22 Ocak 2012 Pazar

21 OCAK
YILKI ATI -1-

Bugün ayın 21’ i imiş.
Anlamadın değil mi?
Bugün ayın 21’i imiş.
21 Ocak…
Ocak değil de, gün olarak 21 bir şey. Yani aklımın bir yerine yerleştirmiş kendisini.
Benim için mühim bir tarih.
Çok mu sevinmiştim o gün, çok mu üzülmüştüm, büyük bir başarıya imza mı atmıştım ya da büyük bir hayal kırıklığına mı uğramıştım? Sevdiğim biri beni mi terk etmişti ben mi beni seven biri ile ipleri kopartmıştım?
Hatırlayamıyorum ama 21 önemli bir tarih…
Yoksa bugün yapmak gerekli bir şey mi vardı da aklımdan mı çıktı?
Evet, bugün 21 Ocak… Ocak bir şey çağrıştırmıyor ama 21 benim için önemli. Ama ne?
Bu böyle olmayacak. En iyisi kafamı biraz dağıtayım.
Yukarıdaki satırları yazdığım sırada sabahki havamı yansıtmaya çalıştım. Cümlelerimden o anki, o anki ruh halimi çıkartabildiyseniz amacıma erişmişim demektir ki mesele hallolmuştur.
Evet, beynimi zorladım, zorladım ama 21’in benim için öneminin ne olduğunu çıkartamadım. Kafam dağılırsa belki çıkartabilirim düşüncesi ile aklıma başka şeyler getirmeye çalışarak evin içerisinde ellerimi arkama bağlayarak volta atmaya başladım. Mutfaktan dış balkona, dış balkondan banyoya , banyodan salona… Gözlerimi kah yerde , kah tavanda kah duvardaki bir resimde ya da fotoğrafta…
Bir üç beş yedi sekiz derken kitaplığın önüne demir attım. Kitaplarıma bakmaya başladım. Ellerim kitaplardan birine gitti, aldım çektim. Kitabın adı Yılkı Atı idi.
Evet evet, 21’in bu kitapla bir ilgisi vardı, vardı da ne?
Günün tarihi benim için önemliydi de, niye?
Günlük, sana yazacaklarımı bir yere not etmişim. Şu dakikalarda onu sana not düşüyorum, hem de aynen:
Kitabı okursam, belki anımsayabilirim.
Gülme bana öyle, evet yıllardır kitap okumuyorum ama bu hiç de okumayacağım manasına gelmiyor. Hem atalarımız ne demiş:” Zararın neresinden dönersen kardır.”
Hem hiç kitap okumayan birimiyim ki ben manalı manalı bakıyorsun?
Madem, günlük geleceğe kalacak tarihi vesikadır, bak notumu düşüyorum:
1- Saar 05.00 Yılkı Atı adlı roman okunmaya başlanacak.
Ve senin kapağını şimdi kapatacağım, okumaya da başlayacağım. Sen de çatla.
Günlük, bak :
Gittim- okudum- geldim…
Gördün değil mi?
Deme öyle , “ Yarım saatçikmiş.”
Bir söz var, başlamak bitirmenin yarısıdır. Çoğu zaman başlamak bitirmekten daha zordur.
Bu gün yarım saat okurum, yarın bir saat.
Böyle masallar çokmuş!
Bu sözünün 21 ile bir ilgisi var sanki.
Bu masalları biz çok duymuşuz!
Bıyık altından bu sözü söylemek hoş da, bu masallardan destan çıkartanlardanız biz.
Yani tam bir destan çıkartamadıysam da destana benzer bir şeyler çıkarttığımız oldu.
Gülümseme öyle alaylı alaylı, göreceksin ki bugünden tezi yok günde en az yarım saat kitap okuyacağım, sen de mosmor olacaksın.
Bak hala tecessüs ile bakıyorsun ama şimdi sana yazmaya son vereceğim ve de gidip kitabımı okumaya başlayacağım.

20 Ocak 2012 Cuma

Güzel Söz:
Sen ne dersen ne: GÜN BUGÜNKÜ GÜNDÜR.


