27 Mayıs 2019 Pazartesi


BABA MEZARI

Yavaşça odasından çıktı Arif Bey. Çıkarken de yatak odasının elektriğini söndürdü her zaman yaptığı gibi.
Yatak odasının kapısı salona açılırdı. Salonda büyükçe bir kitaplık vardı. Kitaplığa yöneldi ise de masanın üzerindeki gazeteye ilişti gözü. Fırsat bulup okuyamamıştı dün. Masanın yanına gitti, sandalyeye çöktü, gazeteyi eline aldı. Boşanmak isteyen eşini öldüren ve de onu çok sevdiği için öldürdüğünü söyleyen adamın fotoğrafına tükürdü. Otobüs durağa dalarak üç kişiyi öldüren sarhoş şoförün haberine çıldırdı. Gazeteyi parçaladı yere attı. Mutfağa gitti sonra. Bir fincan sallama çay yaptı. Mutfaktaki radyoyu açtı. Zeki Müren'den bir parça çalıyordu. Zeki Müren'i pek severdi. Bir kaç yudum çay, Zeki Müren'den bir sanat müziği şarkısı iyi geldi ona. Tekrar salona geçti. Eline bir kitap aldı, üçlü kanepeye uzandı. Okumaya başladı.
Ezan okunmaya başlayınca kitabı kapattı. Sabahın sessizliğinde ezan sesi pek etkileyici geldi kendisine. Ezan bitince banyoya geçti soğuk su ile elini yüzünü yıkadı. Cep telefonundan kalkınca okusun diye bir mesaj yazdı oğluna.
Oyalanayım diye yabancı kanallarından birini açtı. Bir film vardı. Yabancı dili yoktu. Olayların akışından nelerin olup bittiğini anlamaya çalışmak için gayret sarf etti, bunu yaparken de emeline ulaştı bir bakıma. Kafası dağıldı.
Kapı zili çalınca beyinleyip kendine geldi. “ Hayırdır inşallah bu saatte” diye söylenerekten gidip kapıyı açtı. Gelen oğluydu. Merdivenleri hızlı hızlı çıkmıştı. Nefes nefeseydi:
— Hayrola baba, Ne oldu?
— Yok bir şey.
— Ne bileyim, mesajı görünce
— İşe giderken uğra beni de al, diye yazdım oğlum. Kaygılanma diye de diye de not düştüm.
Arif Bey'in sesi sert çıkmıştı. Sesini daha da sertleştirdi:
— Ölüyorum koş mu, dedim. Bilseydim bir taksiye atlar giderdim.
Serhat, babasının bu tavrına bir anlam veremedi. Alttan aldı:
— Tamam da baba, dedi “ Yani merak ettim gene de. Sen olsaydın merak etmez miydin ki?”
— Tamam tamam uzatma.
Kapıda konuşuyorlardı.
— İçeri gir ben de hazırlanayım çıkarız, dedi Arif Bey.
Kenara çekildi, oğlunun da kolundan tutup içeriye çekti. Kapıyı sertçe kapattı.
Arif Bey, her zaman sabah giyeceklerini akşamdan hazırlardı. Dün akşam da öyle yapmıştı. O nedenle de çarçabuk hazırlandı. Salona geçince de oğluna hitaben,
— Umarım arabayı uzağa park etmedin, dedi.
— Yok yok, bahçeye bıraktım, dedi Serhat. Sonra da ne kadar dikkatli olduğunu göstermek istercesine sordu: "Senin arabayı göremedim. Tamirde falan mı?
Arif Bey, soruya cevap vermedi,
— Hade çıkalım, dedi.
Çıktılar. Serhat'ın arabasının yanına kadar konuşmadan yürüdüler. Serhat babası için kapıyı açtı.
Serhat arabayı çalıştırırken babası
— Kabristan’a uğrayacağım giderken, dedi “O taraftan git olmaz mı?”
Serhat şaşırdı:
— Niye ki? dedi
—Kendime mezar seçeceğim. Var mı itirazın?
Serhat. “ estağfurullah” diye mırıldandı ve de ekledi:
— Pastaneden bir şeyler alayım mı sana? Atıştırırsın."
Arif Bey'in birden canı çekti.
— Sıcaksa olur, dedi. “Aşağıdaki pastaneden olursa yerim.”
— Olur. Vallahi ara sıra tam bizim oradan buraya geliyorum bir şeyler almak için.
— Ve bizim için de bir şeyler alıp bu da size baba demiyorsun.
— Aşk olsun baba. O nasıl söz!
— Yalan mı? Hiç gördük mü? Eee ne demişler "Baba oğluna bağ bağışlamış da oğlu babasına bir salkım üzüm vermemiş."
— Eh yani baba. Sabah sabah kırdın beni yine.
— Neyse sonra konuşuruz bunu. Biliyor musun, babasının babasını tanırım ben onun. O da pastacıydı.
— Babadan oğla ha! Ne güzel!
Pastanenin önüne gelmişlerdi. Serhat, arabayı park ederken sordu:
— Ne alayım baba?
— Sıcak olan ne varsa ondan al. Sıcak yoksa istemem.
— Sıcaktır sıcaktır. Hele hele bu saatte.
— İşte bilmem, sıcaksa üç kesekâğıdı doldur.
— Üç kesekâğıdı mı?
— Çok geldiyse ben veririm parasını.
Arif Bey'in az evvel yumuşayan sesi son cümlesinde yine sertleşmişti. Bu nedenle Serhat, “ gerçekten mi üç kesekâğıdı?” diye soramadı. Arabadan indi. Müşteriler vardı pastanede. Sırası gelince tercih yapmadan, tezgâhtara,
— Sıcaklardan şöyle üç kesekâğıdı doldur, dedi.” Bir poşete de birkaç meyve suyu koy.
— Hemen beyefendi, dedi tezgâhtar gülümseyerek.
Çabucak istenileni yaptı tezgâhtar. Kesekâğıtlarını ve poşeti uzatırken de:gülümseyerek:
-Afiyet olsun, dedi.” Yine bekleriz. Kasa şu tarafta.”
Elleri dolu, arabaya döndü Serhat.
— Tam istediğin gibi baba, dedi. Paketlerden birini açtı. “Meyve suyu da aldım. Portakal, limonata, vişne, hangisinden istersin?”
Arif Bey, bir şey demedi. Uzatılan paketlerden birini aldı, açtı. Pakette açmalar vardı. Onlardan birini alırken
—Sıcakmış, iyi, diyerek hoşnutluğunu belirtti ve ekledi: “ Aldıysan, bir de vişne suyu ver bakayım.”
Serhat da bir şeyler yemek istiyordu ama babasından " Direksiyon başında bir şey yenmez." fırçasını yememek için bu mevzuda bir teşebbüste bulunmadı. “ Afiyet olsun babacığım” diyerek bulduğu vişne suyunu babasına uzattı.
Trafik yoğun değildi. Yirmi dakika kadar sonra kabristana yaklaşınca Arif Bey sessizliği bozdu:
— Kaç zamandır dedeni görüyorum rüyamda Mezarlığa gir de dedene bir Fatiha okuyalım.”
— Tamam baba, dedi Serhat.
Mezarlık kıpısına varmışlardı. Giriş kapısı henüz açık değildi ama kapıda bir güvenlik görevlisi vardı. Serhat sinyal verince görevli kapıyı açtı başı ile selam verdi.
Serhat on metre kadar gitti. Yol dörde ayrılıyordu, sordu:
— Ne taraftan gideceğiz baba?
Arif Bey, ilgisiz cevapladı soruyu. Sesi de bir değişik çıktı:
— Dedenin mezarına.
— Tamam da ne taraftan?
Arif Bey'in yüzü gerildi.
— Ne demek ne taraftan? dedi. “Sen dedenin mezarının nerede olduğunu bilmiyor musun şimdi?”
— Hayır, nereden bileyim ki!
Arif Bey’in yüzü kıpkırmızı oldu.
—Sarı çizmeli Mehmet Ağa'nın demiyorum ulan, dedenin mezarını diyorum.
Serhat, " ulan " sözü ile irkildi. Kendini kaybetti. Gayriihtiyarî o da sesini yükseltti:
— Bilmiyorum. Ben doğmadan ölmüş adam.
— Adam mı?
Serhat istemeyerek de olsa ses tonunu biraz daha yükseltti, verdiği cevap suçlamaya karşılık gibiydi:
— Bir kere olsun elimizden tutup getirdin mi ki de şimdi hesap soruyorsun?
Arif Bey, oğlunun yüzüne uzun uzun baktı. Tane tane konuştu. Sesi de titrek çıktı:
— Diyelim ki ben elinden tutup getirmedim, bu senin deden, bu adam şöyle şöyle biriydi demedim, ben böyle, böyle hayırsız bir evladım. Sen deseydin bir gün, “ Baba dedemin mezarını bir ziyaret edelin çiçek dikelim su dökelim”
Babasının dolan gözleri, titreyen sesi Serhat’ın bir şey söylemesine mani oldu. Başını dışarıya doğru çevirdi.
Arif Bey, bez mendili ile burnunu ve birkaç damla da olsa gözlerinden süzülen yaşları sildi. Sonra da küçük bir çocukmuş gibi Serhat’ın başını okşadı.
Yıllar sonra başının bu şekilde okşanması hoşuna gitti Serhat’ın. Kendini tutamayarak kıkır kıkır güldü. Babasına doğru döndü, sarıldı.
— Haydi, sen git, artık, dedi Arif Bey.“Ben bir taksi ile dönerim.”
—Dedemin mezarına ben de gelmek isterim, dedi Serhat. “Zararın neresinden dönülse
kardır dersin hep.”
Arif Bey, buradaki camiyi de önlerinde bulunduğu kavşağı çok iyi anımsıyordu. Sağa sola sapmadan düz gidileceğinden de emindi. Hatırlayabildiği kadarıyla biraz ileride yol ikiye ayrılacaktı. Bundan da emindi de o gün babasını cenazesini taşıyan cenaze arabasının sağa mı sola mı döndüğünü anımsayamıyordu.
Arif Bey, arabanın kapısı açtı. İnerken
— Babamla dertleşeceğim biraz dedi. “Sen git haydi. Ben bir taksiye atalar gelirim.”


