22 Ağustos 2016 Pazartesi


BİR CUVAL ALTIN

Bir varmış bir yokmuş. Ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken dağların çok olduğu bir yerleşim yerinde üç gün tellal çıkmış. Mevsim Dede, elmaları için üç günlüğüne bekçilik yapacak birini arıyormuş Üç gün için görevi üstlenecek kişiye de tamı tamına bir çuval altın verecekmiş.
Duyuruyu duyanlardan bazıları buna pek sevinmiş. Koşa koşa Mevsim Dede’ye gidip, “Talibim ben bu işe .” demiş. Mevsim Dede gösterilen ilgiden çok memnun kalmış. Küçük- büyük, çoluk- çocuk, kız -kızan, kadın -erkek, yaşlı- genç demeden gelen her bir kişi ile tek tek görüşmüş, teşekkür etmiş. Sonra da maddeler halinde mevcut durumu belirtmiş, şartlarını sıralamış:
1- Elma bahçemde şu anda 30065 elma var.
2- Üç gün sonra döndüğümde 30065 elmamı eksiksiz isterim.
3- Bir elma bile eksildiyse ceza olarak karın tokluğuna 11 sene üç ay yanımda çakışacaksın.
4- Söylediğin süre çok, çalışamam ben dersen eğer bana 150 aktın ödeyerek cezadan kurtulabileceksin.
5- İşi kabul edersen şayet, bana 99 altın vereceksin güvence olarak. Ben döndüğümde canım isterse bu altınları sana iade edeceğim canım istemezse güle güle diyeceğim.
İşe alınma şartlarını öğrenenlerin tepkileri değişik olmuş Mevsim Dede’ye. Bazıları teşekkür edip yanından ayrılmış. Bazıları kötü kötü söylenmiş. Bazıları Mevsim Dede’nin hasta olduğunu düşünüp teşhisini koymuş. Bazıları da…
Aradan günler geçmiş. Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir gün Mevsim Dede’nin kapısı çalmış. Kapıyı çalan küçük bir çocukmuş. Kapı açılır açılmaz bir nefeste:
—Ben şartlarınız kabul ediyorum ancak benimde şartların var, demiş.
Mevsim Dede, güler yüzü ile “hoş geldin” deyip çocuğu önce sakinleştirmiş sonra içeriye almış. Kısa bir sohbetin akabinde de “ Söyle bakalım şartlarını küçük hanım.” demiş.
Seher de tıplı Mevsim Dede gibi şartlarını net ifade etmiş:
1- Elma bahçenize hayvan dostlarımla beraber bekçilik yapacağım.
2- Elma bahçenizdeki elmaları hem teslim alırken hem de teslim ederken beraberce sayacağız. Teslim ederken ben sayamam bu ladar elmayı dersen, teslim alırken de saymaya kalkmayacaksın.
3- Yere düşen elmalar zayi sayılmayacak.
4- Anlaşma şartlarımızı benim bozmamam halinde güvence için aldığınız altınları eksiksiz isterim.
Seher’in gösterdiği özgüven Mevsim Dede’nin pek hoşuna gitmiş. Kalkmış, Seher’im yanına varmış. . Alnından öpmüş:
— Aferin sana kız, demiş. Elini uzatmış. Tokalaşmışlar anlaşmışlar.


Seher’in hayatta anneannesinden başka kimsesi yokmuş. Her zaman olduğu gibi o akşam da anneannesi “Hoş geldin güzel kızım” diyerek ona kapıyı açmış. Yanaklarından öpmüş. Allah ne verdi ise akşam yemeğini yemişler. Seher, “Eline sağlık anneanneciğim çok güzel olmuş.” deyip onun gönlünü almış. Sonra da bugün yaptıklarını anneannesine anlatmış. Onun söylediklerini dinlemiş. Önerilerini almış. Aldığı önerileri süzgeçten geçirmiş.
Ertesi gün tan ağarmadan kalkmış Seher. Başkaları gibi bir banyomuz bile yok diye söylenmeden leğende banyosunu yapmış, giyinmiş. Allah’a dua etmiş: “ Allah’ım “ demiş. “ Alacağım kararların, yaptığım işlerin hayırlı olması için bana yardım et. . Ben aklımın erdiğince gücümün yettiğince çalışıyor, her şeyin iyi ve güzel olması için elimden geleni yapıyor gerisini sana bırakıyorum. Yardımlarını benden esirgeme.”
Danışan dağ aşmış danışmayan yolda kalmış…
Seher, anneannesinin önerisi doğrultusunda Keramet Dayı’ya danışmak için evden çıkmış. Kapıda bir eşek varmış.
Eşek:
—Adım Zırva, demiş.” Keramet Dayı’ya gitmek istiyorsan gel götüreyim seni.” Göz açıp kapayıncaya kadar Keramet Dayı’nın yanına varmışlar.
Keramet Dayı, güzel karşılamış Seher’i. Anlattıklarını dinlemiş. Söyleyecekleri bitince de:”
— Tamam da güzel kızım, demiş. Benim sana verecek bir altınım bile yok.”
Seher:
—Ben sizden altın istemiyorum ki, demiş. “ Altından daha değerli bir şey var sizde. Siz akıllısınız ve deneyimlisiniz. Bana akıl verip yol gösterebilirsiniz. Ben sizden altın değil akıl ve öneri almak için geldim.”
Keramet Dayı Seher’in sözlerini takdirle karşılamış, Seher’e akıl vermiş önerilerini söylemiş.
Keramet Dayı’nın verdiği akıl da öneriler de Seher’in aklına yatmamış. İtirazını yapmış konu hakkındaki düşüncelerini söylemiş. Keramet Dayı, büyük bir olgunluk içerisinde Seher’i dinlemiş. Önerilerinin benimsenmemesinden alınmamış. Çileden çıkıp, bacak kadar boyunlan bana karşı mı çıkıyorsun, benim önerilerimi değersiz mi buluyorsun, dememiş. Seher’i kovmamış. Ona,
—Senin aklından geçenler ne? diye sormuş.
Seher anlatmış. Keramet Dayı, Seher’in söylediklerini değerlendirdikten sonra:
—Tamam öyleyse.” demiş. “ Bir dene bakalım. Benim görebildiğim kadarıyla aklından geçenleri denemende bir sakınca yok.”
Keramet Dayı’dan alacağını alan Seher düşündüğünü gerçekleştirmek için vakit yitirmeden kolları sıvamış.
Göz açıp kapayıncaya kadar akşam olmuş. Keramet Dayı toparlanırken Seher geri dönmüş. Keramet Dayı daha bir şey sormadan:
—Bir altın bile bulamadım” diye hayal kırıklığını dile getirmiş. “Kapı kapı dolaştım ama kimse değil 99 altın bir arlın bile vermedi borç olarak.
Keramet Dayı:
—Tüm evleri dolaştın mı? diye sual etmiş.
Seher, iç geçirerek “ Evet!” demiş ama Keramet Dayı’nın bildiği bir şey varmış.
Keramet Dayı, çocuğun gözleri ile gözlerini örtüştürerek:
—Bir ev bile atlamadığından eminsin değil mi yavrum? demiş.
Seher önce “Zaten kimse bir şey vermedi.” diye söylenmiş sonra da kime niçin uğramadığını açıklamış:
—Bizim evin yanında yaşlı bir nine var ama o zaten veremez. Onun yemeğini
bile bazen biz veriyoruz. Evinde de doğru dürüst bir şey yok Sadece ona uğramadım.
Keramet Dayı, Seher’in omzuna sevgi ile dokunmuş, tatlı tatlı konuşmuş:
— Fakat demiş “ O şu anda çok üzgün olabilir.”
— Niye?
— Burası o kadar büyük bir yer değil. Senin kapı kapı dolaşıp yardım istediğini duyduysa kendisine uğranılmaması onu kırmış olabilir.
— Tamam da onun parasının da altının da olmadığını ben biliyorum.
— O başka o başka.
— Birde ona mı uğrayıp sorsaydım keşke?
— Onu atlaman onu üzmüş olabilir diye düşünüyorum ben. Beni insan yerine koymadı diye aklından geçirebilir.
Seher, Keramet Dayı’nın bir bildiği olsa gerek deyip:
—Tamam o zaman, demiş. “Şimdi giderken ona da uğrarım ondan da altın isterim.”
Gerçekten de Seher eve dönerken bahsettiği nineye de uğramış, olup bitenleri anlatmış ve demiş ki:
—Varsa bana doksan dokuz altın yoksa birkaç altın o da yoksa satıp altına çevirebilmem için bir şeyler verebilir misiniz? Elmaları teslim edince borcumu hemen öderim. Söz veriyorum.
Nine, güzlüklerini çıkartmış. Gözlük camlarını silmiş. Bu arada Seher de “Bende altın ne arar, benim durumumu bilmiyor nusun benimle dalga mı geçiyorsun sen? ” diye kızacağını düşünerek korkuyormuş ama çok şaşırtıcı bir şey olmuş. Nine:
—Mevsim Dede’ye git, yarın öğle köy kahvesinin önünde altınları vereceğini söyle. Başka da bir şey sakın ola ki söyleme.” demiş
Seher, duyduklarına inanamamış. “ olur ” deyip oradan ayrılmış Mevsim Dede’ye haberi vermek için koşmaya başlamış Kahvehanenin önünden geçerken Mevsim Dede’yi masalardan birinde çay içerken görmüş. Yanına yaklaşmış. “ Yarın öğlen altınları buraya getireceğim. “demiş, Demesi ile birlikte de oradakilerin şaşkın bakışları arasında onların soru sormasına olanak da bırakmadan oradan uzaklaşmış. Altınların öğle üzeri kahvehanenin önünde olacağı haberini ertesi günü öğleye kadar herkes duymuş. Çoluk çocuk kadın kız herkes kahvehanenin etrafını hınca hınç doldurup beklemeye başlamışlar. Derken köşede sırtında küçük bir çuval olduğu halde nine belirmiş. Ninenin yanında da örgülü saçları ile Seher varmış. Merak doruk yapmış, nefesler tutulmuş.
Nine, kalabalığı görünce çok sevinmiş. Onları ortalayıp durmuş ve demiş ki:
—Çocuklarım, bu çuvalın içi altınlarla dolu. Dedelerden ebelerden bana kaldı ama benim bırakabileceğim kimsem yok. O nedenle ben de düşündüm taşındım bu altınları sizlere dağıtmaya karar verdim. Şimdi hepinize üçer beşer altın dağıtacağım. Helâlı hoş olsun.
Herkes bu habere çok sevinmiş, Altınlar dağıtılmaya başlayınca sevinçleri daha da artmış.
Göz açıp kapayıncaya kadar altınlar dağıtılmış. Çuvalın boşaldığını gören Mevsim Dede bulunduğu yerden öfke ile bağırmış:
—Benim doksan dokuz altınım nerede?
Nine, Mevsim Dede’nin bu anımsatmasından sonra dizlerini dövmüş. Kafasına vurmuş:
—Ah ah ah, demiş. Yaşlılık işte nasıl da unuttum. Önce senin altınlarınım verecek kalanları dağıtacaktım ben amma…
Mevsim Dede, sesini biraz daha yükseltmiş:
— O beni ilgilendirmez. Ben altınlarımı isterim. Söz verdin, haber gönderdin.
Kalabalıktan homurdananlar olmuş. “ Ben bana verileni vermem.” diyenler olmuş. “ Şimdi kadın bu altınları istemesin mi?” deyip bir bahane ile oradan ayrılanlar olmuş.
Nine, koynundan bir kese çıkartınca, ninenin şaka yaptığını sananlar rahatlamışlar. Nine, hemen orada bulunan küçük bir kayanın üzerine çıkmış. Seher’i yanına çağırmış. Keseyi hemen yanı başındaki söğüt ağacının bir dalına asmış. Sonra da orada bulunanlara bir şeyler söyledikten sonra, sözlerini şöyle bitirmiş:
—Şimdi, bu yürekli kızın ve benim sizin yardımlarınıza ihtiyacımız var. Dağılırken içinizden gelir de şu keseye birer altın koyarsanız, 99 altını tamamlayabilirseniz, Seher mutlu olur, ben de yalancı konumuna düşmemiş olurum.