21 OCAK

SEVGİLİ GÜNLÜK,

Kütüphanemde vakit geçirdiğim dakikalarda Muallim Naci’nin “ Osmanlı Şairleri” isimli kitabına gözüm ilişti az evvel. Almışım bir tarihte, kitaplığıma koymuşum.
Okudum belki ama şu anda içeriğini anımsamıyorum. Sayfalarını karıştırdtm , bir beyit gözüme ilişti pek de hoşuma gitti.
Seninle paylaşmak istiyorum:

Kalmamış bülbüllerin te’sir feryadında hiç
Gül o gül amma bi- haberdir halet-i nakkaşdan

Açıklaması ( Üzülerek söylüyorum, açıklaması gerekmemeliydi, her Türk ne demek istediğini anlamalıydı )şöyle:

Bülbüllerin feryadında hiç tesir kalmamış
Gül o gül ama ne hikmetse gülüstan o gülistan değil.

Nasıl yorumlarsan yorumla, nasıl hissedersen hisset
Beylikçi İzzet Bey yazmış.
ODA KİM YA DİYORSUN BELKİ AMA BELKİ CANI RAHMET İSTEDİ, VESİLE OLDUK

Şair şiir anlaşılmamalı her okuyan o şiirden başka bir mana çıkartmalı der.
Birde bu gözle mi okumalı bu dizeleri ne?

19 Ocak 2012 Perşembe

KASTIM O DEĞİLDİ İNAN!

20 OCAK


Sabah kalktım. Elimi yüzümü yıkadım. Üzerimi giydim. Kahvaltımı yaptım.
İlk mektepte bazen muallimlerin isteği ile bazen talebenin bir akıma kapılması ile günce yazılır.
İlk mektep talebelerinin yüze doksandan fazlası da günlüğüne şu cümlelerle başlar:
Sabah kalktım. Elimi yüzümü…
Sevgili günlük, genelde sana bir şeyler akşamları yazılır ama bak genelde diyorum, şu anda saat 02.15.
Evet, 02.15
Dün olduğu gibi bugün de ( bu gece deseydim belki daha da doğru olurdu) saat tam 02’de telefon acı acı çaldı.
Dünden birazdan bahsedeceğim ama az evvel telefondan arayan dün gece olduğu gibi uzun uzun içini dökmedi.
Telefonu açtım:
- Alo, dedim.
Karşıdaki zat:
- Alo kadar başına taş düşsün, senin gibi nemrut dedi kapattı.
Alçak gönüllüğe hacet yok günlük, kelime hazinemin ne kadar zengin olduğunu bilirsin
Ama inan bir an nemrut kelimesinin manasını çıkartamadım. Kurulan cümleden anlamın pek de hoş olmadığını tahmin ettim ama gene de bundan emin olmalıydım. Hemen TDK’nin sözlüğüne el attım. Birkaç anlamı varmış: yüzü gülmeyen, acımaz, can yakıcı
Kastetse kastetse “ acımasız” ı ya da “ can yakıcı” yı kastedebilir diye düşündüm ama anımsayabildiğim kadarıyla ne canını yakmıştım onun ne de acımasız davranmıştım.
Bak şimdi günlük,
Geçen gün ben sana yazdım?
Korktum dedim değil mi?
Canlı şahidimsin. Korktum demesem onu haklı bulabilirsin.
Suçlamalara bak şimdi ( Şimdi, hani sadece “Alo kadar başına taş düşsün, senin gibi nemrut dedi kapattı” demiştin diyecektin ama bunun dünü ve evvelsi günü de var)
Ben, kıskançmışım.
Ben, ikiyüzlü bir dönekmişim.
Ben, onu küçük görmüşüm.
Ben harismişim.( Efendim, haris mi ne? Sözlüğe bak. Armut piş ağzıma düş deme. Şimdi bütün hırsımı senden çıkartacağım, kabak senin başına patlayacak)
Ben…………… bir mahlukmuşum.
Gülme günlük. Bunlar kendimi zorlayarak yazabildiklerim. Yazamadıklarımı sonra seninle paylaşacağım.
Kim bu kendini komik sanan insan mı diyorsun?
Teşekkür ederim, gecenin bu saatinde hoş bir iltifattı.
Geçtiğimiz günlerde mi aylarda mı ne, televizyonda mı radyoda mı ismini anımsayamadığım biri mini bir anekdot anlatmıştı. Can kulağı ile dinlemediğimden ötürü teferruatı ile aktaramayacağım ama aklımda kalanları yazmak isterim.
Aman Allah’ım’ Ocağa çay suyu koymuştum. İnşallah suyu tükenmemiştir…
Tekrar beraber olacağız