21 Mayıs 2019 Salı

POTUK
Nasıl anlatayım, uyku ile uyanıklık arasında bir durumdu sanki. Bir şey oldu, kendime geldim. Anneannemi gördüm, ya hayal edip gözümüm önüne getirdim ya da bir an daldım rüyamda gördüm.
— Mutlu olmak istiyorsan iyilik yap, derdi hep.” İyilik yap denize at balık bilmezse halik bilir.”
Yüz on yaşında ölmüştü. Bir şeyi de yoktu, yattı kalkamadı.
Bela gelince üst üste gelir derler ya. Bir süredir freni boşalmış kamyon gibiyim.
Kimseyi suçlamayacağım. İflas ettim beş parasız kaldım. Onun yerine ben olsaydım ben de aynı şeyi yapardım diyerek teselli bulayım, kırk yıllık karım evi terk etti. Oğlanın kumar borcundan dolayı evi de sattım, evsiz kaldım. Çok para kazandığım günlerde iyi günlerim kötü günleri de olabilir diye düşünmediğimden köşede üç beş kuruşum da yoktu. Anladınız. Bir anda, ne oldum deme ne olacağım de sözünü kanıtlarcasına sefaletin ve çaresizliğin içine düştüm. Çaresizlik ve mutsuzluk karabasan gibi çöktü üzerime.
Hava soğuk. Hafiften de kar var. Allah razı olsun, bir hayırsever, kendine bir iş buluncaya kadar ya da havalar ısınıncaya kadar kal diye şu anda kalmakta olduğum barakayı bana tahsis etti. İçine bir yatak, bir ocak birkaç da kap kacak verdi. Aranıra da merhaba diye uğruyor her geldiğinde de misafirliğe eli boş gidilmez diyerek yiyecek içecek bir şeyler getiriyor. Konu komşu da fakir, buna rağmen onurumu kırmadan yaşam mücadeleme destek veriyorlar.
Bu durumdan kurtulmak için yapacağım şey açık da canım bir şey yapmak istemiyor. Şimdi diyeceksiniz ki bir şey yapmayacaksan ne halin varsa gör. Öyle değil işte, bir şey yapmama isteğimi ancak benim durumuma düşen bilir. Beynim durmuş, her şeyi inceldiği yerden kopsum diye oluruna bırakmışım. Bir dost elinin elimi tutup, sinirlenmeden, kızmadan, usanmadan bana destek vermesi gerekiyor. Böyle birine öyle bir ihtiyacım var ki!
Biraz daha evde kalsam aklımı oynatabilirim. En iyisi çıkıp biraz dolaşmak, kafa dağıtmak. Üzerime ceket bile giymeden dışarı çıktım. Garip garip bakanlar var. Az evvel de dedim ya hava soğuk kar da hafiften hafiften atıyor. Saç baş da dağınık. Belli ki iyilik yap mutlu olursun düşüncesinde olan sadece anneannem değil. Biri yanıma yanaşıyor elime bir onluk tutuşturuyor
—İçimden geldi, şunla ya bir çorba ya bir çay iç.
Vallahi, çay ya da çorba içmeyeceğim de biraz ilerideki köfteciden bol soğanlı ekmek alacağım. Sanırım o bana iyi gelecek. Epeydir yemiyorum çünkü. Köfteciye doğru yürürken yol kenarındaki derme çatma evlerin birinin önünde onu gördüm. Uzanmış yatıyordu. Bir an göz göze geldik. Ne kadar da çok Potuk’a benziyordu.
Bir tarihte benim fabrikanın oralarda bir köpek vardı. Zararsız bir köpekti. Zaman zaman ona bir şeyler verirdim. Adını da ben koymuştum. Sonra bir aralık duydum ki araba çarpmış. Ölmüş. Sorduğumda öyle dediler. Yıllar evvelki bir olay.
Adını olsun anmak istedim bir an. Göz göze geldik. Dedim ya, onun anısına:
—Ne haber lan Potuk?
Dememle birlikte o yaşlı koca vücut kalktı, buradayım der gibi sesler çıkartarak bana doğru koştu üzerime atladı, dakikalarca elimi yüzümü yaladı. Belli ki bu Potuk’tu.
Heyecanı biraz azalınca, “ Ben köfteciye gidiyorum, haydi gel, “ dedim. Yürüdüm. Gelmez olur muyum der gibisinden kuyruğunu sallaya sallaya benimle yürümeye başladı.
Köfteciden yarım ekmek arası köfte aldım. Eskiden yaptığım gibi lokmaları uzaktan uzaktan ona attım. O da bir kaleci gibi uzanıp uzanıp önce tuttu sonra da çiğneyip çiğneyip yuttu. Bir anda dert kasavet uçup gitmişti. Keyfim yerine gelmişti. Bu keyifle barakamın kırık camını geçenlerde aldığım naylonla kapatabilirdim. Bu heyecanla
—Yürü eve, dedim Potuğa. “Şimdi günlerce bu kırık camla bu evde nasıl
oturuyorsun? “ dersin.
Eve doğru yürürken…
Rahmetli babam ilkokula giderken yazları ayakkabıcı Muharrem Amca’nın yanına
erirdi beni. Bir keresinde babama çıkışmıştım, “ İstemiyorum oraya gitmek ben ya. Ayakkabıcı mı olacak ben.” demiştim. Babam esnaftı. Hali vakti yerindeydi. Malı mülkü bana kalacaktı, öyle de olmuştu.
Babam mülayim bir adamdı. Saçlarımı okşayarak:
— Oğlum zanaat altın bileziktir. İnsanı aç bırakmaz. Öğren bir yerinde dursun,
demişti.
O kadar tatlı söylemişti ki, ertesi günü yine erkenden kalkmış tıpış tıpış Muharrem
Amca’nın dükkânına gitmiştim.
Eve doğru yürürken, aylardır kapısında çırak aranıyor ilanı yazan ayakkabı
tamircisinin kapısının açık olduğunu fark ettim. Potuk’un başını okşayarak:
—Gel bi şansımızı deneyelim, ekmeğimiz belki de burada dedim.
Dükkân sahibi yaşı seksene merdiven dayamış bir adamcağızdı.
— Çırak ilanınız için gelmiştim de, dedim.
Gözlüklerini çıkardı. Tepeden tırnağa bir süzdü. Potuk’a da baktı. İlgisini de çekti
sordu:
—Köpek senin mi?
Evet manasına başımı salladım. Sordu:
— Adı ne?
— Potuk.
Tabureyi gösterdi.
—Otur, dedi.
Oturdum. Sorgu suale geçeceğinden o saniyeler içerisinde olası sorular ürettim
onlara cevaplar hazırladım kendimce.
— Ben sana çok bir para veremem, dedi.
— Ne verirseniz, dedim.
Gözlerini kıstı, uzun uzun yüzüme baktı. Kim bilir aklından neler geçirdi.
Bir saniye, beş saniye belki dakika geçti aradan.
—Ne kazanırsak yarı yarıya dedi.
İnsanoğlu işte. Daha ben teşekkür etmeden teklifinde düzeltme yaptı.
— Yok yok yarı yarıya olmaz. Haftalık bir şeyler veririm, Olursa da kazancın yüzde
yirmi beşi senim.
— Tamam, dedim” Kabul”
Bu arada çok enteresan bir şey oldu. Yaşlı ayakkabıcı Potuk’un yanına gitti onu
okşadı hatta öptü. Şimdi ne var bunda diyeceksiniz belki ama Potuk onun bu sevgisine sadece kuyruk sallayarak cevap verdi. Ne elini yaladı ne de yüzünü. O kadar mutlu oldum ki bu duruma. Bu, gerçekten Potuk’tu ve ben onun için özeldim.

20 Mayıs 2019 Pazartesi

ADAM YERİNE KONMAK

Hep kötü şeyler üst üste gelecek değil ya. Bugün de iyi şeyler üst
üste geldi. Halk söylemi ile keyfim gıcır.
Kapı çaldı. Mühsin Efendi içeriye girdi. Misafirlerimi görünce “ sonra geleyim” der gibinden bir hareketle dışarı çıkmak üzere iken müdahale ettim:
— Gel Muhsin Efendi, gel!
Kapının önünde durdu. Boynunu büktü. Belli ki bir şey isteyecekti. Yardımcı olmak istedim. Keyfimin yerinde olduğunu göstermek ve de onu cesaretlendirmek için gülümsedim.
— Buyur Muhsin Edendi. Bir şey mi isteyecektin?
— Şey efendim, dedi.” İzniniz olursa bugün biraz erken çıkmak istiyorum.”
İlgilenmiş görünmek için:
— Hayırdır, dedim. “Kötü bir şey yok değil mi?”
— Hediye alacağım da.
— Hayırdır? Ne hediyesi bu?
— Vasfi Bey’in düğünü var ya akşam efendim. Onun için
çam sakızı çoban armağanı.
Haberim yoktu. Sordum:
— Bizim Vasfi Bey’in mi?
— Evet efendim. Bu akşam evleniyor ya.
— Vay be. Bu yaştan sonra ha!
İnsanoğlu işte. Bazen boşboğazlık ediyor. Amacını aşacak bir şey söylüyor. Ben de öyle yaptım.
—Sen de mi gideceksin?
Boynunu büktü:
— İnsan yerine koydu davetiye verdi, dedi. “Gitmesek olmaz şimdi. Eli boş da gidilmez. Hediye parasını ancak denkleştirebildim.”
Cevahir ” şak şak” adamdır. Ağzının kaytanı yoktur. Zaman zaman işin tadını da kaçırır. Muhsin Efendi odadan çıkınca,
— Ulan sana “ Sen adam mısın?” derim de inanmazsın, dedi. “Bak,Vasfi Bey bile senin adam yerine koymamış.”
İnsanoğlu, günü güne saati saatine havası havasına uymuyor. Başka zaman olsaydı, Cevahir’in bu sözlerine “ haydi be sen de!” der güler geçerdim ama o an o sözler çok gücüme gitti.
Adam yerine konulmamak (!) hem de Vasfi Bey tarafından, bir anda tüm keyfimi kaçırmıştı. Haddizatında kötü bir şey olacağını hissetmiştim. Ne zaman iyi bir şeyler olsa hemen akabinde asap bozucu bir durum ortaya çıkardı.
Ortamda bir an hoş olmayan bir sessizlik oluştu. Bir, iki, yirmi saniye derken telefonuma gelen “mesaj var “ uyarısı sessizliği bozdu.
Gözlüğümü takıp telefona baktım. Almanya’daki kardeşimden. Yılbaşımı kutluyor. Hazırlanmış güzel bir yılbaşı kutlama metni bu da. Belli ki cep telefonuna yüklemiş, bir düğmeye basınca herkese aynı mesaj. Yasak savma cinsinden.
“Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” sözü mü yoksa “ Al öküzün yanında duran ya huyundan ya tüyünden” sözü mü uygun olur bilmem ama gözüm bir an Cevahir’e kaydı. Gülümsedim. O da aklımdan geçeni anlamaya çalışarak, belki de gayri ihtiyari gülümsedi.
Misafirlerim gidince telefonumun başına geçip tüm tanıdıklarıma isimleri ya da unvanları ile hitap ederek birer yılbaşı mesajı çekeceğim. Mesajıma cevap vermeyenlere de en kısa zamanda bir görünecek ve de bir fırsatını bulup şöyle diyeceğim:
— Adam yerine koyup mesaj çektim yılbaşında. Cevap bile vermedin Ne iş?
Verecekleri cevaplar çok eğlenceli olacak. Neyse, keyfim biraz yerine geldi. Bir olumsuzluktan bir hayırlı iş daha çıkarttık ya. Onlar hatırlanmanın mutluluğunu yaşayacaklar ben de ben de mesajıma cevap vermeyenlerin soruma verecekleri cevapları bekleyeceğim.