Ve de nine oradan ayrılmak için hareketlenmiş. O anda da bir rüzgâr ortaya çıkmış, her yanı toz bulutu kaplamış göz gözü görmez olmuş. Kısa bir zaman içerisinde de alan boşalmış.

Altınları alanlardan bazıları keseye birer altın atmış mı, attılarsa atılan altın sayısı yeterli sayıyı bulmuş mu bilinmez ama ninenin altınları sihirliymiş. Çoğu zaman olduğu gibi açgözlülük yapanların, almayı bildiği halde vermeyi bilmeyenlerin, hep bana hep bana diyenlerin altınları birkaç saat içerisinde teneke parçasına dönüşerek değersizleşmiş. Keseye altın atmayı becerebilenlerin altınları ise yaptıkları iyilik oranında gün gün artmış. İyilik yapanlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine.


13 Ağustos 2016 Cumartesi








PİJAMALI KADIN

Sabaha dek döndü durdu yatakta. Defalarca da uyudu uyandı. Saat iki sularında karısının da sabrını taşırdı. Lale Hanım “ La havle” çekerek yataktan kalktı, salona geçti, çekyatın üzerine uzandı.
O sabah Lale Hanım, uyanık olmasına rağmen Saim Bey’e kahvaltı hazırlamadı. Kalkmadı da. “ Güle güle” deyip onu uğurlamadı da genelde yaptığı gibi. Bu işi gözünde bu kadar büyütmesi, yaşına başına bakmadan abartması canını sıkmıştı.
Kızının düğünü için yurt dışına giden Kaan Bey, on beş gün süre dükkâna göz kulak olmasını Sait Bey’den yardım rica etmiş Sait Bey’in kem- küm etmesine aldırmadan da dün ikindi üzeri onlara uğrayarak dükkânın anahtarını Lale Hanım’a bırakmıştı.

Sait Bey, teşekkür ederek taksiden indi. Bilmem kaçıncı kez saate baktı dün akşamdan beri. Saat 05’ti. Etrafta kimsecikler gözükmüyordu.
Biraz ötesinde bir taksi durdu. Birileri indi. Bir anda taksici ile göz göze geldi. Farkında olmadan taksiciye “ boş musun” gibisinden bir işarette bulundu, taksici de başı ile “ evet” dedi. Yanlış anlaşılma derhal tatlıya bağlandı.
Sait Bey dükkânın önünde bir süre ceplerini karıştırdı, dükkânın anahtarları yoktu. “ Allah kahretsin” diye söylendi. Anahtarları evde unutmuş olmalıydı. Gidip alsam mı yoksa çocuklar gelince kadar beklesem mi diye düşünürken karşı tarafta bir kahvehane gördü. Kahvehanenin önündeki masaların birinde biri de vardı. Çay içiyordu. Oraya gitti, çay içene “ Selamünaleyküm” dedi, çay içen de kımıldanarak “ aleykümselâm” diyerek selama karşılık verdi. . Boş masalardan birine oturdu. Oturması ile beraber de genç bir adam yanına geldi:
— Günaydın, dedi. Çayımız yeni demlendi.
— Büyük bardakta.