Güzel Söz:
AKILLI ADAM HER ŞEYE ÇARE BULUR, BULAMAZSA YARATIR.( Channing)

18 Ocak 2012 Çarşamba

19 OCAK

KABAĞI YEDİK GÜNLÜK

Günde, bazen de defalarca çalan telefona belli bir saatten sonra çalarsa neden acı acı çaldı denir bilmem, ama dün gece tam uyumuştum ki telefon acı acı çaldı.
Malumunuzun bazen yanlış numara falan çevrilebiliyor, bir bekledim iki bekledim telefon susmadı. Gayri ihtiyari saate baktım saat 02.13’ tü. Yüksek sesle “ Hayırdır inşallah” dedim. Kalktım, üzerime bir şey aldım.
Aylardır, yok yok yıllardır kabak yemiyordum. Şimdi diyeceksin ki ne alaka ? Şöyle bir alaka, anlatayım günlük:
Dün eve gelirken Manav Hazım’ın önünde gayri ihtiyari gözüm sergiye takıldı. Sergide de bir noktaya odaklandı, kabağa. Belli ki çok özlemişim. Manav Hazım tabi ki yılların kurdu - Bu mevsimde böyle kabak bulunmaz, dedi.
Anladım der gibi başımı salladım.
- Bugün geldi.
Başımı “ anladım” manasında sallamaya devam ettim.
- Sabahtan beri üç kasa sattım, bu son
O an, “ Ver bakalım bir kilo” demek mecburiyetinde hissettim kendimi, dedim de.
Manav Hazım, ereğine erişmiş bir komutan edasıyla bir kilogram kabak tarttı hemen. Ve kabağı terazinin kefesinden alırken, gözlerini gözümle birleştirerek:
- Evde dereotu var mı? dedi.
- Dereotu mu?
- Malum dereotsuz kabak yemeği olmaz.
Dereotu diye bir şey bilmiyor değildim ama yıllardır kullanmadığımdan tadını pek anımsayamadım.
- İsterseniz bir demet vereyim, varsa da bulunsun evde.
- Ver bakalım, dedim.
Verdi
Kabak yemeği için sarımsak da gerekiyormuş. Manav, yemek konusunda acemi olduğumu sanmalı ki sarımsağı da anımsattı, sarımsağı alıp almama konusundaki tereddüdümü hissetti, “ Evde ithal sarımsak varsa lezzetini alamazsınız kabağın.” dedi, bir demet sarımsak çıkarttı, burnuma yaklaştırdı, iştahla, “ Kokla!” dedi.
Emre itaat ettim, kokladım.
Kastamonu sarımsağıymış.
Manav Hazım anasının gözü tabi, ben daha bir şey demedim:
- Yalnız kusura bakmayın yarım kilodan fazla veremiyorum dedi.
Şaşırdım:
- Niye yarım kilodan fazla veremiyorsun ki?
- Piyasada sarımsak yok. Daha doğrusu sarımsak var da böyle sarımsak yok. Sağ olsun kabzımal Hüsnü bana ayarlıyor da seçkin ve itibarlı müşterilerimi sarımsaksız bırakmıyorum.
İşte esnaflık bu, laf arasında beni hem seçkin yaptı hem de itibarlı. Gururumu okşadı. Bu iltifatın altında kalmak bana yakışır mı?
- Sağ ol, dedim. Yarım kilo da sarımsak ver bana.
- Tosya pirinci
- Tosya pirinci mi?
- Güzide müşterilerimiz için, içine pirinç katılması gereken sebzeler için özel pirinç getirtiyorum Tosya’dan. Malumunuz kabağın içine pirinç de katmak lazım.