16 Mayıs 2019 Perşembe


BİR KÜÇÜK ALTIN

Bir sabretti iki sabretti, sabrı tükendi, Kocasına, azarlarcasına söylendi:
— Ne dönüp duruyorsun Akif? Uyku tutmadıysa kalk, salona falana git.
Akif Bey bir şey söylemeden yavaşça kalktı. Terliklerini giydi. Salona geçti. Salon perdesini aralayıp dışarıya baktı.
Nevruz Hanım'ın canı sıkıldı. Uykusu da kaçtı. Söylenerek doğruldu, yataktan indi. Kapıyı örtmeden dışarıya çıkmıştı yatak odasından kocası. O da öyle yaptı. Salon elektrikleri yanık değildi, yaktı. Etrafına bakındı. Kocası pencerenin önündeydi. Dudakları kıpır kıpırdı, dışarıya bakıyordu.
Nevruz Hanım, koltuklardan birine oturdu. Geldiğini fark ettirmek için birkaç kez öksürdü. Kocasının, özre bab bir şeyler söylemesini bir süre boşuna bekledikten sonra yanına gitti, koluna girdi, kanepenin yanına götürdü.
Kanepeye oturdular. Kocasının elini, orada, yanında olduğunu hissettirmek istercesine tuttu:
— Problem ne hayatım? Kaç gündür hep böyle.” dedi. Sesi sevecendi. Sıcaktı.
Nevruz Hanım, aklına ilk gelen olasılıkları ardı ardına sıraladı kocasından tepki gelmeyince sordu:
— İşlerin mi bozuldu? Ekonomik kriz dedikleri şey seni de mi vurdu?
- ...
— Kızın meselesi mi?
- ...
— Kefil olduğun o adam mı borçlarını ödemiyor?
- ...
— Bir sağlık sorunun falan mı ortaya çıktı?
- ...
— Sende bir şey var. Bir şey var. Ben senin karın değil miyim?
- ...
— Başka bir kadın mı?
- ...
Nevruz Hanım uzun süren cevapsızlığa sinirlendi. Bağırdı:
-Bir….girdin de çıkamıyor musun?
- ...
Nevruz Hanım ayağa kalktı. Ellerini beline dayadı. Biraz eğildi. Kocasının gözleri içine bakarak değişik bir ses tonu ile önce sorusunu sordu sonra emrini verdi:
— Öyleyse ne? Bir şey söyle be adam!
Akif Bey, asabının bozuk olduğu zamanlarda yaptığı gibi birkaç kez burnunun ucuna hızlı hızlı elini sürdükten sonra buz gibi bir sesle:
— Sizin köyde hiç tanıdık kaldı mı hanım? dedi.
Nevruz Hanım soruya bir mana veremedi o an. Yüzünde değişik bir ifade belirdi.
— Pardon, dedi. “ Anlayamadım.”
— Yaaa, senin bir halanın mı dayının mı bir akrabası vardı köyde. Orada mı acaba diyorum?
Nevruz Hanım, ortalıkta duran taburelerden birini altına çekip kocasına yanaştı.
— Orada, Emecen mi?
- ...
Akif Bey’in yüz ifadesinde en ufak bir değişişliğin olmaması, boş boş bakmayı sürdürmesi Nevruz Hanım’ın kaygısını arttırdı. Kocasına biraz daha yanaştı.
— Sorunun hakkında birazcık ipucu versen de ben de yardımcı olsam hayatım hı, dedi.
— Orada mı? Bir bilgin var mı?
Kocasının gözlerinin dolması, sesinin titremesi Nevruz Hanım’ın gözünden kaçmadı. Tabureyi kocasına doğru biraz daha çekti.
— Ne bileyim ben Akif, dedi. “Hem görsem tanımam? Hem bayram değil seyran değil nereden çıktı şimdi bu?”
Akif Bey, karısının sağ elini tuttu başka bir âlemde imiş gibi. Suratını buruş buruş yaptı. Yalvarır gibi konuştu:
—Ya, hani diyorum ki, bizim köye bir inse de bir baksa Dudu orada mı? Ha, olur mu, ne dersin?
Nevruz Hanım, yeniden sinirlenmeye başladı. Ayağa kalktı:
— Dudu da kim şekerim? dedi. Şeker sözcüğünü bir değişik vurgulamıştı.
Akif Bey, cevap vermedi. Nevruz Hanım kalkıp birkaç kez salonun içerisinde dolaştı. Zihnini zorladı. Dudu’yu anımsar gibi oldu. Tabureye oturdu. Sordu:
— Dudu da nereden aklına geldi şimdi?
—Geçen hafta onların mahallesinden geçme durumunda kaldım da.
—Eee!
— Nasıl anlatayım bilmem ki.
-…
— O cami yerinde duruyordu
— Eeeee!

—Hatırlıyor musun Nevruz? Yılbaşından birkaç gün sonraydı. Geç vakit nefes nefese gelmişti. " Abi “demişti “Bizim oradaki caminin hemen yanı başında bir ev var. Satılıkmış. Adama yalvar yakar oldum. İsteyeni çok ama yarın akşama kadar beni bekleyecek. Kurban olayım yardım etsen de bana ben o evi alsam. Çocuklarımla oraya yerleşirim, borcunu da sana elime geçtikçe öderim. " Hatırladın mı? Sen de vardın.
Nevruz Hanım hadiseyi hatırladı. Akif Bey gözlerini salonun en uzak noktasına dikti. Sözlerini ağlamaklı sürdürdü:
— Nasıl da heyecanlıydı o akşam. O kışta kıyamette terliklerle gelmişti. Yarın uğrarım ben, bakarız deyince ne kadar da çok sevinmişti.
— Uf be Akif! Yıllar sonra nereden aklına geldi şimdi bu?
— Canım benim! Giderken “ Evimi belki hatırlayamazsın abi caminin biraz üstünde camları kırık bir ev var. Ben orada oturuyorum ” demişti.
Nevruz Hanım Akif Bey’e duyurma gayesi gütmeden söylendi:
—Duygu sömürüsü en çok sevdiğimiz şey
Akif Bey’in içi yanıyordu. Duygu ve düşüncelerini sonucunu önemsemeden dillendirmek istiyordu. Yere bakarak başını bir aşağı bir yukarı sallayarak sözlerini sürdürdü:
— Biliyorsun anası Sebahat Hala, uzaktan da olsa bizim akraba olur. O son zamanlarında bir gün rast geldik de sokakta.
Akif Bey gülmekle ağlamak arasında bir duyguya kapıldı. Duygusu ses tonuna da yansıdı:
—Bana küçük bir altın vermiş, “Dudu’ya göz kulak ol ben ölünce. Sizden başka kimsesi yok .” demişti. “ Senden başka kimsesi yok. Ne olur başı bunalırsa yardımını esirgeme ondan. Biliyorsun bebeleri de var.”
Nevruz Hanım, sordu:
— Köye mi gitmiş?
— Dul bir kadın. Biri engelli dört çocuk. Nereye gidecek?
Nevruz Hanım, kocasını rahatlatmak istedi:
— Evlenmiştir belki, dedi.
— Kaç gündür Sabahattin Hala’yı görüyorum rüyamda. Küçük bir altın uzatıyor ve diyor ki…
Akif Bey daha fazla kendine hâkim olamadı. Ağlaması gerekiyordu. Ağlamaya başladı. Nevruz Hanım’ın eli birkaç kez kocasının başına doğru uzandıysa da o el onun başına değmedi.
Akif Bey ağlamayı birden kesti. Ayağa kalktı. Keskin bir bakışla karısına çıkıştı.
— Sen de demedin ki kapıcı dairesi boş, al şunları oraya. Hem binaya bakarlar hem de kanatlarımızın altına alırız diye. Ne biçim karısın sen be!
Adeta ağzından köpükler saçarak son cümleyi sarf etmeseydi Akif Bey, Nevruz Hanım güzel sözlerle kocasının acısını hafifletmek için her şeyi yapacaktı ama son sözleri onu da çıldırttı. Ellerini yumruk yaptı, yüz rengi değişti, sesim komşuya erişir diye düşünmeden avazı çıttı kadar bağırdı:
— Gene suç benim oldu. Gene gitti geldi kabak benim başıma patladı öyle mi Akif Bey?
Nevruz Hanım, ses tonunu değiştirmeden bir şeyler daha söyleyecekti dışarıdan gelen bağrışmalardan bir ses buna mani oldu. Bağrışmalar arasında Yavuz’un sesi de var gibi gelmişti ona. Pencereye koştu. Baktı. Zaman zaman şahit oldukları bir manzara vardı yine sokakta. Duran iki otomobil otomobilden inen insanlar, tartışıyorlardı yol için.
Nevruz Hanım balkona çıktı. Olanları daha iyi görebilmek için balkonun uygun yerine gitti. Biraz da sarktı. Kavga edenlerden biri bir silah çıkarttı. Biri atıldı, silah tutan eli tutmaya çalıştı. Adam’ın “ Ne yapıyorsun?” tepkisi balkona kadar geldi. Ve silah iki el patladı. Nevruz Hanım vuruldu balkondan aşağı düştü.



10 Mayıs 2019 Cuma


DİKKAT SÜMÜKLÜBÖCEK VAR
Bir varmış bir yokmuş. Evvel zaman içinde, saman kalbur içinde, develer tellal pireler berber iken, ben de annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken insan sayısının az eşek sayısının çok olduğu bir ülkede yaşayan Göz isimli bir eşek varmış. Bu eşek çalışkan mı çalışkan bir eşekmiş ama son birkaç gündür içine düşen bir kurt sebebi ile bir türlü kendini işine veremiyormuş. Aklı fikri sıpası Kulak’taymış.
Akıllı bir eşekmiş Göz. Herkese akıl verirmiş. Konu yavrusu olunca aklı sağlıklı çalışmamış ya da o öyle düşünmüş. Akıl akıl üstündür deyip meseleyi komşusu deveye açmış. “Bana bir akıl ver.” demiş.
Deveye ilk defa akıl soruluyormuş. Deve bundan çok mutlu olmuş. İyi bir akıl verirsem eşeğe herkes benden akıl istemeye başlayabilir belki deyip bu fırsatı iyi değerlendirmek istemiş.
— Korkun ne eşek kardeş? demiş. Bir daha söyler misin korkunu bana?
Eşek, korkusunu bir daha söylemiş.
Deve, bu işten kesinlikle yüz akı ile çıkmak istediğinden konuyu enine boyuna düşünmek gayesi ile yarına kadar Göz’den müsaade istemiş, Göz de ona “tamam” demiş.
Deve o akşam yörenin en yaşlı devesi Höyük’ü bulmuş. Höyük deve iyice yaşlandığı için yakınları tarafından bir huzur evine bırakılmış. Yıllardır oradaymış, aranılıp sorulmamasını zaman içerisinde kabullenmiş kabuğuna çekilmiş.
Höyük Deve, genç bir devenin kendisini aradığını duyunca çok şaşırmış. Hele hele kendisine akıl danışılmasından, dünyalar kadar mutlu olmuş. Yeniden doğmuş, yaşama adeta yeniden tutunmuş.
Genç deve ertesi günü Göz eşekle düşündüklerini paylaşmış. Göz eşek bunları niye düşünemediğine şaştıysa da üzerinde durmamış. Genç devenin yardım önerisini memnuniyetle kabul etmiş.
O akşam genç deveyi evinde misafir eden Göz eşek onu oğlu Kulak ile tanıştırmış.
Genç deve ile sıpa birkaç gün içinde dost olmuşlar. Birbirlerini ile her şeylerini paylaşmaya başlamışlar. Daha doğrusu sıpa paylaşmaya başlamış. Ve günlerden bir gün sıpa genç deveyi büyük, gösterişli malikânelerin bulunduğu bir yere götürmüş. Malikânelerin bir yerlerinde yazan uyarı yazılarını göstermiş:
Dikkat köpek var.
Dikkat yavrulu dişi aslan var.
Alarm var.
Kaplan var.
Karınca var.
Malikânelerin birinde de koskocaman bir yazı:
Dikkat sümüklüböcek var. Sakın girmeyin.
Sıpa, genç deveyi dürtükleyip sormuş:
— İçeriye girip sümüklüböceğe merhaba demeye var mısın?
— Nasıl yani?
— Aslanı, kaplanı, köpeği anlarım da sümüklü böcekten bekçi mi olur? Gel şu sümüklüböceği bir görüp dalgamızı geçelim. Sümüklüböceği malikânesine
koruyucu olarak alana da unutamayacağı bir ders verelim.
Gül eşek, sıpasını iyi tanıdığından sümüklüböceği merak edip bu malikâneye girmeye çalışacağını genç deveye söylemiş, sen yanındayken böyle bir teklifte bulunursa ya onunla gir ya da bunun doğru bir davranış olmadığı huşunda onu ikna et demiş.
Genç deve, tıpkı sıpa gibi sümüklüböceği çok merak etmesine, malikânenin kapısının da açık olmasına rağmen içeriye girmeye korkmuş. Özellikle kapının açık olması onun kafasında soru işareti oluşturmuş Genç deve, sıpanın kulağından tutmuş, bir köşeye çekmiş başkasının ikametgâhına izinsiz girmenin doğru olmadığını, uyarı yazılarına dikkat edilmesi gerektiğini, bazı söz ya da sözlerin avı oltaya çekmek için bir araç olabileceğini ona anlatmış. Genç devenin sözleri sıpanın annesinden ve ailesinden duyduğu uyarı ve nasihat sözleriymiş. Sıpa, birdenbire ortaya çıkan bu devenin annesi ile ilgisi olabileceğini anlamış. Onun gözetiminden kurtulmak için, devenin söylediklerinden ikna olmuş gibi yapmış bununla da yetinmeyerek ona uzun uzun teşekkür etmiş.
Ve günlerden bir gün sıpa bir fırsatını bulup kişinin başına ne gelirse meraktan gelir sözünü kanıtlamak istercesine “sümüklü böcek var” uyarısının bulunduğu malikânenin önüne gitmiş. Etrafında defalarca dönmüş. Bir süre sonra da daha fazla kendisini tutamamış bahçenin aralık bırakılan kapısından içeriye yavaşça süzülmüş. Etrafına bakınmış. Seslenmiş:
—Sümüklüböcek kardeş. Sümüklüböcek kardeş.
Cevap gelmemiş. Sıpa, biraz ilerlemiş sesini azıcık yükselterek yine seslenmiş:
—Sümüklüböcek kardeş. Ortaya çık da biraz oynayalım. Burada dur dur canın şey olmuştur.
Yine cevap gelmemiş. Sıpa sesini biraz daha yükselterek tekrar selenmiş. Sıpa kulaklarını oynatmış, kuyruğunu sallamış, doğrusunu söylemek gerekirse içeriye girerken az da olsa kötü bir sürprizle karşılaşabileceği olasılığının yok olduğunu düşünerek gülümsemiş. Atlayıp zıplayarak büyük bahçenin içerinde birkaç kez tur atmış. Bu arada da malikânenin giriş kapısının da açık olduğunu görmüş. İçeriye girip bir bakayım ne var ne yok diye aklından geçirmiş, geçirmekle de kalmamış düşündüğünü gerçekleştirmiş. Kapıdan adımını atar atmaz da neye uğradığını şaşırmış. Bu zamana kadar hiç görmediği bir yaratık kendisini yakalamış havaya kaldırmış. Sıpa, çaresizlik içerisinde, annesinin ve de genç devenin öğütlerini ve uyarılarını dinlememenin pişmanlığı ile çırpınmaya yaratığa yem olmamak için ona yalvarmaya başlamış.
O andan sonra da bu sıpanın hilayesi başka sıpalara ders olması için anlatılmaya başlanmış. Ders çıkartan sıpalar mutlu olurken ders çıkartmayan, aklına estiğini yapan sıpaların başları yaşamları boyunca dertten kurtulmamış. Gökten üç elma düşmüş, akıllı insanların tahmin ettiği gibi üç elmanın üçü de başkalarının yaşamlarından ders çıkartmasını bilenlerin başına düşmüş.