Sait Bey, sandalyesini dükkânı görecek şekilde düzeltip oturdu. Eski model bir kamyonet kahvehanenin önüne gelip durdu, selamlaştığı adam hemen kalktı kamyonete bindi, kamyonet gitti.
Sait Bey’in bardağı yarılandığında orta yaşlı bir kadın geldi kahvehaneye. Uçtaki masaya oturdu. Otururken de içeriye seslendi: “ Ercan bir çay buraya. Simit de geldi ise bir de simit getiriver .”
Sait Bey, birden heyecanlandı. Dükkânın önünde bir kamyonet durdu. Kamyonetten biri indi. Kamyonetin arka kapısını açtı, içi ekmek dolu bir kasayı alıp dükkânın kapısının önüne koydu sonra da hızla oradan uzaklaştı.
Sait Bey, kadının siparişlerini bırakan garsona “ Bir simit de bana getirir misin?” dedi. Amacı simit yemek değil yanına garsonu getirtmekti. Garson simidi masaya kibar bir şekilde bırakırken sordu:
—Şu karşıki bakkal kaçta açılır?
Garson, saatine baktı
— Açılmak üzere, dedi gülümseyerek. Selahattin neredeyse gelir.
Sait Bey, Selahattin de kim diye sormadı. Anladığı kadarıyla Selahattin, Kaan Bey’in bizim çocuk diye hitap ettiği elemandı. . Haddizatında zaman zaman da olsa Sait Bey’in dükkânına giderdi. Selahattin’i de defalarca görmüştü ama hiçbir zaman “ oğlum senin adın ne?” deme gereği duymamış Kaan Bey’de Selahattin’e ismi ile hitap etmediğinden Kaan Bey’in dükkânda sağ kolu olan gencin adının Selahattin olduğunu öğrenememişti.
Sait Bey’in aklına cep telefonu geldi. Korktu da. Ya onu da evde unuttu ise… Ayağa kalktı, aranmaya başladı telaşla. Cep telefonu pantolonunun sağ arka cebinde buldu, rahatladı. O cep de bir şey daha vardı: dükkânın anahtarı. Bir süre anahtara baktı, kendi kendine biraz şaşkın biraz garip biraz önceki saatlerde nasıl olup da bulamadığının hayreti içerisinde gülümsedi. Cüzdanından kâğıt beş lira çıkardı, yarısını içtiği çayının yanına bıraktı. Kahvehaneden ayrıldı.
Sait Bey kolayca açtı dükkânın kapısını. Önce ekmek kasasını içeriye aldı. Ekmekleri ekmek dolabına itina ile dizdi. Hemen ardından çizgisiz bir dosya kâğıdı ile bir kalem buldu. Özenerek “ Ekmekleri gözünüzle seçiniz” yazdı. Bu yazıyı bir yerde görmüş, çok da hoşuna gitmişti. Yazdığı kâğıdı ekmek dolabına düzgünce yapıştırdı. Bir adım geri gitti, baktı. Yazıyı da ne anlama geldiği aşikar olan uyarıyı da beğendi.
Saate baktı. Birazdan müşteriler gelmeye başlar diye düşündü, onlar gelmeye başlamadan şöyle güzel bir paspas yapayım diye aklından geçirdi. Dükkânın arka tarafına geçti. Gerçekten de orada aradığı şeyler vardı. Kova, paspas, deterjan…
Kovaya suyu doldururken, içeriden şuh bir kadın sesi duydu.
— Kimse yok mu?
Düşünmeden gelen sese karşılık verdi:
— Geliyorum.
Sait Bey, hemen musluğu kapattı, ellerini, kurulama yapar gibi üzerine silerek içeriye geçti. Kasanın önünde elinde bir ekmek olduğu halde pijamalı bir kadın duruyordu. Birden gayri ihtiyari heyecanlandı. Çocukça bir telaşla:
— Hoş geldiniz, dedi.
Kadın, Sait Bey’in heyecanlandığını anladı ama bir mana veremedi. Yüzü de kızarmıştı Sait Bey’in. Onu da gördü.
— Hoş bulduk.
Sait Bey’i süzdü.
Sait Bey, ilk kez tezgâhtarlık yapıyordu yaşamında. Onun acemiliği de vardı.
— Ne istemiştiniz? Buyurun.
Kadın, ekmeği tezgâhın üzerine bıraktı. Sait Bey’in burada ne aradığını öğrenmek istediğini belli edecek şekilde, kaşının birini belli belirsiz yukarı kaldırarak:
— Hayırlı olsun, dedi. Siz mi devir aldınız.
— Kaan bir yere kadar gitti de, o gelinceye kadar ben bakacağım.
— Selahattin?
— O daha gelmedi.
— Sizin adınız?
— Benim adım Sait.
Kadın, elini uzattı:
— Benim ki de İrem, dedi.
Kadın, Sait Bey’in elini Sait Bey’in hissedeceği şekilde dostça sıktı. Sonra da ekledi:
— Beş tane de yumurta alayım mı ben, dedi.
Sait Bey, yumurtaların yerini bulmaya çalışırken de ona yardımcı oldu kadın, sağ elinin işaret parmağı ile yumurtaların yerini sözleri ile de destekleyerek gösterdi:
— Yumurtalar şu tarafta.
Kadın, yaradılış itibari rahat samimi ve konuşkandı.
— Kaan Bey gelinceye kadar dükkânı siz açacaksınız o zaman.
— Evet
— Bu saatlerde açabilecek misiniz her gün? Genelde yedi buçuk da falan açılıyor da.
— Açarım
— Bu saatte açık olmadığı için hiç, ekmek alıp çıkacaktım.
- …
— Yani yanıma para almamıştım da.
— Olsun.
— Bakın içinize sinmediyse bırakayım.
— Estağfurullah.
Kadın söyleyeceklerini söylemişti. Tanışmanın memnuniyetini ifade etmek için “ hoşça kal manasına elini uzattı:
— Yan bina altı numara. Bugün inersem inince, inemezsem yarın sabah ekmek almaya gelince bırakırım, dedi.
— Tamam, dedi Sait Bey.
Kadın, dükkândan çıktı çıkmasıyla beraber de içeri girdi.
— Siftahsız güne başlamak uğursuzluk getirir diye bir inancınız falan yok değil mi?
— Yok yok.
— Bakın vallahi doğru söylüyorum Sait Bey. Varsa bırakayım, parayı alıp getirdikten sonra götüreyim bunları.
— Yarın şey yaparsınız.
Kadın teşekkür etti.
Sait Bey, pijamalı kadın dükkândan ayrıldıktan sonra epeyce bir öyle, tepkisiz durdu. Sonra “ “kendine gel Sait” der gibisinden suratına iki fiske vurdu. Ardından da az evvel başladığı işi bitirmek üzere arka tarafa geçti. Paspasa başladığı dakikalarda Selahattin geldi.