Bu sözlerinin ardından ani bir hareketle eğildi kalktı, avucunda pirinç vardı. Çok anlarmışım gibi avucunu bana doğru uzattı.
- Hakiki baldo pirinç dedi. Elle. Lezzete lezzet katar.
- Ne kadar katmak gerekir?
- Bir avuç kadar kat da, gel şu pirinçten iki kilo al sen. Evde bulunsun.
- Kırık pirinç daha iyi gitmez mi?
Çok safsın der gibi güldü. Bozuldum.
Biraz daha burada oyalanırsam manav bana manavı devredecek endişesine kapıldım bir an. Bir kilogram da pirinç aldıktan sonra onun başka bir şey söylemesine olanak bırakmadan manavdan ayrıldım.
Eve geldim. Torbamı boşalttım. Tam kabakları buzdolabına koyacakken kendimi azarladım:
- Ne yapıyorsun?
Büyük bir olasılıklara bu kabaklar buzdolabına konursa orada belki haftalarca kalacak belki de çürüyecekti.
Bu nedenle kabakları buzdolabına koymaktan vazgeçtim. Kendimi de zorlayarak kabağı pişirmek için kolları sıvadım.
İlk dakikalar zor geldi ise de ilerleyen zaman dilimi içerisinde hoşuma gitti. Lafı uzatmayayım günlük, gerekli işlemleri yaptım, tencereyi ocağa koydum.
Sen biliyorsun, geçen sene bugünlerde(?) gene bir kabak yemeği yapıyordum, ocağı tencereye koymuş ben de salona geçmiştim. Televizyon seyrederken uyuyakalmışım. Seslere uyanmıştım sonra. Kapım yumruklanıyordu hani. Yemek pişmiş, tencere yanmış, oda duman içerisinde…
Deneyimi yaşama geçirmedikten sonra edinilen tecrübelerin faydası olur mu? Geçen yıl yaşadığımı tekrar yaşamamak için kasetçalarıma şöyle hareketli parçaları içeren bir kaset koydum mutfağa gittim.
Yemek pişerken ben de bu parçaları dinleyecek, parçalar da hareketli olduğundan içimin geçmesine olanak vermeyecektim ki öyle de oldu.
Ocağın altını kapattığımda doğal olarak yemek yeme isteğim doruk noktasındaydı. Yemeğin dinlenmesini bile beklemeden bir tabak doldurdum.
Fena olmamıştı be!
Yalan söylemeyeyim, mutfak masasının üzerindi kabak yemeğinden gittim yedim, geldim yedim, doymuş olmama rağmen gene yedim, midem yeter sinyalini verdi aldırmadım bir kaşık kaşık teptim.
Sen de duymuşsundur belki gülük, eski insanlar bazen şöyle derdi “ Yediklerim taş gibi oturdu mideme.”
Onların söyledikleri benim bugün yaptıklarımla örtüştüğü için mi söylenmiştir bilmem ama akşama doğru biraz kestirdim uyandığımda sanki mideme taş oturmuştu. Üç gün yetebilecek bir yemeği birkaç saatte bitirmeye kalkarsam olacağı buydu zaten.
Yatarak kalkarak, sağa dönerek sola dönerek, karabasanlarla mücadele ederek geceyi sabaha eriştirme uğraşı içerinde 2.13’te acı acı çalan telefon…
Günlük, hiç kusura bakma biraz sonra başlayacak olan filmi kaçıramam.
Acı acı çalan telefonun hikâyesi yarına kaldı…