6 Mayıs 2019 Pazartesi


AHMET ÇATLAYACAK ÖĞRETMENİM

Bir varmış bir yokmuş. Develer tellal pireler berber iken, tilkiler kargaların ağızlarından düşürdükleri peynirlerini yerken ben de annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken Ayça Öğretmen’in kadayıflarım dediği çocukları incir çekirdeğini bile doldurmayan bir sebepten ötürü önce birbirlerine girmişler sonra da onlardan bir grup meseleyi halletmesi için biricik öğretmenlerinin yanına koşmuşlar. Hepsinin, öğretmenlerine söyleyeceği bir şey varmış. Çoğu zaman yaptıkları gibi hep bir ağızdan konuşmaya başlamışlar. Ayca Öğretmen, kendini öğrencilerinden biraz uzaklaştırmış sonra da,
—Teker teker, demiş, her zamanki tatlı ve yatıştırıcı kadife sesi ile.
Özge atılmış:
— Ayaz ayıp ayıp şeyler söylüyor bana öğretmenim.
Sıla, Özge’ye destek vermiş:
—Evet öğretmenim ben de duydum. Annesine söyleyin de ağzına biber sürsün. Bizim ahlakımızı bozuyor ahlaksız çocuk.
Hüseyin, Ayaz’ın samimi arkadaşıymış. Özge’ye yaklaşma girişimleri hep başarısız olduğundan Özge’yi zor durumda bırakmak için lafa karışmış:
—Öğretmenim Özge’de Ayaz’a, Ayaz Aysun’a âşık diyor. Demesin. O da.
Hemen yanı başlarında bir grup veli varmış. Merve Hanım’ın, Aysun’u da bu okuldaymış. Ayaz Aysu’na âşık cümlesinden heyecanlanmış. Hüseyin’in yanına yanaşıp böğründe dokunarak sormuş:
— Hangi Ayşsun’a âşıkmış? Benim kıza mı? Kırarım onun bacaklarını
Hüseyin, şaşkın şaşkın kadına bakıp sormuş:
—Senin kız kim teyze?
Ayça Öğretmen, Merve Hanım’a bakıp gülümsemiş:
—Yok hanımefendi, demiş. Sizin kızdan değil bizim kızdan bahsediyor
Merak etmeyin siz.
Merve Hanım, Ayça Öğretmen’e çıkışmış:
— Hoca Hanım, bunlar daha bacak kadar çocuk. Bu yaşta aşk meşk mi olur?
Velilerden biri, kızlardan birine sokulup sormuş:
— Aysun da Hüseyin’i seviyor mu?
Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş. Soru sorulan öğrenci de dedikoduya meraklıymış:
—Yok, demiş. Aysun kantinde çalışan Yavuz abiye âşık ama Yavuz abi güvenlikçi ablayı seviyor.
Velilerden Selim, sinirlenmiş. Öğretmeni azarlamaya kalkmış:
—Hoca Hanım. Siz nasıl bir öğretmensiniz? Böyle abuk sabuk konuşmalara niçin müsaade ediyorsunuz? Vuramıyor musunuz ağızlarına iki şaplak? O onu seviyor muş da bu bunu bilmem ne yapıyormuş da. Bunun için mi geliyor çocuklarımız buraya Bunları mı öğretiyorsunuz siz bu çocuklara?
Kerim Bey, Selim Bey’e çıkışmış:
—Ne bekliyordun ki. Görmüyor musun dizileri. Kitap okuyan tek kişi var mı? Aşkla başlıyor aşkla bitiyor hepsi. Öğretmen ne yapsın? Toplum bu halde.
Tam o sırada oradan Zeynep Hanım ile oğlu Furkan geçmekteymiş. Zeynep Hanım, Furkan’ı dürterek Ayça Öğretmen’i göstermiş:
—Bak birde öğretmen olacağı diyorsun. Şu kadın buraya geddiğinde tıpkı benim gibi eti butu yerindeydi. İki yüz kilo vardı maşallah. Şimdi bak bir deri bir kemik kaldı. Ne hale koydu çocuklar kadını.
— Boşuna çeneni yorma anne. Hem kadın, ister dört yüz kilo olur ister elli kilo. Kendi tercihi.
— Oğlum vıcır vıcır şunlarla uğraşılır mı? Hem puanın tıpa da yetiyor. Doktor ol. Hoca olup ne edecen?
— Boşuna çeneni yorma anne. Ben kararımı verdim.
—Yavrum ben, senin iyiliğin için. Bak, ben diyorum kazkanadı sen diyorsun keçiboynuzu.
Çocuklardan Beyza, cinmiş. Anne ile oğlunun duyacağı şekilde öğretmenine sormuş:
—Öğretmenim ben diyorum kazkanadı sen diyorsun keçiboynuzu ne demek?
Ayça Öğretmen, Beyza’nın sorusuna vereceği cevabı ötelemiş. Kollarını açıp öğrencilerini “ Sonra konuşuruz bunları” diyerek sınıfa yönlendirmiş. Kendisi de öğretmenler odasına çıkmış. Bir bardak çay doldurmuş. Eline bir kitap almış. Tam okumaya başlamış ki, kapı açılmış öğrencilerinden biri, her zaman pireyi deve yapmakla ünlenen Oya içeriye girmiş:
— Öğretmenim koşun, demiş. Ahmet ya patlayacak ya da çatlayacak biraz sonra. Yine sınıfın altını üstüne getirecek.
Ayça Öğretmen, okumakta olduğu Keloğlan masalını masanın üzerine bırakarak konuşmuş
— Epeyce zamandır iyiydi. Yine ne oldu ki?
Oya, gözlerini koca koca açmış.
— Öğretmenim siz hala Keloğlan masalı mı okuyorsunuz?
Ayça Öğretmen,
— Ben masal okumasını severim, demiş gülümseyerek:
— Ama siz çocuk değilsiniz ki. Değilsiniz değil mi?
Oya’nın sorusu o kadar içtenmiş ki, öğretmeni gülümseyerek başını sallamaktan kendini alıkoyamamış. Ova’nın saçlarını karıştırarak,
— Sen beni öldüreceksin kız, demiş.
Sonra da sormuş:
— Ahmet’e ne oldu gene? Niye patlayacak? Ne yaptınız oğlana?
— Öğretmenim bu sefer siz bir şey yaptınız vallahi.
Öğretmen meraklanmış:
— Ben mi bir şey yaptım? Ne yaptım ki? Ne yaptım ben? Ben sınıftan çıkarken bir şey yoktu hem. Her şey yolundaydı.
Oya tam cevap verecekken soruya,, koşarak Murat gelmiş Nefes nefeseymiş:
—Öğretmenim Ahmet sağa sola dalaşmaya başladı. Ha patladı ha patlayacak. Gelin bir şey yapın Anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirecek gene. Gene kıskançlık krizi tuttu.
Öğretmen, Murat’ı yanına çağırmış. Eline omzuna koymuş:
—Yine üzerine gittiniz değil mi? Bir türlü olduğu gibi kabul edemediniz şu çocuğu çocuklar? Neyi kıskandı yine?
— Öğretmenim vallahi biz bir şey yapmadık. Siz sınıftan çıkınca önce oflayıp puflamaya sonra da gittikçe gerilmeye başladı. Huyunu biliyorsunuz yarışmayı kazamadığını alıştıra alıştıra söyleyecektiniz. Damdan düşer gibi söylediniz
Oya, sınıftaymış gibi parmak kaldırarak araya girmiş:
— Evet Öğretmenim. Ahmet birinci olacağından emindi. Sonucu öğrenince şoke oldu. Kıskançlık krizine girdi. Allah da onu öyle yaratmış değil mi öğretmenim?
Murat, Oya’yı öğretmenine fark ettirmeden itmiş:
— Ukala. Öğretmene akıl mı veriyorsun? Gıcık. Çokbilmiş.
— Yüreğin varsa yüksek sesle söylesene bunları
— Ben bunları öğretmene değil sana söylüyorum.
— Öğretmenin sözleri bir kulağından girip ötekinden çıkıyor. Öğretmenimiz böyle sözler söylemeyin demiyor mu?
Ayça Öğretmen, tam, “ Ne söyleniyorsunuz? ”diyecekken öğretmenler odasının kapısı tekrar açılmış:
Sacide içeriye girmiş.
Veysel Öğretmen’in kalın bir sesi varmış. Öğretmenler odasında o da varmış o dakikalerda. Gözleri gazetede kulakları konuşulanlardaymış. Onu tanıyan tüm öğrenciler ondan çok korkarlarmış. Veysel Öğretmen bunun nedenini bir türlü çözememişse de zaman zaman bunun keyfini çıkarmıyor da değilmiş kendince. Sacide’yi biraz korkutmak istemiş. Sacide’ye,
—Buraya gel bakayım, demiş.
Sacide korkmuş. Önce kendi öğretmenine sonra Veysel Öğretmene bakmış. Bacakları titreyerek yanına yanaşmış. Beti benzi kül gibi olmuş. Veysel Öğretmen, Sacide’nin çok ama çok korktuğunu anlayınca kıyamamış, Üzerine gitme düşüncesinden vazgeçmiş. Sacide’nin özenle örülmüş saçlarına bakmış.
Gönlünü almak için:
— Ne güzel saçlar bunlar. Annen mi ördü? demiş.
Sacide bir an öğretmenine bakmış. Sonra başını öne eğmiş. Veysel Öğretmenin sorusunu ağlamaklı cevaplamış:
— Annem öldü öğretmenim. Saçlarımı teyzem ördü.
Veysel Öğretmen yılların yaşam tecrübesine rağmen söyleyecek birkaç kelime bulamamış. Bir yutkunmuş. İki yutkunmuş.
Kısa bir sessizlik olmuş öğretmenler odasında.
Murat, öğretmenine dönerek:
— Biz gidelim mi öğretmenim, demiş.
Oya, Murat’ın kulağına eğilmiş:
—Öğretmen Keloğlan masalı okuyor. Allah bilir Cin Ali de okuyordur, demiş. Sınıfa söyleme sonra sınıfa yetiştirirler.
Murat, Oya’yı dürtmüş:
—Sen söyle demi. İspiyoncu. Hem ayıp mı Keloğlan okumak?
Oya, elini sallayarak, öffflemiş:
— Benim arkamdan niye koşup geldin ki?