***
Ertesi günü Sait Bey, dükkânı erkenden açtı. Öyle ki açtığından sabah ekmeği bile gelmemişti. İkide bir saate bakarak ocağa çay koydu. Ekmekler, çayı demlemek üzereyken geldi.
Çayı demledi, ekmekleri özenerek ekmek dolabına koydu. Ekmekler sıcaktı. Canı çekti Onlardan birini ikiye ayırdı, arasına beyaz peynir doldurdu. Bir bardak da çay aldı. Çay daha tam manasıyla demlenmemişti. Buna rağmen ekmekle çayı bir çırpıda bitirdi. Sonra, bardağı bol deterjanlı suyla iyice yıkadı. Yeni çayı bardağa doldurmak üzere iken aklına bir şey geldi, “ neden olmasın” diye içinden geçirdi. Bir bardak daha yıkadı. Sonra iki bardağı birbiri ile kıyasladı. İkisi de tertemiz olmuştu. Birine bir şeker attı, çayını doldurdu. Dükkânın iç tarafına geçirdi. Çayından ilk yudumu alırken, ümit ettiği ve de beklediği ses geldi.
— Ekmekler geldi mi, Sait Bey.
Bu dünkü pijamalı kadındı. Üzerinde gene pijama vardı. Ama bu, dünkü değildi.
- Geldi geldi, dedi Sait Bey kımıldanarak ve gülümseyerek:
Kadın, bir tane ekmek aldı. Tezgâha doğru yaklaşırken de tebessüm etti.
— Günaydın. Çay dolu bardağı gördü, laf olsun diye:” Çay içiyorsunuz herhalde” dedi. “ Afiyet olsun.”
— Size de doldurayım mı, yeni demledim.
Kadın, etrafına bakındı
— Valla bir bardak içerim, ama dedi. Biri falan gelirse uygun kaçar mı?
Sait Bey:
— Ne var ki bunda, dedi. Kadının yeni bir şey demesine olanak bırakmadan da içeri girdi çayla geri döndü. Gülümseyerek “ Buyurun” dedi uzattı.
Kadın, çayı aldı. Altlığa konulmuş şekerlerden ikisini de bardağa attı, karıştırdı. İlk yudumu içtikten sonra da:
— Çay da nefis olmuş, dedi. Elinize sağlık.
Sait Bey, birden telaşlandı. İçeriye geçti bir iskemle getirip kadının yanına bıraktı.
— Buyurun oturun.
Kadın, oturup oturma hususunda gidip gelirken biri geldi dükkâna. Bir sigara aldı. Parasını ödedi çıkarken kadına manalı manalı bakarak
— Günaydın İrem Hanım, dedi.
— Günaydın, dedi İrem Hanım. Bir şey daha diyecekti ama adam dışarı çıkmış çıkarken de kapıda bir kez daha durup bir kadına bir de Sait Bey’e bakmıştı.
Sait Bey:
— Tanıyor musunuz, dedi.
— Bizim kapıcı
-…
İrem Hanım, birden sinirlendi:
— Ama yok attıracağım onu. Beni kontrol için geldi. Bıyık altından nasıl sırıttığını gördünüz değil mi?
— Sizi niye kontrol etmeye geldi ki?
Kadın, elindeki çay bardağını tezgâhın üzerine bıraktı.
— Seninle kırıştırıp kırıştırmadığımı merak etti. Çıkmakta geciktik ya biraz.
Sait Bey, böyle bir söz beklemiyordu. Ne diyeceğini şaşırdı, bir şey de demedi zaten.
İrem Hanım’ın asabı bozulmuştu. Sait Bey’i azarlar gibi:
— Ekmeğin parasını vermiş miydim size, dedi Sonra da pijamasının cebinden bir elli lira çıkarıp uzattı.
— Dünden de kalmıştı. Şuradan alın.
Kadının ses tonu, Sait Bey’in bir şeyler söylemesine müsaade etmeyecek tondaydı. Sait Bey, elli lirayı cebindeki paralardan bozdu. Ekmeklerin parasını aldı, paranın üzerini uzatırken de belli belirsiz teşekkür etmeyi ihmal etmedi.
Kadın söylene söylene dükkândan çıktı.
— Adam olmamız için bizim daha bir fırın ekmek yememiz lazım. Sen benim namus bekçimsin sanki. “ Günaydın İrem Hanım… Biz de günaydının yedik.”
Sait Bey, öyle kalakaldı.
Kaldığı süre içerisinde bazen elini kolunu oynattı, bazen yüzüne çeşitli şekiller verdi, bazen de ciddi ya da öylesine kaşındı ama içinde bulunduğu yeri de konumu da fazla değiştirmedi.

***
Pijamalı kadın dükkândan ayrılalı yarım saat ya olmuştu ya da olmamıştı. Geldi. Üzerinde dekolte sayılabilecek askılı bir elbise vardı. Sait Bey’e gülümseterek epeyce bir yaklaştı.

— Az evvelki davranışım için çok özür dilerim dedi. Bir an için çok asabım bozuldu. Tepkim size değildi.
Sait Bey gülümsedi. Ancak, söyleyecek bir kelime de bulamadı cümle de.
Kadın da daha fazla bir şey söylemedi. “ Hoşça kalın” diyerek ve de iyi işler temenni ederek döndü, dükkândan çıktı.
Sait Bey, gayri ihtiyari “ ne olur olmaz “ ı da hesaba katarak kadından gözlerini ayırmayarak kapıya kadar gitti, bununla da yetinmeyerek kapıdan birkaç metre dışarı çıktı. Kadın, eski model spor arabasına bindi, uzaklaştı.
Tam geriye dönerken az evvel tanıdığı kapıcıyı gördü Sait Bey. Biraz ilerisinde hem çekirdek çıtlatıyor hem de bıyıklarını ile oynuyordu. Sait Bey ona doğru yürüdü:
— Ne iş yapıyor bu kadın, dedi.
Kapıcı, alaylı bir gülümseme ile Sait Bey’i süzdükten sonra soruya tecessüs dolu bir sesle karşılık verdi.
— Doktormuş.
— Değil mi?
— Biz öyle biliyoruz ama… Artık ne doktoruysa.
— Yalnız mı yaşıyor?
Sait Bey, sorunun amacını açtığını kapıcının verdiği karşılık sonunda anladı:
— İlginizi çok çekti herhalde.
Sait Bey, kapıcının zor duyacağı bir ses tonu ile:
— Merak ettim sadece, dedi Dükkâna doğru giderken de kapıcı arkasından seslendi:
— Kaan Bey, Selahattin’e pek güvenmiyor herhalde. Ne zamana dönecek?