17 Ocak 2012 Salı

18 OCAK

RAUF DENKTAŞ MI DESEM NEVESER HALA’MI DESEM GÜNLÜK…

Dün, son zamanlarda seyretmediğim kadar televizyon seyrettim. O kanal bu kanal dolaştım durdum. Zaman zaman yüksek sesle “ah!” çektim, iç geçirdim. Kendimi zorlamadan aklıma pek çok isim geldi ama en çok da Neveser Hala ile Günbay Hoca’yı anımsadım. Bir aralık kalkıp gitmeyi bile düşündümse de onlara gözüm yemedi doğrusu. Malum dün epeyce ayazdı hava. Her yer buz olmalıydı ( Hiç dışarı çıkmadım belki de değildi, soğuk havaya göre söyledim) ara sıra kar da serpiştiriyordu.
En kısa zamanda, olabildiğince kısa zamanda Neveser Hala ile Günbay Hoca’yı ziyaret edeceğim, o günü ve o anları da seninle paylaşacağım günlük.
Şu anda “telefon” dediğini biliyorum ama ondan önce yazacağım şeyler var.
Hangi kanalı açtıysam Rauf Denktaş ile ilgili bir haber vardı dün
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyet’inden naklen cenaze töreni yayını vardı.
Oradaki insanlarla yapılan söyleşiler vardı.
Kanallarda, profesörler, elçiler, Rahmetli Denktaş’la zaman zaman çalışma bahtiyarlığına erişen insanlar vardı.
Anlatanların anlattıklarından çökertilebileceklerden bazıları şöyleydi:
Ömrünü KTTC’ ye adamış bir ata.
İnanılmaz zeki.
Büyük mücadeleci.
Hayvan sever.
Doğasever.
Fotoğraf sanatçısı.
Anavatan Türkiye’ye bağlı asil bir Türk.
İki evlat acısı yaşamış bir baba.
İyi bir müzakereci.
İnsancıl.
Espri yapmayı seven, espri yeteneği sayesinde gergin ortamları yumuşatıveren bir şahsiyet.
Kendisini sevmeyenlerin bile hakkını teslim etmek mecburiyetinde kaldığı ulu bir çınar.
Allah rahmet eylesin.
Seni ne kadar az tanımışız Rauf Denktaş.
Suç insanında mı, seni anlatmayanlarda mı yoksa anlatmak isteyenlere olanak tanıyıp anlattırmayanlarda mı?
Toros diye bir adın bile varmış , aldığın adın da öyküsü… . Kaç kişi biliyordu?
Dün televizyonlarda bahsedilen özelliklerinin binde birini bilseydi adını bilenler, yaşarken biraz daha doğru algılayabilirler miydi seni acaba?
Özellikle son ayların hastalıklarla geçti, gittiğin yerde senin için sarf edilen hoş sesleri duyuyor musun bilinmez ama, hasta yatağındayken yaptığın güzel işlerin, verdiğin büyük mücadelenin televizyonlarda dünkü şekilde anlatılması ve senin bunları yaşarken duyman sana güç kuvvet verir miydi acaba?

Ismarlasam bu kadar olmazdı herhalde, sözleri ile müziği ile, söyleyeni ile ki (Ali Ekber Çiçek söylüyor) şu anda, bence inanılmaz güzel bir türkü. Sözlerini şimdi seninle paylaşmamak olur mu?
***

Gönül gel seninle muhabbet edelim
Araya kimseyi alma sevdiğim
Ya benim kimim var kime yalvarayım
Kaldır kalbindeki karayı gönül.

Solmazsa dünyada güzeller solmaz
Bu dünya fanidir kimseye kalmaz.
Yalan dolan ile sofuluk olmaz
Mümin( yiğit) olan bekler sırayı( berayı) gönül.

Derviş Ali’m öğüt verir özüne
Gönül lütfeyledi geldi sözüne
Azrail konarsa göğsün düzüne
O zaman görürsün karayı gönül.

***
Günlük, bugünlük bu kadar diyeceğim biraz sonra. Telefondan yarın bahsedeceğim( inşallah) Şimdi, Neveser Hala’ya telefon edeceğim. Halini hatırını sual edeceğim.” Arayıp soramıyorum nicedir ama, benim için yaptıklarınızı unutmadım.” diyeceğim. En azından onu bilsinler.
- Efendim günlük?
- Gideceğim en kısa zamanda ama olur a olmazsa, gidemezsem hani.
- …
- Efendim? Tamam, on yıldır arayamadım ama atalarımız ne demiş: “ Zararın neresinden dönersen kardır.” Beni tutmazsan böyle aklıma gelmişken şimdi arayacağım işte…
- …
- Tamam yarın da bunları senin ile paylaşacağım. HOŞÇA KAL.

16 Ocak 2012 Pazartesi

İSMAİL! İN GÜNLÜĞÜ ( İSMAİL BEY ÖLDÜ.)