Öğretmen, öğrencilerini dışarıya çıkarmak için ayağa kalkmış. Onlara sınıfa gitmelerini söylemiş. Sonra da Veysel Öğretmen’e dönerek şöyle demiş:
—Veysel Öğretmenim siz yılların öğretmenisiniz. Kim bilir neler yaşadınız. Çocukların şimdi patlayacak dedikleri Ahmet’le ilgili bana yardımcı olabilirseniz çok sevinirim.
Veysel Öğretmen Ayça öğretmenin Ahmet ile ilgili anlattıklarını can kulağıyla dinlemiş. Sonra da,
—Müsaade edersen yarınki son dersine gireyim, demiş.
Göz açıp kapayınca kadar bir zamanda yarın olmuş, Son ders saati gelip çatmış. Ayça Öğretmenin saate bakıp durması öğrencilerin de dikkatini çekmiş. Onlardan biri bunun nedenini sormak için parmak kaldırmış ki kapı çalmış. Ellerinde birer davul olduğu halde sınıfa üç kişi girmiş. Bunlardan biri Veysel Öğretmenmiş. Bu duruma çocuklar da Ayça Öğretmen de çok şaşırmış.
Veysel Öğretmen, Ayça Öğretmeni ve sınıfı selamladıktan sonra, kara tahtanın önüne geçmiş.
—Çocuklar, bilirim sizler beni sevmezsiniz, Benden korkarsınız. Derin dondurucudan daha soğuk bir öğretmenimdir Şimdiye kadar böyle olmam bundan böyle de böyle olmamı gerektirmez, demiş ve susmuş.
Ayça Öğretmen de çocuklar da sözün nasıl devam edeceğini merak etmişler. Veysel Öğretmen’in de istediği buymuş zaten. Dikkatlerin tamamen üzerinde toplandığını düşündüğü bir anda da, gözlerini koca koca açarak,
— Belki bazılarınız kırkından sonra azanı teneşir paklar diye içinizden geçireceksiniz ama beni değişmeye karar verdim uşaklar, demiş. “Bakın mesela davul çalacağım.”
Arda atılmış:
— Davulcu mu olacaksınınız öğretmenim?
Sınıf gülmüş. Veysel Öğretmen kızmamış çocuklara.
— Evet, demiş ve eklemiş: “ Siz beni hiç davul çalarken gördünüz mü?”
Tüm sınıf hep bir ağızdan:
— Hayır, demiş.
— O zaman görün demiş, Veysel Öğretmen. Davulu sırtından indirmiş. Tokmakları eline almış. Davulu çalmaya başlamış. Çocuklardan bazıları kıkır kıkır gülmüş, bazıları kulaklarını tıkamış. Bazıları birbirlerine bakmış. Yarım dakika kadar sonra Veysel Öğretmen çalmayı bitirip davulu yere bırakmış. Alkışlayanlar olmuş.
Talebelerden biri,
— Biraz daha çalsaydınız öğretmenim, demiş. Çok güzel çalıyorsunuz.
— Dedem bile bundan güzel davul çalar, demiş bir başkası.
Bir başkası bir fıkrayı anımsayıp:
—Gamze Gamze olalı böyle bir işkenceye tabi tutulmadı demiş.
Veysel Öğretmen, işaret parmağını sınıfa doğru sallamış,
—Ben öğretmenim, söylediğiniz her şeyi duyuyorum ona göre, demiş ve de sormuş:
“ Yahu çocuklar eski Veysel Öğretmen mi istersiniz şu dakikalarda gördüğünüz Veysel Öğretmen mi ?”
Soruya tepki anında gelmiş:
— Bu Veysel Öğretmeni
Veysel Öğretmen ile beraber içeriye giren Ekmel Bey, araya girmiş:
—Size bir sır vereyim mi çocuklar Veysel Öğretmeniniz hakkında, demiş ve eklemiş. “ Yalnız aramızda kalacak Veysel Öğretmenini duymayacak.”
Çocuklar, Veysel Öğretmen burada nu nasıl olacak gibisinden gülüşmüşler.
Ekmel Bey, davulla üç dakika kadar süren bir gösteri yapıp mini bir konser vermiş. Çocuklar o kadar çok beğenmişler ki bu sunumu alkışlamaktan avuçları kızarmış.” Bir daha, bir daha “ diye bağırmışlar.
Ebru, yanındaki kız arkadaşının kulağına fısıldamış:
—Valla atalar kızı boş bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya varır demişler. Ben böyle bir davulcu bulursam koca diye alırım.
Arkadaşı cevap vermiş:
—Senin de aklın fikrin kocada be bu yaşta,
Ekmel Bey, alkışlar için çok teşekkür etmiş. Sonra, Veysel Öğretmen’e dönmüş.
Çocuklar meraklanmış. Ekmel Bey, çocuklara dönmüş:
— Kendisi böyle çalamıyor ya, çatlıyor patlıyor, tırmaklarını mırnaklarını yiyor kıskançlıktan demiş.
Ve sözünü biter bitmez kahkahalarla gülmüş: Sonra da sormuş:
— Değil mi?
Veysel Öğretmen:
— Değil, demiş.
—Yemin et.
—Değişmeye karar verdim dedim ya az evvel Ekmel. O andan itibaren seni kıskanmıyorum da çatlamıyorum da patlamıyorum da. Senin söyleminle cırnaklarımı yemiyorum.
Ekmel Bey, ellerini çırpmış, çırparken de “Veysel Öğretmene bir alkış” deyip onu alkışlatmış. Sonra da çocuklardan bir şey istemiş:
—Çocuklar gözlerinizi bir yumun. Ben açın demeden de açmayın
Çocuklar gözlerin yummuş.
Ekmek Bey, tane tane çocuklardan istediğini söylemiş:
— Şu huyumdan pek de memnun değilim. Veysel öğretmen gibi yapabilir sevmediğim huyumu değiştirmek için uğraş verebilirim dediğiniz bir huyunuz varsa kendi kendinize söz verin bakayım.
Ekmek bey, Veysel Öğretmen ve Ayça Öğretemen ve Veysel Öğretmenle gelen üçüncü kişi çocukları sözmüş. Bazılarının dudakları kıpır kıpır oynamış. Bazıları başını göge kaldırmış, bazıları öne düşürmüş. Biraz sonra da Ekmek Bey, davulun tokmağına vurmuş, “Gözlerinizi açın.” demiş. Çocuklar hemen kendi aralarında konuşmaya başlamışlar:
—Sen ne söz verdin kendine. Hangi huyunu değiştireceksin?
— Ben her huyumdan memnunum.
— Ben derslerde artık konuşmayacağım.
— Bence sen burnunu silip mendilini yere atma. Öğretmen hep bana toplatıyor başkansın diye
— Rasim de atıyor.
— Rasim’den sana ne?
Veysel Öğretmen, konuşmaya başlayınca çocuklar susmuş.
—Ya çocuklar demiş, Anneler günü için yapılan şiir yarışmasında birinci gelen şiiri okutacak birini bulamadım. İçinizde ben okurum diyen biri var mı?”
Ahmet ayağa fırlamış:
— Ben, ben varım öğretmenim.
Sırma, önündeki arkadaşını dürtüklemiş:
— Gene neye atladı bu ya. Kaçırdım
Arkadaşı, dudak bükmüş:
— Okunacak bir şiir mi varmış ne. Onu okumak istiyor.
Sımıfa giren üç kişiden biri olan Asuman Hanım hareketlenmiş. Veysel Öğretmenin yanına gelmiş. Çocuklara bir şey söylemek istediğini ifade edip Veysel Öğretmenden müsaade istemiş. Müsaadeyi alınca da çocuklara aynen şunları söylemiş:
— Çocukları sizleri izlerken içimden bir şeyler akıp gitti. İlkokulda da ortaokulda da lisede de hep kürsüye çalmak şiir okumak, konuşma yapmak istedim. Başka şeyler de yapmak istedim, Belki utandım, belki kendime güvenemedim, belki korktum. Belki bedenselimi engel yaptım her neyse sonuç böyle bir şeye çok istemem rağmen hiç talip olmadım. Şunu söylemek istiyorum, az evvelki değişme hususunda bu konuyu düşündeyseniz, Veysel öğretmenin önerisine olumlu cevap vererek mücadeleye başlayın. Koskoca sınıftan bir parmak kalktı. Ben eminin yarınız bu şiiri okumak ister. Şimdi ben aynı soruyu soruyorum, anneler gününde kürsüye çıkıp ödüllü bir şiiri okumak isteyen yok mu içinizde?
Asuman Hanım son cümleyi öyle bir söylemiş ki sınıfın yarısından çoğu az evvelki sözlerin de etkisiyle anında parmak kaldırmış. Parmak kaldıranların gözleri ışıldamış. Parmak kaldırmayı başarabilmek bile içlerinde güzel duygular uyandırmış.
Veysel Öğretmen kalkan parmaklardan çok mutlu olmuş. İlk parmak Ahmet olduğundan onu yanına çağırmış. Bunun nedenini de çocuklara izah ederek onların kırılmamasını sağlamış. Cebinde Yaren Daşpınar’ın ödüllü şiirini çıkartmış Ahmet’e vermiş. Ahmet şiiri okumuş. Şiir şöyleymiş:

ANNEMİZ VAR YANIMIZDA
Gönülleri bir çiçek bahçesi
Annen sana vermiş en güzel yeri
Onun kıymetini çok iyi bilmeli
Hayatımızın parçası anneler çok önemli

Sıcacık kucağı ve nefesi
Hayata sıkıca bağlar seni
Uçurumdan biri tutmuş gibi sanki
Zor anımızda bile sevgi dolu gelir sesi

Ev işleri biter gece yarısında
Anneler evlatları için hala ayakta
O sevgi dolu yürek var ya
Değişilmez dünyalara!

Yaralanırsak koşar annemiz buraya
İlaca bile gerek yok, annemiz vardır yanımızda
Bir öpücük bir sarılış verdiği anda
Yeniden doğar, geliriz dünyaya.
Kucağında uyuduğu anda
Sevgi dolu hayallere uçarsın onunla
Uyanmak gelmez içinden asla
Çünkü annemiz vardır yanımızda.