Sait Bey, bu tip insanlardan pek haz etmezdi. Bir an durdu bir şey söyleyecek gibi oldu sonra vazgeçti. Dükkâna girdi, birkaç saniye sonrada Selahattin’in geldiğini gördü.
Selahattin, gülümseyerek:
— Günaydın, dedi.
Sait Bey, göstere göstere saatine bakarak yarım ağız ile Selahattin’e karşılık verdi:
— Günaydın.
Sonra da ekledi:
— Sallanmadan dükkânın önünü de içini de bir süpür.
Selahattin, davranıştan ve sarf edilen cümlelerden rahatsız oldu ama bir şey söylemedi. “ Ukala adam, kendini bir… sanıyor.” diye içinden geçerdi. Süpürgeyi almak için dükkânın iç tarafına geçti. Süpürgeyi aldı, dışarı çıkarken Sait Bey, “ dur” dedi. Selahattin durdu. Sait Bey, Selahattin’e yaklaştı. Suratına baktı. Başını salladı. Sonra kasaya gitti bir on lira aldı. Selahattin’e uzattı.
— Açık bir berber bul da şu sakalları kestir. Müşterinin karşısına böyle mi çıkılır?
Selahattin’in elleri gayri ihtiyarı sakallarına gitti. Dün akşam bir akrabalarını düğününe giderken kesmişti. Varlıkları bile belli değildi henüz. İçinden kendine “ sakinlik” telkininde bulundu. Uzatılan parayı aldı, dükkândan ayrıldı. Asabı çok bozulmuştu. Eller ile sürekli sakallarını sıvazlayarak hızlı adımlarla biraz dolaştı. Alt yolda bir berber vardı. Oraya gitti. Kapalıydı. Biraz daha dolaştı. Döndü geldi, hala kapalıydı. Üç senedir Kaan Bey’in yanında çalışıyordu, hiçbir zaman böyle bir davranışa maruz kalmamıştı. Birkaç günlüğüne dükkânına bakan bir adamın bu davranışına hiçbir mana verememenin sıkıntısı içerisindeydi. Biraz ileride bir berber daha vardı. Oraya gitti, orası da kapalıydı. Saatine baktı. Dükkândan çıkalı yarım saat kadar olmuştu. Berberler de kapalıydı. Ne zaman açılacakları da belli değildi. Ger dönmeye karar verdi.
Dükkâna girdi. Sait Bey, kasada oturuyordu. Cebinden Sait Bey’in berber için verdiği için parayı çıkardı. Sait Bey’im önüne baktı. Sait Bey, bir paraya bir Selahattin’e baktı. Olayı anımsayamadı birden:
— Ne bu, dedi.
— Para
Selahattin’in ses tonu Sait Bey’i sinirlendirdi.
— Ne parası?
Selahattin, camın önüne dikilmiş dışarıyı seyir ediyordu. Biraz alaylı Sait Bey’in sorusunu cevapladı:
— Beş karış uzayan sakallarımı kestirmem için verdiğiniz para.
Sait Bey, “ seni dinliyorum, devam et” anlamı verebilecek şekilde sustu. Selahattin de bunu böyle anlamış gibi parayı niçin iade ettiğine dair açıklama getirdi:
— Berberler açılmamış daha.
Beş karış uzayan sakallarımı kestirmem için verdiğiniz para.” Selahattin az evvel kurduğu bu cümle değişik bir şekilde Sait Bey’in beynine yapışmış onu rahatsız etmişti. Yumruklarını sıktı. Dişerini sıktı. Yüz kasları gerildi. Gayesi ne olursa olsun bu sözlerin altında kalmamalıydı. Kalmama kararını da verdi.
İlk etapta aklına iki alternatif geldi. Bunlardan birincisi Selahattin’in davranışına daha fazla gecikmeden sesli tepki göstermek, Selahattin’in tepkisine vereceği sözlü ya da bedensel karşılığın derecesine göre tepkisini sürdürebilir ya da sonlandırabilirdi ama ani bir kararla aklına gelen ikinci alternatifi devreye sokmaya kararı verdi.
İçeriye girdi, Selahattin’in dükkâna gelirken üzerinde olan lacivert kazağı astığı yerinden aldı. Geri döndü. Ser t bir şekilde hala dışarıyı seyir etmekte olan Selahattin’e fırlattı. Onun bir şey söylemesine olanak bırakmadan da sert bir ses tonu ile söyleyeceğini söyleyiverdi:
— Kovdum seni. Bundan böyle sakallarını ister beş karış uzat ister on karış.
Ses tonunu daha da yükselterek bir şeyler söylemesine çalan telefon sesi mani oldu. Sait Bey seğirterek telefona gitti.
Arayan karısıydı.
Telefonun ahizesini yerine koyan Sait Bey, “ Hala burada mısın sen? “ demek için gözleri ile Selahattin’i aradı. Bulamadı. Belki içeriye, lavaboya girdi de ben fark etmedim diye düşünüp bekledi. Bu arada da bir müşteri girdi içeriye . Pet şişede küçük bir su istedi. Sait Bey, dolaptan buz bir su verdi, müşteri “ dolap da olmayan yok muydu acaba?” dedi. Sait Bey ona raftakiler, gösterdi, müşteri raftakilerden bir tane aldı, elindeki soğuk suyu da oraya bıraktı. Parasını verip çıktı.
Sait Bey, Selahattin’in gittiğini anladı bu arada. Birden içi cız etti. “ Kantarın topuzunu kaçırdık galiba “ diye aklından geçirdi. Sandalyeye çökerken de birden yıllar evvelki bir günü yaşadı.
Patronun yüz ifadesi, ses tonu o günkü gibi gözünde canlandı. Hele hele ilk hecesini epeyce bir uzatarak söylediği tek kelimelik son söz: “ de-fol.” Ve üstelik orada başka insanlar da vardı. Üstelik orta yerde bu kadar da hakarete uğrayacak bir şey de yoktu kendine göre. Var görüldüyse de kendisine bir açıklama yapılmamıştı.
Bir gerekçe ile işine son verilmişti, kendisi ile daha fazla beraber çalışılmayacağı söylenilmişti, def edilmişti.
Sait Bey sanki hep bugünü beklemişti. Birini, sudan bir bahane ile ve ona hakaret ederek çalıştığı iş yerinden kovmuştu. Rövanş, yıllar evvelki o olayla hiçbir alakası olmayan bir başka kişiden almıştı.
Sait Bey o gün, keyifsiz bir gün geçirdi. Kaan Bey’e “ hayır “ demediği için içinde bir pişmanlık hissetti. Bu duyguyu birkaç kez de yaşadı saniyeler içinde.
Keyifsizliğini karısı da fark etti akşam. Yemekte sordu:
— Kötü bir şey mi oldu dükkânda?
— Selahattin’i kovdum.
- Selahattin! i mi kovdun?
— Birden birini kovmanın ne çeşit bir duygu olduğunu yaşamak istedim.
— Selahattin dediğin, Kaan Bey’in dükkânında çalışan çocuk mu?
— Ne çocuğu. Kazık gibi adam. Yirmi otuz yaşında var.
Lale Hanım, şaka yapıyorsun herhalde diyecekti ama vazgeçti. Geldiğinden beri keyifsizdi kocası. Bakalım altından ne çıkacak diye de geçirmişti aklında. Merak etti sordu, elindeki kaşığı yemek tabağının kenarına bırakarak:
— Ne yaptı da kovdun?
— Hiçbir şey.
- …
— Hiçbir şey yapmadığı halde mi kovdun?
- …
Lale Hanım dükkânın asıl sahibinin Kaan Bey olduğunu anımsadı. Kaan Bey, mülayim müşfik bir adamdı. Yoksa Selahattin’i kendisi kovamamış da bu işi Selahattin’e mi havale etmişti? Birkaç gün dükkâna bakma işi bir oyun muydu? Bu düşünce bile Lale Hanım’ı terletti ve de korkuttu. Son zamanlarda evliliklerinde sorunlar vardı, düşündüğü bir hakikatse bu olay bu işe tuz biber ekecekti.
— Nasıl kovdun elin adamını? Hem sen onun patronu musun ki?
— Ne bileyim birden kendimi çok güçlü hissetmek istedim. Onu kovmanın bunun bir göstergesi olabileceğini düşündüm galiba.
Lale Hanım, ayağa kalktı. Sesi titreyerek:
— Yok yok, dedi. Sen hastasın. En kısa zamanda bir ruh doktoruna git. Bu devirde hiçbir sebep yokken zavallı bir adamı işinden ediyorsun.
Lale Hanım, az evvel düşündüğünün gerçek olup olmadığını öğrenmek ve mesele bu yönü ile bakarak yeni bir değerlendirme yapmak istedi. Oturdu ve sordu:
— Kovmanı Kaan Bey’ mi istemişti.
Sait Bey, olanları kısaca özetledi, karısından “ o d a ukalalık etmiş ama senin yerine kim olsaydı aynı şeyi yapardı; herkes haddini bilmeli canım” a yakın bir sözü duyabilmek amacı ile özetini “ Beş karış uzayan sakallarım” deyince birden tepem attı benim de ile bitirdiyse de karısından beklediği sözü duyamadı. Lale Hanım, kocasının yaptığına pek de anlam veremedi, yatak odasına geçti, televizyon kanallarından birini açtı, elini başının altına koyup uzandı.
Sait Bey, ertesi günü dokuz sıralarında Kaan’a telefon edip “ Selahattin’in telefon numarasını” almayı düşündü ama olası “ niçin?” sorusuna nasıl cevap vereceğini bilemediğinden bu düşüncesini gerçekleştirmedi.. Düşüncesine göre Selahattin’e telefon edecek şaka ile karışık, nerede kaldığını soracak, Selahattin” kovdunuz ya beni.” Deyince de gevrek gevrek gülerek yaptığının şaka olduğunu, böyle bir şakaya nasıl inandığına da şaştığını söyleyecekti.
Sait Bey, saatine baktı. Çayı demleyeli beş dakika olmuştu. Ekmek dolabından bir ekmek aldı, elleri ile bir parça kopardı. Arasını açtı, beyaz peynir doldurdu. “ Adam sırf bana jest yapmak için ara sıra göz kulak oluver” dedi “ sen neler yaptın?” diye kızdı kendine. Ekmekten bir parça koparmak için davranırken birinin geldiğini fark etti ekmeği kenara bıraktı. Gelen binanın kapıcısıydı.
Kapıcı ile birkaç saniye göz göze geldi Sait Bey. Kapıcı:
— Başınız sağ olsun, abı dedi.
Sait Bey şaşırdı.
— Severdim Selahattin’i. Cenaze hangi camiden kalkacak.
Sait Bey, bir şey anlamdı kapıcının söylediklerinden.
— Selahattin’e ne oldu ki, dedi.
— Duymadınız mı yoksa?
— Yo, bir şey mi olmuş?
— Dün akşam öldürülmüş.
— Nasıl?
Kapıcı,
— Valla teferruatı biz de tam bilmiyoruz ama dün akşam içmiş mi ne yapmış eve gelirken de ne olmuş bilmiyoruz ama birileri ile tartışmış orada da bıçaklanmış. Hastaneye götürülürken de…
Sait Bey, bembeyaz kesildi. Düşmemek için yanındaki raflara tutundu.
— Ben Selahattin’i on yıldır tanırım bira içerken bile görmedim. Demek ki akşamdan akşama kafa çekiyordu ama yazık oldu. İyi çocuktu.
Kapıcının söylediklerini Sait Bey duyuyor ama algılayamıyordu:
—Cenazeye yetişebilecek mi Kaan Bey? Haber veridi mi?
- …
—İki çocukla kalan o karı ne yapacak şimdi. Ah be Selahattin!
Dışardan gelen ses Kapıcının sözlerini kesti:
— Namık satın mı aldın bakkalı. Nerede benim sigara. Sana iş buyurunda kabahat.
Kapıcı Namık, toparlandı. Avucundaki parayı kasanın önüne bırakarak, ısmarlanan sigaranın adını söyledi. Sait Bey, “ alıver oradan” işareti yaptı Kapıcı Namık’a, Kapıcı Namık da gösterilen yerden sigarayı aldı. Elliliği şuradan al manasında işaret etti. Sait Bey, parayı bırakılan yerden aldı Kapıcı Namık’a uzattı, uzatırken de belli belirsiz “ Sonra verirsin” dedi.
— Bozuk mu yok
—Ya…
— Bak unutturma ama emanetçisin
Kapıcı Namık, Sait Bey’e baktı. Sait Bey’in olaydan haberi olmadığını anlamıştı. Kötü bir haberi damdan düşer gibi söylemenin rahatsızlığı içerisinde bir şeyler söylemek için aklına gelen kelimelerden bir cümle oluşturmaya çalışırken dışarıdan gelen daha da sertleşmiş olarak tekrar duyuldu:
— Yahu Namık, neredesin? Geberdin mi ne.
Kapıcı Namık, bir kez daha fırçalanmamak için, dışarıya koştu, koşarken de
“Geldim Süreyya Bey,” diye bağırdı.