17 OCAK

Allah’ı var çok ısrar etti ama ben kabul etmedim.
Öylesine uğramıştım. Müsaitmiş de birkaç saat kadar oturduk. Şundan bundan konuştuk. Çay içtik kahve içtik. Vakti zamanı gelip de, “ Ben kaçayım artık.” deyince “ Ben seni bırakayım” dedi. “ Olmaz” dedim. (Olmaz yazdığıma bakma daha hoş bir ifade ile önerisini geri çevirdim ama şu anda ne söylediğimi toparlayamadım işte.”
Olmaz dedim çünkü korktum Günlük ( Günlüğün ilk harfini büyük harf yazarak gururunu okşadım bu iyiliğimi unutma ha) Daha yeni emekli oldu. Emekli ikramiyesinin üzerine birkaç kuruş daha eklemiş yıllarca hayalini kurduğu otomobili almış. Evvelsi gün telefonda söylemişti- muhtemeldir bu mutluluğunu bendeniz ile paylaşmak istemişti- yukarıda “ öylesine” dedim ama uğramamın bir sebebi de buydu. Ufacık da bir hediye aldım laf aramızda “ hayırlı olsun” dedim.
- Bırakayım ben seni.
- Hiç gereği yok Yadigâr.
- Olur mu öyle şey. Bırakayım ben.
- Hemen aşağı sokağınıza bizim kuzen taşındı oraya uğrayacağım.
- Başka zaman uğrarsın bırakayım seni.
- İnan başka zaman gelemem. Bir kağıt vereceğim, gelmişken bırakayım. Israr etme ne olur.
Kağıt mağıt yok tabi. Benimki mazeret. Buralara taşınmış kuzen muzen de yok. Birden aklıma geldi, söyleyiverdim işte.
Aslında pek keyfim de yoktu bugün. Bıraksaydı iyi olurdu ama… Neme lazım kaza maza yapar üzülürüm. Araba gıcır daha. Gelir biri vurur… Daha sabah gazetede okudum. Kırmızı ışıkta duran bir arabaya arkadan gelen bir araba vurmuş. Araba haşat. Gazete de fotoğrafı vardı. Bir de gazetenin yazdığına göre gazetecinin bir sorusu üzerine ne cevap vermiş biliyor musunuz? Dünyada tahmin edemezsini z( mi acaba…) Efendim… Bence de ciddi olamaz ama demiş işte:” Duracağını tahmin edemedim.” Hani derler ya, ölür müsün, öldürür müsün?
Bakın gene asabım bozuldu. Sen kırmızı ışık da dur arakadan gelen biri “ hızla” vursun. Buna kaza demek mümkün mü? Geçen günde bizim komşu anlattı, kırmızı da durmuş arkadan bir araba sürekli korna çalıyor. Dayanamamış inmiş, “ Ne oluyor” demiş arkada duran sürücü (!) ne dese beğenirsiniz “ Yürüsene…”
- Kırmızı yanıyor.
- Gelip geçen araba mı olur bu saatte. Sabahın körü daha.
- Kırmızı yanıyor ama…
- Polis mi var, ceza mı kesecek. Ödlek…
Ne yapsın, “ Ya sabır” demiş komşu. Neyse ki o arada yeşil yanmış da gazeteye haber olmaktan kurtulmuş.
Neyse efendim, Yadigâr’la öpüştük koklaştık. “ Ayaklarına sağlık” dedi “ Ama olmadı bu, bıraksaydım seni hava da soğuk bak” diye ekledi. . Ben de “ başka zaman” dedim ayrıldım.
Haddizatında buraları pek bilmem ama ( Yadigâr yeni geldi buraya, adresi sora sora buldum) gelirken gördüğüm kadarıyla o sokak büyükçe bir caddeye çıkıyordu o caddeden dolmuş da geçiyordu otobüs de. Oraya inersen evime ulaşabileceğin bir dolmuşa ya da otobüse binebilirdim.
Hava biraz bulutlanmış. Yanımda şemsiye falan da yok. Yağmur / kar yağar diye aklımdan geçirdim. Biraz da üşür gibi oldum pergelleri açtım ( İsmini şu an anımsayamadığım bir arkadaş vardı nedense bu ifadeyi pek severdi rahmeti oradan aklıma geldi birden ) …

Sevgili günlük. Telefon çalıyor. Bugün tekrar başına oturamam belki Yarın, bugüne devam edeceğim bir yere ayrılma ona göre.