Azıcık uzak olsak ona
İçimizde bir hasret kalır sonra
Dayanılmaz hale gelince
Dayanamayız koşarız ona

Sormaya gerek yok, annem her şeyde
Kalbimin yüreğimin en güzel köşesinde
Hiçbir şey onu almaya cesaret edemez bile
Melek annem, kalbimdeki en güzel yerde.
Yaren Daşpınar

Ayça Öğretmenin çocukları, yiğidi öldür hakkını ver sözünü kanıtlamak istercesine, şiiri çok güzel seslendiren Ahmet’i alkışlamışlar. Birkaç cılız alkış bekleyen Ahmet bu işe çok şaşırmış. Koltukları kabarmış. Tam bu anda Sacide yerinden kalkıp sert ve kararlı adımlarla Ayça Öğretmen’in yanına gelmiş. Etkileyici bir ses tomu ile:
—Bu şiiri ben okumak istiyorum, demiş.
Sınıf bu duruma çok şaşırmış. Gözler Ahmet’e çevrilmiş. Ahmet’in hele hele bu kadar alkıştan sonra öğretmenin daha bir şey demeden, bağırıp çağıracağını, kıyameti kopartacağını daha da ileri giderek Sacide’ye “ Pişmiş aşa niye su katıyorsun” diyerek şiddet uygulamaya kalkacağını tahmin etmişlerse de beklenmedik bir şey olmuş. Ahmet, Sacide’ye yanaşmış:
— Okuyabilecek misin Sacide? demiş.” Acın yeni ya onun için söyledim.”
—Müsaade edersen okumak istiyorum, demiş Sacide.”Okuyabilirim. Belki ağlayarak okurum ama olsun. Okurum.”
Ayça Öğretmen duygulanmış. Saclde’ye sarılmış, saçlarından öpmüş. Sınıf ayağa kalkarak Sacide’yi sevgiyle, coşkuyla alkışlamış. Gözlerinden yaşlar akan da, dalgasını geçen de olmuş. Gözlerinden yaşlar akanlar, ağlamanın insani bir özellik olduğunu bilip kabul ettiklerinden utanmamışlar. Dalgasını geçenler ise, ne yapalım bizim de huyumuz bu” deyip bu düşüncede teselli aramışlar.
O günden sonra Ahmet, Veysel Öğretmen’in “ Ben değişmeye karar verdim.” sözünden ve kararlılığından ilham alıp kıskanma huyundan vazgeçmek için karar almış. Zaman içerisinde de epeyce yol kat etmiş. Kıskançlıktan çatlayacak duruma hiç gelmemiş.
Gökten üç elma düşmüş, biri Sacide’nin biri Veysel Öğretmen’in( Ayça Öğretmen’in diyenler de var) biri de Ahmet’in başına.
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.




2 Mayıs 2019 Perşembe


KÜLAH ÖNE DÜŞTÜ


Evvel zaman içinde saman kalbur içinde bundan epeyce bir zaman önce. bir olay neticesinin etkisi ile yaprakların sarardığı çil çil altınların akşamdan sabaha pul olduğu bir zamanda evrendeki gezegenlerin birinde var olan ülkelere eklenecek yeni bir ülkenin başına getirilecek hükümdar, ülke veliahtlarından biri olacağından veliaht sayısı son seçim öncesi şansa dayalı bir seçim sonrasında dörde indirilmiş, her veliahtla müstear bir ad konulmuş ve de bir şekilde gerçek yüzlerini görebilmek için veliahtlar bir yerlere gönderilmiş. Her veliahtlın velisi elbette ki benim çocuğum çok iyi yetişti, içi neyse dışı da odur, görünen tarafının görünmeyen tarafından farkı yoktur demiş ama her biri de kabul etmiş ki “Benim çocuğum bu değil ya da olamaz ya da belli ki daha hamdır pişmemiş.”düşüncesi zihninden geçerse benzi kül gibi olacak, gök gürleyecek o veliahtlın velisi hem çocuğunu hem de kendisi için gözyaşı dökmeden külahını önüne koyup düşünecek, öne düşmeyen külah sahibinin veliahtı da yeni kurulacak ülkenin hükümdarı olacakmış.

1
L ülkesinin hükümdarı, Veliaht Meşe’nin yanında onun yaverini ve horozunu da göndermiş. Bu horoz her sabah saat tam 6.17’de öterek Meşe’yi uyandırırmış.
Belki uzun bir yolculuğun etkisiyle belki yer değişikliği sebebi ile o sabah horoz, vaktini şaşırmış. Saat beşte ötmeye başlamış.
Bu arada Meşe, uykunun en tatlı yerindeymiş. Horozun sesi ile uyanmış. Saate bakmış, saat daha beşmiş. Meşe, bu duruma çok kızmış sinirlenmenin de ötesinde sanki çıldırmış. Tüm gücü ile haykırarak yaverini çağırmış, açıklamasını yapıp emrini vermiş:
—Vaktinden önce beni uykumdan eden şu horozu kes.
Yaver bu söz üzerine şoke olmuş. Kem küm etmiş ama Meşe’nin hiçbir sözü dinlemeye niyeti yokmuş.
— Çabuk git ve kes. Ne demek vaktinde ötmemek? Ne demek beni uyandırmak?
Hem dememiş mi atalarımız, “Vaktinde ötmeyen horozun başını keserler.” diye.
Yardımcı, uyku sersemliği de geçip biraz kendine gelince daha düzgün cümlelerle bunun çok da doğru bir şey olmadığını izah etmiş ama Meşe’nin gözü dönmüş bir kere. Yardımcısını tehdit de etmiş:
— Ya dediğimi yaparsın ya da saraya döner dönmez seni zindana atarım ölünceye kadar da oradan çıkartmam.
Yaver, ülkeye dönünce ne söyleyeceklerini sorunca, Meşe daha bir köpürmüş
— Bu konuda ağzını açıp tek bir laf etmeyeceksin. Hastalanıp öldü diyeceksin.
L ülkesinin hükümdarı evladının gözlerindeki kini görünce oğlunun henüz yeteri kadar olgunlaşmadığını düşünmüş, benzi kül gibi olmuş. Gök gürlemiş külah öne düşmüş.


2


U ülkesinin veliahdı Kayısı, yaverinin birkaç kez uyarmasına rağmen birinci gün de ikinci gün de geç saatlere kadar yatmış. Yaveri bir aralık,
— Muhterem babanız ya da anneniz bu saate kadar yattığınızı ve bu şekilde keyif çattığınızı görselerdi çok kızarlardı efendim, demiş.
Kayısı, son sözün sonrasında yataktan doğrulmuş. Yaverinin yatağa getirdiği kahvaltıdan biraz atıştırdıktan sonra:
— Bırak şu modası geçmiş morukları be dostum, demiş annesi ve babası için. Kazıkları söksek de biz de biraz hayatımızı yaşasak yani. Ne bu böyle?
Veliahttın sözleri imparatorun gözlerinin fal taşı gibi açılmasına, imparatoriçenin de küçük dilini yutmasına sebep olmuş. Gök gürlemiş. Bet beniz kül olmuş külahlar önlerine düşmüş,

3

F ülkesinin genç hükümdarı, gururla karısına ve ailenin diğer fertlerine bakmış. Evladı Irmak , gittiği yerde anne baba gözetimi olmadığı halde hal ve tavırlarıyla tam istediği gibiymiş.

Irmak’ın yaveri sonunda söylemek zorunda kalmış:
— Efendim, valizlere yanlış kitaplar koymuşlar.
Irmak, pencerenin önünde dışarıyı seyrediyor, yaveri de beraberlerinde getirdikleri valizlerde bulunan kitapları boşaltıyormuş.
Irmak dönüp sormuş:
— Nasıl yanlış kitapları koymuşlar?
— Fizik, matematik, cebir, biyoloji, astronomi, fen ne bileyim bunlarla ilgili bir kitap bile çıkmadı daha. Kitapların hepsi ya masal ya hikâye ya şiir türünde.
Irmak, kitapların başına gitmiş. Onlardan birkaç tanesini almış, koklamış, öpmüş.
— Edebiyat gibisi var mı be Bulut demiş. Gece gündüz, gözlerim kan çanağına dönünceye kadar korkmadan hatta yüksek sesle bunları okuyacağım burada.
Bulut’un kulakları duyduklarına inanamamış. Irmak, yaverini anlamış:
— Senin de bildiğin gibi herkes benim bilim insanı olmamı istiyor ama ben hikâye, roman, şiir seviyorum be Bulut, demiş. “Düşünebiliyor musun, şiir yazmak için roman yazmak için bir kalem bir kâğıt yetiyor insana.“
Bulut, hayretler içerisinde Irmak’ın coşkusunu izlemiş. Onu ilk defa böyle heyecanlı, adeta kendinden geçmiş bir vaziyette görüyormuş.
— Şimdi duyacaklarını kimseye söyleme ama coğu zaman matematik kitabımın fen kitabımın arasına şiir, günlük falan koyup okuyorum ben. Hikâye ve roman sayesinde iyiyi kötüyü görüyorsun, masallar seni bambaşka âleme götürüyor, günlükler ve anılar başkalarını yaşadıklarından dersler çıkartmana yardımcı oluyor, piyeslerde hem eğleniyor hem öğreniyorsun…
— Ama efendim, Bunu ailenizi niye söylemiyorsunuz? Bu ayıp bir şey değil ki.”
— Ah be Bulut, hele hele yazmak. Yazmaktan güzel bir şey olabilir mi?
Irmak bir an durmuş. Hüzünlenmiş.
— Bir keresinde yazdığım bir şiiri göstermiştim bizimkilere. Beğenmeseler bile “ aferin” diyeceklerini ummuştum ama küplere bindiler Böyle boş şeylerle uğraştığını görmeyeceğiz bir daha, dediler.

Bulut, üzülmüş, suratını ekşiterek düşüncesini dile getirmiş:
— Aileler niye kendi düşündüklerini yolda çocuklarının yürümesini isterler ki?
Irmak, merak edip sormuş:
— Sen de edebiyatı mesela şiiri sever misin?
— Hem de nasıl diye karşılık vermiş Bulut ” Hatta şiir bile yazarım. Siz en çok kimin şiirlerini okursunuz efendim?
Şiir kelimesi Irmak’ın gözlerini parlatmış. Bir an düşünmüş. Beğendiği şairleri, en çok denildiği için süzgeçten geçirdikten sonra da:
— Yaren’in demiş.
Yaren ismi Bulut’u heyecanlandırmış. Sormuş:
— Yoksa Yaren Daşpınar’ın şiirlerini mi?
— Evet, çok severim onun şiirlerini ben. Dilersen bir tanesini okuyabilirim sana.
— Lütfen. Çok sevinirim.
Irmak’ın ezberinde 10 tane bile bilim formülü yokken yüzlerce şiir varmış. Onları zihninden akıtmış Yaren Daşpınar’ın şiirlerinin birinde durmuş. Bu onun yıllar önce okuduğu “Dostumuz Kitaplar” isimli bir şiiriymiş. Çocuksu bir heyecanla okumaya başlamış:

DOSTUMUZ KİTAPLAR
Farkındaysak en yakın
Dostumuz olmuştur kitap
Bilgimize bilgi katar
Dostumuzdur kitaplar

Götürür hayal dünyamıza
Sadece o vardır yanımızda
Sıkı ve yakın dost sorarsan
Bulamazsın ondan başka

Bulut, alkışlamış yürekten hem Yaren Daşpınarı hem de şiiri seslendireni.

F ülkesinin genç hükümdarının benzi kül gibi olmamış ama mahcubiyetten kıpkırmızı olmuş. Gök veliahttan ziyade hükümdar için gürlemiş. Külah da öne düşmüş.


4

R ülkesinin hükümdarı kendisinden emin, koltuğuna oturmuş. Yakın çevresi ile ilgi duyan herkes de salonun uygun yerlerinde kendilerine yer bulmuş. Veliahtın yerleşeceği konutun ekranı açıkmış. Herkes nefesini tutmuş.