12 Ağustos 2016 Cuma



ŞIK GİYİMLİ YAKIŞIKLI ADAM




Şık giyimli yakışıklı adan, girmiş olduğu kapıdan pek de hoş olmayan bir durumda, hem de kapıyı çarparak, hem de kusacak gibi çıktı.

En dış kapının önüne de çıktı, çıkınca da birkaç kez derin derin nefes alıp verip “ la havle” okudu.

Parkın hemen yanındaki bankta oturan yaşlı adam birkaç gündür dikkatini çekiyordu. Dün görmüştü, parkın hemen yanındaki otobüs durağında otobüsten inmiş, o banka gidip oturmuştu. Akşamüzeri de oradaydı.


Şık giyimli yakışıklı adam, ince eleyip sık dokuyanlardan değildi. İnce düşüncelilerden de değildi. Aklına geleni söyler geçerdi.

Bir an yaşlı adanla göz göze geldi, sonra elleri ile yaşlı adama” gel gel” işareti yaptı.

Yaşlı adam, yaşına başına bakmadan ve de yüksünmeden ayağa kalktı şık giyimli yakışıklı adamın yanına vardı.

Şık giyimli yakışıklı adam,
— İş arıyon mu dayı, dedi.” Tam sana göre bir iş var. Çalışmak ister misin?”

“ Umumi Tuvalet” tabelasının hemen altında sayılırlardı.
Yaşlı adam, öylesine:
— Burada mı? dedi.

Şık giyimli yakışıklı adam, gülümsedi:
— Yok, dedi. Beşiktaş’ta holdingim var onun başına geçireceğim seni.

Yaşlı adam, fark etmez manasında omuz silkti.

Şık giyimli yakışıklı adam cebinden bir tespih çıkardı, birkaç kez salladı sonra da:
—Bak dayı, dedi. “Benim kuzenin kayınpederi çalışıyordu burada bir hafta öncesine kadar. Bir ayıbını gördüm geçen gün, bakmadım gözünün yaşına defettim gitti. Senin yaşlardaydı. Çalışmak istersen hemen şimdi, hemen başla. Malum iş, küçük elli büyük yüz. Gerisi sana kalmış. Ayda temiz bin lira veririm sana. Hâsılat iyileşirse sayende zam da yaparım.”

Yaşlı adam anlamsızca güldü. Ak saçlarını eli ile taradı. Şık giyimli yakışıklı adama baktı.
Şık giyimli yakışıklı adam:
— Bir hafta bir çalış, yapamazsan gidersin. Okey, dedi. Elini uzattı. Yaşlı adam da elini uzattı. El sıkıştılar. Şık giyimli yakışıklı adam, cebinden anahtarları çıkartıp uzattı ihtiyara:
— Bunlar anahtarlar, dedi. “Hangisinin nerenin anahtarı olduğunu dener görürsün.”

Şık giyimli yakışıklı adam, ihtiyarın adamın bir şey demesine olanak bırakmadan oradan ayrıldı, on beş metre kadar ötedeki arabasına bindi ve gitti.
İhtiyar adam önce iş yerine baktı, sonra anahtarlara baktı “ şu işe bak” der gibisinden kendi kendine gülümsedi. Sonra, kapının önündeki tahta sandalyeye oturdu. Sandalyenin önünde tahta bir masa da vardı.
İki dakika kadar sonra pala bıyıklı tombul bir adam geldi:
—Kusura kalma dede, dedi. Sorayım da: “ Elli lira bozuk var mı?”
Yaşlı adan, başıyla yok işareti yaptı.
Pala bıyıklı adam, karnını tuttu:
— Girsem de yarın versem
Yaşlı adam, yüz ifadesini değiştirmeden, eliyle gir işareti yaptı. Pala bıyıklı adam içeri girdi. Üç dakika kadar sonra çıkarken,
—Sağ ol, dedi ihtiyar adama. “Yalnız, kabinlerden birini pek kötü yapmış biri İstersen bir gir de bak.”
İhtiyar adam, bakarım gibisinden başını salladı.
Pala bıyıklı adam:
—Sözün bittiği yer, derler ya adamın yaptığı öyle bir şey dedi, iğrenerek suratını buruşturdu.
İhtiyara adam, “ Aldırma, öyle insanlar her yerde mevcut” der gibisinden başını salladı.
Palabıyıklı adam, ihtiyar adam için endişelendi, huzursuz olmamak için ikazını yaptı:
—İstersen, iyice kurumadan gözünü ve burnunu kapatarak birkaç kova su döküver.

İhtiyar adama bir anda sempatik geldi pala bıyıklı adam, Olur dökerim der gibisinden gülümsedi. Pala bıyıklı adam hoşça kal der gibisinden bir el işareti yaparak oradan ayrıldı.

İhtiyar adam, ağır hareketlerle yerinden kalktı. Ellerini beline dayadı. Ne yapacağının bilemeyenlerin yüz ifadesi ile etrafına bakındı. Anahtarlara baktı. Sonra, aksayan ayağı ile içeriye girdi. Etrafını süzdü. Tuvalet kabinlerinden üçünün kapısı açık birininki kapalıydı. Ona doğru yürüdü. Kapıyı açtı, baktı. Manalı manalı baş salladı ama bela okumadı. Sonra paçalarını sıvadı. Fırçayı, süpürgeyi, deterjanı arayıp buldu. Yarım saat kadar öç alırcasına kirletirmiş tuvalet kabinini temizledi.