10 Ocak 2012 Salı

AYAK BAĞI

Ayak bağı gördüm seni
Gözünün üstünde kaşın var dedim
Zindan ettim hayatı sana
Çıldır çıldır bir hayat
Sen olmazsan parmaklarımın ucundaydı sanki
Ayak bağımdın,
Anandan emdiğin süt burnundan gelmeliydi ki
Azat etmeliydin beni
Nitekim, çatladı sabır taşın
Ve ben
Nasıl bir yakut kaybettiğimi
Çok geç anladım.

4 Ocak 2012 Çarşamba

İNGİLİZCE-TÜRKÇE KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM Mİ?

HERSELF: Kendini
HURT: Zarar
TEACHİNG Öğretim
MEND: Tamir
RİGHT: Sağ
EARRİNG: Küpe
ON: üzerinde
OFF: kapalı
İNN: Han
İN: içinde
OF: den, nin
THATT’S ALL RİGHT: Her şey yolunda, tamam
I HOPE: Umarım
CHANGE: Değişim, değiştirme
CHANGE PLANES: Uçak değiştirmek
TAKE-OFF: kalkış
LANDİNG: İniş
MYSELF: kendim
SELF: Kendi
THE HOT: Sıcak
THE HOTTEST: En sıcak
THE BİG: Büyük
THE BİGGEST: En büyük
THE LİTTEST: En küçük
DEPENDS: bağlı
DREAM: Rüya, düş
GLASS: cam
JEWELLERY: Mücevherat
WEARİNG: Giymiş
RİDİCULOUS: Gülünç, saçma
NECKLACE: Kolye
AİR: Hava
PHOTOGRAPHER: fotoğrafçı
Photograph: Fotoğraf
TAKE: Almak
CHECK: Kontrol

2 Ocak 2012 Pazartesi

GÖZE GİREN İNSAN

Şaşırdı kaldı,

Her hayal kırıklığı sonrasında
Görmüş geçirmişlerin söylerdi ona
Vakti zamanı vardır belki,
Dert etme bu kadar
Gün gelir sabırla koruk helva olur…

Vakti zamanı gelmişti demek ki
Güm güm atan yüreği
Hissedip kadın,
Sözsüz gülümsedi,

Manası, kaygılanma idi
Her şey olacağına varır.
Sihirli bir değnekti sanki gülüşü kadının
Kalp atışı normalleşiverdi birden,
Sağ ol manasına tebessüm etti kaygılı adam
Ve
Ümitsizce girdiği kapının içinde bir sürü adam,
Bire bir görüşüyorlardı gelenlerle,
Üç masa birden boşaldı,
Masadakilerle göz göze geldi,
Birine ısındığı yüreği, oraya yönlendi…
Bazı şeylerin vakti zamanı gelmiş olmalıydı ki belki
İçten karşıladı mülakatı yapacak olan, elini uzattı,
Azıcık heyecanı vardı oda kayboldu onun, iyice rahatladı,
Boş değildi, şansı da yaver gitmeye başladı Allah’tan
Sorular en iyi bildiği yerlerden geldi
Neye sayarsan say be dostum
Sürekli gözden düşen bu insan
O günden sonra göze giren insan oldu.

1 Ocak 2012 Pazar

GÜZEL SÖZ :

İnsan hariç, bütün hayvanlar hayattaki temel görevinin hayattan zevk almak olduğunu bilirler.

S.BUTLER



BİR GARİP İNSAN

Binaenaleyh, ya bismillah dedi
Yenilen pehlivan güreşe doymaz diyeceklerdi belki ama
Yaptıkları da var gıpta ile bakılan
Sap döner, keser döner,
Gün gelir hesap döner misali
Tökezlemeden akşamı edebilirse bugün
Bir adım atabilirse yarın için
Belli ki sarsılmıştı
Yeniden kendini onarıma başlamıştı.


GÜZEL SÖZ:

Ben, kendimin ve çevremin toplamıyım.
GASSET