Veliaht Z, kapının çalması ile uzandığı yerden doğrulmuş. Gitmiş kapıyı açmış. Büyük bir coşku ile gelenlere sarılmış:
— Hoş geldiniz Aferin size çocuklar, demiş.
R hükümdarının gözleri fal taşı gibi açılmış. Açılmış çünkü evladının bu gelenlerle görüşmesini yasaklamışmış. Hatta birkaç kere çocuğuna “ Onlarla görüşmüyorsun değil mi? diye sormuş ondan da “ Elbette görüşmüyorum babacığım.”” yanıtını almışmış.
Salondakilerden biri hükümdarın da duyabileceği bir ses tonu ile söylenmiş:
—Benim çocuğum benim istemediklerimi yapmaz diyordu, Takip etmezse böyle olur işte…

Bu sözlerin söylendiği anda Veliaht Z’nin kapısı tekrar çalınmış. Ellerinde torbalarla iki kişi gelmiş:
— İstediğiniz içkilerle sigaraları getirdik efendim, demiş.
İçki sözünü duyan hükümdar dehşete düşmüş. Ülkesinde içki içmek de sigara içmek de yasakmış. Oğlunun içki ve sigaranın adını bile bilmediğini sanıyormuş o.
Karısına dönüp sormuş:
—Yoksa bu içki de mi içiyor hanım?
Ve o anda da orada benizler sararmış, gök gürlemiş külahlar öne düşmüş.

***

Gezegenin yeni ülkesine şansa dayalı bir yöntemle bir hükümdar getirmeyi düşünen gezegenin ileri gelenleri böyle bir durumun ortaya çıkabileceğini düşünmediklerinden sonucu görünce donup kalmışlar. Betleri benizleri atmış, külahları önlerine düşmüş.

Onlar erememiş muradına, biz çıkamadık kerevetine.


1 Mayıs 2019 Çarşamba



BICIRIK AKS

Murtaza Hoca, minik torununun yazmış olduğu masala övgüler yağdırdıktan sonra,
— Fakat demiş “Masalına bir varmış bir yokmuş diye başlamalıydın.”
— Niye?
— Çünkü masallar bir varmış bir yokmuş ile başlar.
— Ama niye?
— Bazı şeylerin niyesi miyesi olmaz. Masallara bir varmış bir yokmuş, develer tellal iken pireler berber iken ben anamın beşiğini sallarken diye başlar genellikle. Adettendir. Tıpkı masalının sonunda senin de yazdığın gibi gökten üç elma düştü der gibi bir şey bu da. Anladın mı?
Aks, Murtaza Hoca’nın gözleri ile kendi gözlerini örtüştürdükten sonra itiraz etmiş:
— Ama bu saçma. “Develer tellal pireler berber olur mu bilmem ama benim annemin beşiğini sallamam olamaz. Annemi ben doğurmadım ki, annem beni doğurdu.”
Murtaza Hoca, başına gelecekleri tahmin etmiş ama bir şey söylememiş.
—Yoksa mahsusçuktan mı ben annemin beşiğini sallıyormuşum?
Torununun son cümlesi Murtaza Hoca’ya kurtarıcı gibi olmuş.
—Evet evet mahsusçuktan sallıyorsun tabi. Sen annenin beşiğini nasıl sallayacaksın ki? Aferin benim kızıma.

Aks, eksik dişlerini göstere göstere “ ben bunu yutar mıyım” der gibisinden kıkırdamış. Sonra da gözlerini koca koca açarak şöyle söylemiş:
— Bana çok kızıyorsun değil mi öğretmenim?
Murtaza Hoca, Aks’ın saçlarını okşayarak:
—Yok canıııım, diye karşılık vermiş torununa. “Bunu da nereden çıkarttın şimdi?”
— Kızıyorsun kızıyorsun. Elinden gelse bir kaşık suda boğarsın sen beni.
Murtaza Hoca, Aks’ın kullandığı deyimi ilk kez duymuş onun ağzından. Meraklanmış ve de sorularını ardı ardına sıralamış:
— Sen bu deyimi nereden öğrendin? Anlamını biliyor musun? Bir kaşık suda boğmak ne demek?
Murtaza Hoca, Aks’a bir şey daha söylemek üzere iken Aks’ın az evvelki sözleri hatırına gelmiş,
— Bak, bir kaşık suda boğmak dedin de… İnsan bir kaşık suda boğulur mu?”
Aks, acır gibi dedesinin suratına bakmış. Murtaza Hoca, bu bakışın altından gene bir bilgiçlik çıkacağını tahmin etmiş:
— Öğretmenim siz hiç benimle âşık atabilir misiniz?
Ve birden aklına bir şey daha gelmiş Aks’ın. Yüz seksen derece değişmiş. Gözleri ışıldamış. Sevinçle:
— Anladım, diye bağırmış. “Sen çocuk oldun. Ondan böyle değil mi?”
Murtaza Hoca, tam “Evet ya kendimi çocuk yerine koydum, seninle oyun oynuyorum ben.” diyecekken Aks, Murtaza Hoca’nın aklının ucundan bile geçmeyen bir cümle kurmuş.
—Sen iyice ihtiyarladın artık dede.
-…
— Yaşlandığın için de çocuklaştın. Değil mi?
Murtaza Hoca’nın keyfini kaçırmamış değil bu sözler. Aks’a cevap vermemiş. Elindeki kâğıtları- ki bu kâğıtlarda Aks’ın yazdığı masal varmış- yanındaki sehpanın üzerine bırakmış. Hiçbir söylemeden iskemlelerden birini alıp balkona çıkmış. Bir ayağını altına alıp iskemleye oturmuş. Biraz sonra da Aks yanına gelmiş.
— Özür dilerim, demiş. Seni üzdüm değil mi?
Murtaza Hoca,
— Bunu da nereden çıkarttın, demiş kaşlarını yapmacıktan çatarak
—Sana ihtiyar dedim.
Murtaza Hoca, tebessüm etmiş:
— Bu doğru.
Murtaza Hoca, sakallarını sıvazlamış, saçlarını işaret etmiş:
— Bak hepsi ağarmış. İhtiyar olmasam ağarır mıydı bunlar?
— Babamınki de ağardı. O da mı ihtiyar şimdi?
— Çok da genç sayılmaz hani.
Aks, işaret parmağını alnına dayamış, gözlerini kısarak “ hımmmm” demiş. Kendince biraz düşünmüş, sonra da sormuş:
— Babamın yaşı kaçtı öğretmenim?
— Bilmiyor musun sen? Böyle çokbilmiş bir kız!
Aks, gene bilgiçlik yapmış:
— Şimdi bana taş attın değil mi öğretmenim.
Murtaza Hoca, avuçlarını açarak konuşmuş:
— Ne taşı? Elimde taş mı var?
— Öyle mi dedim ya…
— Neyle dedin?
Aks, bir an düşünmüş. Düşünmüş ama düşündüğünü kelimelerle izah edememiş. Sonra da kendine şirin bir hava vererek, lafı değiştirmeye çalışmış:
— Sana ihtiyar dediğim için beni affettin ama değil mi?
— Affettim dedim ya.
— Çocuk gibi olmuşsunuz dediğim için de affettin?
— Affettim.
—Şimdi sana bir kahve yapayım mı ben?
— Kahve yapmayı da ne zaman belledin sen?
—Türk kahvesi yapabiliyorum. Annem öğretti.
— Vay, şu bıcırığa bak sen.
— Bıcırık iyi bir şey mi dede?
— Bilmem, iyidir herhalde.
— Bilmiyor musun ne demek olduğunu?
—Tatlı ama aynı zamanda da yaramaz çocuklara bıcırık denir diye biliyorum ben.
Als’ın aklına ne zaman bir cinlik gelse suratını buruşturarak gözlerini kısarmış. Yine öyle yapmış. Sonra da koşarak içeriye girmiş. Bu durum Murtaza Hoca’nın gözünden kaçmamış. Bakalım şimdi ne yapacak diye aklından geçirmiş. Fazla geç kalmadan da Aks elinde mini bir bilgisayar olduğu halde balkona dönmüş. Murtaza Hoca’nın “ Dur oraya oturma.” demesine bile olanak bırakmadan betonun üzerine bağdaş kurup oturmuş. Abartılı yüz hareketleri ile bilgisayarı açmış bir yerlere bakmış biraz sonra da ağlamaya başlamış.
Murtaza Hoca, Aks’ın bu davranışına bir mana verememiş. Yerinden kalkıp Aks’ın yanına varmış, kapaklandığı bilgisayarın üzerinden kaldırıp sormuş:
— Ne oldu şimdi? Bilgisayarın mı bozulmuş?
Aks , “ öf dede ya!” demiş.
— Ne olduğunu söylesene?
Aks, susmuş. Burnunu çeke çeke ( Bu arada Murtaza Hoca, Aks’ın ağlar gibi yaptığını bildiğinden sonrasında ne geleceğini merak ediyormuş) internetten bulduğu ve de bıcırığın ne manaya geldiğini yazan kelimeyi göstermiş.
— Ben bu muyum?
— Ne misin?
— Baksana ne yazıyor burada? İshal.
Murtaza Hoca gösterilen yere bakmış. Hakikaten de lügate göre “bıcırık”ın bir anlamı da öyleymiş.
Murtaza Hoca, hemen cevap verme yerine, sayfayı dikkatlice incelemiş. “Bıcırık”ın bir anlamının da orada yazanın olduğunu gerçekten bilmiyormuş. Neyse ki kastettiği anlam da varmış sayfada:
— İşine geleni görme, demiş. “Ne manada kullandığımı biliyorsun. Konuyu saptırma.”
— Bana ne isim takmışsın sen?
—Yavrum tepemin tasımı attırma benim.
—Senin tepenin tası da mı var?
Murtaza Hoca, “ ölür müsün öldür müsün” gibisinden gülümsemiş. Bu gülümseyiş Aks’ı keyiflendirmiş. Sormuş:
— Ben sana niye öğretmenim, diyorum.
— Onu da kendine sor.
— Ben sana öğretmenim mi diyeyim dede mi diyeyim?
— Annen kaçta gelecek?
— Bana kızıyorsun
- …
— Lafı değiştirmek istiyorsun.
—Yavrum değil ama, sen de dedin ya ben ihtiyarladım artık. Seninle aşık atamıyorum.
— Bak buna cevap ver, seni özgür bırakacağım.
Murtaza Hoca, Aks’ın yanağından bir makas alarak, tatlı sert;
— Sor, demiş.
— Ben sana niye öğretmenim diyorum. Sen benim dedem değil misin?
— Dedenim.
— O zaman niye öğretmenim diyorum:
—Yavrum ne bileyim ben. Öyle diyorsun işte. Öğretmenim diyen ben miyim?
— Dede mi diyeyim öğretmenim mi diyeyim sana?
— Ne dersen de, yeter ki sus.
— Sen beni sevmiyorsun.
— Bunu da nereden çıkarttın şimdi?
— Bana sesini yükselttin.
- …
—Sus da dedin.
—Sen de dedirttirme Aks
—Benim psikolojimi bozdun sen
— Ayyyy, başlayacağım şimdi senin psikolojinden misikolojinden. Bu yaşta psikoloji mi olur? Hem saat kaç oldu, annen kaçta gelecek?
— Söylemeyeceğim işte saatin kaç olduğunu sana.
Bu saatler annesinin gellş saati olduğundan göz ucuyla zaman zaman sokağa da bakıyormuş Aks. Birden, annesini görmüş. Annesi, kaldırımda dedesi yaşında bir adamla konuşuyormuş. Aks, balkon demirlerine tutunarak avazı çıktığı kadar bağırmış:
— Annee kııız, dedem benim psikolojimi bozuyor.
Semiha Hanım, Aks’ın uç çıkışlarına alışıkmış. Seslenişinin devamımın da geleceğini tahmin ettiğinden, balkona bakıp işaret parmağı ile sus işareti yapmış.
— Bana suuuuuuus diye bağırdı dedem. Seni annene söyleyeceğim, ağzını yırttıracağım, kafanı kırdıracağım dedi bana.
Semiha Hanım, konuşmakta olduğu yaşlı adamdan müsaade isteyip eve koşmuş. Anahtarla kapıyı açmış. Ayakkabılarını bile çıkartmadan balkona çıkmış.
Murtaza Hoca, mumya gibiymiş.
Semiha Hanım, Aks’ın yüzüne “ açıklama bekliyorum” der gibisinden bakmış.
Aks, annesinin yüz ifadesinden ve de bakışlarından rahatsız olup itiraf etmiş:
—Tamam, ağzını yırttıracağım demedi. Kafanı kırdıracağım da demedi.
Annesi istifini hiç bozmamış.
— Psikolojim de bozulmadı.
Aks’ın bu itiraflarından sonra annesi emredici bir hitapla:
— Dedenin yüzüne bak Aks, demiş.
Aks, önce dedesinin sonra da annesinin yüzüne bakmış
— Yavrum, söylediklerini duyanlar ne düşünecekler deden hakkında acaba. Bunu hiç düşündün mü?
Semiha Hanım sözlerine azıcık ara verdikten sonra, Aks’ın taklidini yaparak konuşmasını sürdürmüş:
— Anne dedem psikolojimi bozdu. Anne dedem ağzımı yırttıracakmış sana.
— Fakat ben sadece şaka yapmak istemiştim.
— Kızım böyle şaka mı olur? Şakanın da bir haddi hududu olmalı.
Murtaza Hoca torununun gözlerinin dolduğunu görmüş. Kımıldamış, kızına dokunarak:
—Tamam, demiş. “Yeter.”
Semiha Hanım kötü bir gün geçirmiş bu gün. Bunun da etkisiyle babasına çıkışmış:
— Ne yeteri baba ya! Yaptığı her şeyi hoş görüyorsun. Sonra da tepemize çıkıyor bacak kadar çocuk.
Murtaza Hoca, kızının kendisini suçlayıcı tepkisine bir anlam verememiş. Şaşkınlık içerinde sormuş:
— Ben mi şımartıyorum kızını?
—Sen şımartıyorsun, tabi.
Murtaza Hoca, doktor kontrolü için bir haftadır kızı Semiha Hanım’ın evinde imiş. Onun bu şekilde sesini yükseltmesi pek gücüne gitmiş. Birkaç kez yutkunmuş sonra da, bir şey demeden ağır ağır oturduğu iskemleden kalkıp İçeriye geçmiş.
Semiha Hanım babasına karşı böyle davrandığı için çok üzülmüş. Babasının az evvel kalktığı iskemleye oturmuş, ağlamaya başlamış. Aks, olayların bu hale gelmesine kendisinin sebep olduğunu anlamış. Önce, bir daha böyle uç hareketlerde bulunmamaya kendi kendine söz vermiş Sonra da annesinin ve dedesinin gönlünü almış. Sonra da dedesine,
— Dede demiş.” Yazdığım masalda bir öküz var ya.”
— Var
—Yani, dede aklına şey gelmesin, hani sen diyorsun masallardaki insanlar bazen bir insanı şey yapar.
— Evet
— Yani o masaldaki öküz sen değilsin.
Aks’ın saflığı Murtaza Hoca’nın pek hoşuna gitmiş. Ona sarılmış. Yanağına bir buse kondurmuş ama Aks’ın sözleri bitecek gibi değilmiş:
— Dede!
— Efendim prensesim.
— Şimdi ben masalımın sonunda gökten üç elma düştü diye yazdım ya.
— Hıııı!
— Dede, ben gökten dört elma düştü yazsaydım ne olurdu?
— Bir şey olmazdı belki ama masallar üç elma düştü diye biter kızım. Masal türünün özelliklerinden biridir bu.
— Dede?
— Efendim güzel kuzucuğum benim.
— Ben bunu sileyim de gökten üç portakal düştü diyeyim mi?
Murtaza Hoca bir ümitle, Aks’ın omzuna dokunmuş:
— Annene de bir sor yavrum, demiş. “O tamam derse yaz.”
Aks, hem kaşlarını ham de başını uzun uzun yukarı doğru kaldırarak:
— Annem dünyada izin vermez. Elma düşecekse elma düşecek der demiş Demesi ile birlikte de gökten üç elma düşmüş. Biri Safiye Hanım’ın başına, biri Murtaza Hoca’nın başına biri de Bıcırık Aks’nin başına.