Ellerini sabunlarken “ kaderde bu da varmış “der gibisinden iç geçirdi. Bu arada, içeri girerken fark etmediği camlı bölümü gördü. Önüme gitti, içeri baktı: İçeride yatağa benzer küçük bir sedir, bir raf rafta birkaç kap kaçak vardı. Bir de darbuka. “ Belli ki garibim burada yatıyordu” diye içinden geçirdi. Kapıyı açmaya çalıştı, kilitliydi. Cebindeki anahtarları çıkardı, denedi, uyanı buldu kapıyı açtı. Kabinin bir de arkaya bakan kapısı vardı. Kapının önünde de mini bir bahçe vardı.

İhtiyar adam, saatine baktı. Havanın karardığını da o zaman farkına vardı. Birkaç saniye düşündükten sonra cep telefonunu çıkardı, numaralar tuşladı, karşısına çıkan kişiye soğuk bir sesle:
—Ben bu gece gelmiyorum, merak etmeyin, dedi.
Karşıdaki ses de aynı soğuklukta yanıt verdi:
—Tamam.
İhtiyar adam, kabinlerin bulunduğu bölümden dışarıya çıktı. “ buranın ağası benim “ der gibisinden sandalyeye kuruldu, sol bacağını sağ bacağının üzerine attı. Birkaç saniye sonra orta yaşlı bir kadın koşarak geldi, koşarak tuvaletin kadınlar bölümüne girdi, gereksinimini görüp dışarı çıkarken ihtiyar adam hala aynı pozisyonda oradaydı.
Kadın:
— Allah razı olsun bu mekânı burada yaptırıp tutana dedi, yirmi lira çıkarıp masanın üzerine bırakırken de ekledi: “ Üstü kalsın”
İhtiyar adam hem fiziksel hem de ruhsal olarak ağırlaştığını hissetti. Tuvaletlerin dış kapılarını kilitlemeden, ışıkları da söndürmeden biraz önce gördüğü camlı bölüme girdi. Perdelerini kapadı, kapıyı kilitledi, sedire uzandı. Bir süre sonra da gözleri kapandı.

Yaşlı adam, cam tıklatılması ile uyandı dakikalar sonra. Camı tıklatan sesleniyordu da.
— Selam Emmi , içeride misin?

Yaşlı adım, yavaşça doğruldu. Birkaç saniye bekledi. Sonra sedirden inip kapıya yöneldi. Kapıyı açtı. Karşısında kendi yaşlarında bir adam vardı: Ne istiyorsun der gibisinden:
— Buyur, dedi.
Tanımadığı bir sima ile karşılaşmak, camı tıklatanı şaşırttı:
— Selam Emmi’ye bakmıştım emme
— Selam Emmiyok.
— Nerde?
— Ne bileyim.
İhtiyar adam, Selam emminin genç yakışıklı adamın işten attığı adam olabileceği geldi aklına: Kestirmeden gitti:
—Kovulmuş o. Ben varım artık.
İhtiyar adam, biraz kenara çekildi:
— İstersen buyur.
İhtiyar adam, beklenmeyen misafirin “ yok yok” diyeceğini sanmıştı ama öyle olmadı. Davetsiz misafir, içeri girdi teklifsizce Sedirin üzerine bir ayağını altına alıp oturdu.
—Çayın yok, dedi. “Selam amcanın hep çayı olurdu bu saatlerde”.
İhtiyar adam, çayın yok derken çaydanlığın da işaret edildiği yere baktı. Çaydanlığa benzer bir şey vardı. Küçük tüpün üzerine duruyordu.
Yaşlı adam, istediğin çay olsun der gibisinden kalktı çaydanlığı aldı, dışarıya çıktı, su doldurup geldi. Tüpü yaktı, çaydanlığı üzerine koydu: Sedire otururken de sordu:
- Senin adın ne?
- Memmet, senin.
- Memmet mi?
- Herkes öyle der. Seninki ne?
İhtiyar adam, biraz düşündü. Çoktan beri, yıllardan beri belki de hiç kimse kendisine adı ile hitap etmiyordu.
- Galip, dedi.
- Tamam Galip amaca dedi davetsiz misafir. Benimki de Memmet unutma tamam mı?
Amca sözü yaşlı adamın keyfini kaçırdığından çıkıştı:
- Sen benden büyüksün, Galip Amca da ne oluyor?
- Ben senden büyük müyüm? Yaşın kaç senin?
- Yaşımı ne yapacaksın? Göz var izan var. En az beş yaş büyüksün benden.
- Ne deyim o zaman sana ? Galip mi deyim sadece sana?
Yaşlı adam bu muhabbetten sıkıldı:
- Tamam ne dersen de, dedi. Sonra da ekledi “Aradığın o adamı ne edecektin?”
- Selam Emmi’yi mi?
Mehmet’in bir gözü çaydanlıktaydı, kaynamak üzere olduğunu hissetti:
- Uyuma çay taşacak, dedi.
Yaşlı adam:
- Sen benden küçüksün dedi, sen demle.
Mehmet,
- Çay demlemekle mi korkutacaksın beni, dedi. “Demlerim.”
Mehmet, kalktı çayı demledi, bardakları şekeri hazırladı. Hepsinin yerini biliyordu.
- Selam Emmi iyi adamdı dedi. Neye ayrıldı ki?
- O şey adam, yakışıklı şık adam ,sen söyle ismini , kovmuş.
- Recep Bey’mi?
- Valla adını madını bilmem ben. Bana gel çalış diyen adam işte.
- Seni nerede buldu o? Hısımı falan mısın?
- Ben parkta oturuyordum, çağırdı gel çalış dedi…
- Eeee
- Eesi işte, kısmetimiz buradaymış.
Mehmet dikkatlice yaşlı adamın suratına baktı:
- Ben, dedi ve ekledi “ elli yıldur buradayım. Seni hiç görmedim.”
- Görmediysen ne yapayım?
- Bişey değil de, görmedim dedim yani.
- Görmediysen görmedin. Görseydin emecek miydin, beni?
Mehmet, karşılık verecekti kelimeleri toparlayıp cümle kuramadığından söyleyemedi. Sonra, yerinden kalktı, çayları doldurdu.
İhtiyar adam üç, Mehmet beş bardak çay içti. Tek kelime konuşmadılar.
Çaydanlıktaki su bittiğinden Mehmet yedinci bardağı dolduramadı. Tüpün altını kapatırken yaşlı adam merak edip sordu:
- Burada mı yatıyorsun sen?
Mehmet, saf saf cevap verdi:
- Benim karı aramaya gelirse giderim, gelmezse yatarım.
- Burada mı yatarsın?
- He valla. Şu köşedeki kilimi altıma serer yatarım.
İhtiyar adam, kendince izah edemeyeceği bir sebepten asabileşti:
- Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Dalga geçmek için mi geldin buraya sen?
Mehmet, yaşlı adamın bu şekilde konuşmasına bir mana veremedi:
- Gene ne oldu? Konuşuyorduk ya güzel güzel emmi.
Yaşlı adam, dişlerini de sıkarak ses tonunu biraz daha arttırdı:
- Ben senden böyük müyüm ki de bana emmi emmi deyip duruyorsun?
Mehmet, söyleyecek bir şey bulamadı. Yaşlı adam da uzatmadı. Birkaç dakika sonra da gözleri kendiliğimden kapandı yaşlı adamın.
On beş dakika kadar sonra yaşlı adam öksürerek uyandı.
Mehmet sedirde bağdaş kurmuş oturuyordu.
- Sen daha burada mısın dedi
Mehmet, garip bir ses tonu ile sordu:
- Gideyim mi?
İhtiyar adam celallendi: Ellerini iki yana açarak:
- Ne diyeyim ben sana şimdi, dedi. “Kimsin, necisin? Geldin, kendi evin gibi kuruldun. mekana.
— Saatin var mı?
— Var.
— Bi baksana kaç oldu.
— Saatı ne yapacaksın şimdi? Reisicumhurla randevun mu var?
— Yahu sen bi bak.
— Bakmıyorum ulan.
— Baksan ölür müsün?
— Bakmayacağım.
— Yahu bi bak.
— Bakmıyorum.
Mehmet, sinirli sinirli başını salladı. “Bakmıyorsan bakma” diye söylendi. Köşedeki telefonun yanına gitti. Ahizeyi kaldırdı. Birkaç saniye düşündükten sonra bir numara çevirdi. Karşı taraf telefonu açınca da hal hatır sormadan dileğini karşı tarafa iletti:
— Saat kaç Hafize?
Telefonu kapatırken de gülümsedi.
— Daha erkenmiş yahu, dedi.
Yaşlı adam,
— Hafize kim? diye sordu
Yaşlı adamın sesi kadife gibi çıkmıştı. Mehmet de aynı hoş ses tonu ile karşılık verdi:
— Benim kaşık düşmanı.