GÖKTEN ÜÇ ELMA DÜŞTÜ

Bir varmış beş yokmuş. Elmaların iyice azaldığı bir ülkede şiirler çoğalmış. Gökten düşen elma sayısı azalınca da yazılan masal sayısı da düşmüş. Bir girişimci bu sorunu halletmek için bir fikir ortaya atmış.” Böyle gelmiş böyle gider demekten vazgeçelim bundan gayrı, masallar bitince gökten üç elma değil üç şiir düşsün.” demiş.
Öneri, şairler tarafından benimsenmiş. Öneri sahibi bundan mutlu olmuş. O zaman, demiş şiirlerinizi bekliyorum.
Girişimci, bilim insanlarına bilimsel çalışmalar yaptırtmış. Hazırlanan rapor eline geldiğince mutluluktan zil çalmış oynamış. Beklenen şiir sayısı en kötü olasılıkla yüz binmiş.
Olaylara şahit olan bir güve bu işe çok şaşmış. İnsanları çok iyi tanıdığından saatlerce kahkahalarla gülmüş. Yün kazakla iddiaya girmiş, risk almış gelecek şiir sayısı 50’yi bulsun naftalinlenmesen bile seni mahvetmeyeceğim demiş

Bir gün beklemişler, beş gün beklemişler, on gün beklemişler bakmışlar şiir

miir yok, kapılarının önüne bir katır bağlamışlar, olur a kazayla birkaç şiir

gelirse içine girsinler diye sırtına bir de heybe atmışlar. Sonra da kendilerine

gelmek için dünya turuna çıkmışlar. Gezmişler tozmuşlar, yemişler içmişler, az gitmişler uz gelmişler geriye dönmüşler ki heybede birkaç tane de olsa şiir var. Buna da şükür deyip sevinmişler:




DOST
Her zaman gönlüm seninle
Hem canım hem de kanımsın
Dünyaya sığmaz sevgin
Severim seni canım dostum

Kalbimdedir yerin
Yüreğimdedir sevgin
Sanma ki seni unuttum
Benim canımsın dostum.
Öykü Özcenik



HAYVAN DOSTLARIM
Siz de varlıksınız
Sizin de yaşamaya hakkınız var
Eziyet çekmeniz hak değil
Benim şirin dostlarım.
Evlatsınız siz de
Ayrılmayın ailenizden
Siz bu Dünya’ya sevilmeye geldiniz
Sizleri seviyorum
Benim hayvan dostlarım.
Sude ÇETİN







DOSTLUK
Birlik beraberlik içinde
Üç günlük dünyada
Yaşayalım, dost olalım.
Dostluk, benim için
Arkadaşlık demek
Birlik beraberlik demek
Herkes ile mutlu olmak demek
Eskiden savaşılırdı günlerce
Şimdi olmalı artık hoşgörü günü
Dostluktur gücümüz
Birlik beraberlik içinde
İrem Altaş
İYİ Kİ YAZIYORUM!
Bir şiir yazıyorum
Yazarken, kendimi şiirin içinde hissediyorum
Çünkü duygularımı, hayallerimi ve düşüncelerimi
Şiirlere ve hikâyelere döküyorum
Bu ilk değil son da olmasın zaten
Şiir yazarken kendimi kaybediyorum
Hikaye yazarken empati kuruyorum
Kendimi karakterlerin yerlerine koyuyorum
Ne harika bir duygu yazmak
İyi ki yazıyorum.
Emine Elif Kaymakoğlu







EN İYİ ARKADAŞ
En iyi arkadaş nedir?
Sırlarını saklayacak, duygularını anlayacak
Kim ya da ne var dünyada acaba?
Babam hep derdi: Kitaptır.
Anlamazdım,
Okuyunca anladım
Bunun fakına daha yeni vardım.
Okudukça okuyorum şimdi
Büyük bir kitap fuarı açmalıyım
Bu en iyi arkadaşı
Ben, herkese tanıtmalıyım.
Eminim onlar da sevecek
Bunu herkes görecek
Dillerden hiç düşmeyecek
Bu en iyi arkadaş.
Elif Taşkıran


ZAMAN
Zaman, önemini anlıyorum
Çünkü sen, geri alınamıyorsun
Zaman, iyi kullanmaya çalışıyorum seni
Sen, paradan bile değerlisin
Zaman, seni geriye almak istiyorum
Seni boşa harcamamak için
Zaman, sen neden kıymetlisin biliyor musun?
Çünkü sen geri alınamıyorsun.

Taha Özkan



FAZLA MERAK İYİ DEĞİLDİR

Diyorum bak ben sana
Fazla merak iyi değildir ha
Denedin deme sen sonra bana
Fazla merak iyi değildir ha!

Gülüp geçiyorsun şimdi sözüme
Dalganı da geçiyorsun bakıp yüzüme
Bak ben ciddiyim sözümde
Fazla merak iyi değidir ha!

Ziya Efe Köksal










SOLUCAN

Zamanı gelince
Yavaş yavaş çıkar toprağın altınadan
Bazen de şaşırır yolunu
Aman dikkat et, ezme
Unutma ki o da bir candır.
Yunus Emre Ekin






EXAM LİFE
Life is an exam
May be, it is an exam what we live
May be, to get a 5 stars at the end
May be, questions similar to the classical exam
But, struggle and patient is a success ahead

If I can not solve the problems
Do not forget, you can not mark it randomly
Furthermore, you mark the answers wrong one instead of correct one
Exam life became so harsh

Çeviren: İlhan Koçaker



TÜRKÇEYİ SEVEN O ZAT


Başladı başlayalı programa
Bir kez olsun hoşça kalın çıkmadı ağzından
“Allaha ısmarladık” da “güle güle” de hak getire
Varsa bay yoksa bay, baybay!

“Tamam” ı da unutmuş tamamen,
Söylenen her sözden sonra diyor ” okey.”
Tutturmuş birde
Partner aşağı partner yukarı.
Sanırsınız ki partner bulunmaz Bursa kumaşı

“Oley!” i de çok seviyor sağ olsun
Birde bir geliyooo, yapıyo deyişi var ki
Alfanemizde “r” yok sanki.

Bir sohbette demesin mi birde ben Türkçe aşığıyım
On tümcesinin beşinde de var anlatım bozukluğu
Ya sabır Allah’ım
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu.

Efendim, niye mi gülüyorum?
Ya birde bu zat,
Türkçeyi sevmeseydi
Halimiz nice olurdu diyorum
Biz böyleyiz,
Ağlanacak halimize güleriz.
Naci Aydoğan





HIRS
Güven kendine, yapabilirim de
Kullan hırsını başarmak ve kazanmak için
Başarabilirsin sende var o ışık
Kimsenin çnüne geçmesine izin verme.

Durdurulamaz olduğunu hatırla
Unut önyargılarını ve göster kendini
Hers işe yarar bu durumlarda
Düşünme olumsuzlukları, tanıt insanlara kendini

Karşılarına çık insanların onlara de” İzleyin beni!”
Yap gösterini şaşırt herkesi
Unutma sen mümekemmelsin
Yepabilirsin her şeyi.
Pelinsu Naz Köksal




Onlar uğramış hayal kırıklığına güve çıksın kerevetine.
Eski tas eski hamama devam, yine masal bitecek yine gökten üç şiir yerine üç elma düşecek.