Yaşlı adam, bir şey demedi. Gözlerini tavana dikti. Mehmet, yaşlı adanma bir baktı, iki baktı. üç baktı sonra uzanıp dürttü:
— Ağla ağla, dedi. “Sıkma kendini.”
Yaşlı adam, gözlerini tavandan indirdi. Aklına gelenleri yüksek sesle seslendirdi:
— Tamam, o “tamam” dedi de ya ondan sonra eve gelenler… Biri, içlerinden biri telefon edip “ Niye gelmedin? Şu anda neredesin? Nerede kalacaksın? Neredeysen bir taksiye gel… “ dememeli miydi? Ben bu gece gelmeyeceğim. Oldu. Tamam.”
Yaşlı adam, Mehmet’in yüzüne baktı. “Ya işte böyle senin de yaşın epeyce var anlıyorsun beni değil mi?” der gibisinden başını salladı.
Mehmet, dilini dişleri üzerinde gezdirdi. Burnunun ucunu kaşıdı.
— Birkaç gün yat bakalım burada, dedi. Gün ola hayır ola.
Sonra, birden aklına geldi, yaşlı adamı dürttü.
—Kadınlar tuvaletini de silip süpürdü nü? dedi. “Yarın giremezsin. Selam emmi öyle yapardı. Gece temizlerdi. Gerçi benim hanım gündüz uğrarsa, bi uğrar bakardı ama. Sahi, sen benim hanımı tanıyon mu?”
Yaşlı adam, dalga mı geçiyorsun benimle anlamına gelecek şekilde, şekilce olumlu manaca olumsuz cümlesi ile laf olsun diye sorulan soruya karşılık verdi.
— Tanıyorum, on beş yıldır.
Mehmet, kızma manasında bir işarette bulunduktan sonra yavaşça yaşlı adama yanaştı:
— İstersen bu akşam kadınlar kısmını ben şöyle bir süpürüp sulayım, dedi.
Yaşlı adam, kendine hâkim olamadı, kıkırdayarak güldü:
Mehmet, bu gülüşe bozuldu:
— Ne oldu, ne güldün? dedi.
— Yok bir şey?
— Bişey olmadan gülünür mü? Nee güldün?
— Ne bileyim işte. Güldüm. İçimden geldi.
— Bana mı güldün?
— Yok canım. Sana niye güleyim?
— Kime güldün?
— Yahu kimseye gülmedim. İçimden geldi.
— Gadunlar tuvaletini temizleyeyim dememe mi güldün sen?
— Öylesine güldüm. Niye mesele ettin bu konuyu?
— Bana güldün sen amma, neyime güldün? Açıkda bişey mi gördün?
Yaşlı adam kendisinden beklenmeyecek bir şekilde Mehmet’in kolundan tutup itti:
— Ben yatacağım artık, haydi evine. Karın bekler.
— Ne oldu? Ne hiddetlendin de beni kovuyon şimdi? Köpeğine kış mı dedik?
— Kovmuyorum da. Neyse, kadınlar tuvaletini temizleyeceğim diyordun. Temizle de gel haydi.
—Temizlemecem. Az yi kendine bi hizmetçi tut.
Yaşlı adam, ses tonunu değiştirerek:
— Haydi haydi, dedi. “İki su dök de gel. Ben de çayı bir kere daha demleyeyim.
— Ben içmem. Uyuyamıyom sonra.
— Tamam o zaman da, hadi kırma beni kadınlar bölümüne bir bak da gel. Kırma beni.
Mehmet, uzatmadı tartışmayı, kalktı. Dışarıya doğru yürürken döndü:
— Ganın aç mı senin, dedi. Karıya telefon ediyim de bi kap yemek getirsin mi sana?
Yaşlı adam, şaşırdı. Biraz durdu. Sonra:
— Valla getirirse yerim ama, dedi. Senin ev nerede?
— Üç beş binalık bişey. Getirdeyim mi?
— Yerim dedim ya işte.
— Bak sonra yimem mimem deme ama. Karıya ayıp olur.
— Getirirse yerim.
— Köpeklere dökmediyse pilav var. Ayran da getirsin mi yanına?
— Pilav kuru kuru yenmez. Varsa olur.
— Kaç dilim ekmek isten.
— Ekmek bir dilim olsa yeter. Ekmekten haz etmem ben pek.
Mehmet, telefonun yanına gitti. Avizeye eline aldı. Sonra, yaşlı adama sordu.
—Pilavı ısıtsın mı getirirken?
— Ocak var işte burada. Gerekiyorsa ısıtırız burada.
— Karabiber falanda ekelesin mi pilavımı üzerine?
— Yok. Karabibere gerek yok.
— O şimdi, pilavı dökmüştür Üç günlük ya ondan. Sana iki yumurta gırsın da getirsin.Yin mi yumurta?
— Ben ne olsa yerim de…
— O zaman bi telefon ediyim, pilavı dökmediyse pilavı getirsin, dökdüyse sana yumurta kırıp getirsin…Bi yumurtaynan mı doyan sen, iki yumurtaynan mı?
Yaşlı adam, terler gibi oldu, alnını ovuşturdu
— Şimdi boş ver ya sen, dedi Mehmet’e “ Aç da değilim zaten.”
— Aç değisin de ne getirsin dedin. Utandın mı yoksa ?
Yaşlı adam, söyleyecek bir şey bulamadı. Anlamsızca el işaretleri yaptı. Mehmet, ahizeyi yerine koydu, küçük bir çocuğu okşar gibi yaşlı adamın yanaklarını okşayarak:
— Utanma utanma dedi.
Yaşlı adam, harekete anormal hiddetlendi. Mehmet ’i var gücüyle iterek haykırdı:
— Ne yapıyorsun sen be adam?

Bununla da yetinmedi yaşlı adam. Mehmet’in kolundan tutup dışarıya doğru itti:
- Akşam akşam beni günaha sokacaksın. Çık dışarı. Beni ne sandın sen? Bu yaştan sonra…
Mehmet, biraz geri çekildi. Suratını bir garip buruşturarak yaşlı adama baktı:
—Senin kalbin kötü, dedi. Tu sana.
Yaşlı adam, sözden etkilendi, tepkisinin ölçüsüz olduğu kanısına kapılıp duraksadı
Birkaç saniye sessizlik oldu ortamda. Sonra, yaşlı adam. sesine kadife yumuşaklığı vermeye çalışarak sordu:
— Adın neydi senin?
— Söylemedik mi?
-…
— Adım Memmet. Belledin mi?
-…
Yaşlı adam, uzun uzun Mehmet’in gözlerinin içine baktı. Yüzünde yoruma açık bir giz vardı. Bu durumdan tedirgin oldu Mehmet. Biraz geri çekilip sordu:
—Neye öyle bakıyon bana sen?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini değiştirmedi.
—Bişeye mi hiddet yapdın gene?
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmedi:
—Gorgutma lan beni.
Mehmet, az daha geri gitti.
—Benim” lan” dedime bakma sen, dil alışganlığı benimki. Ona gızdıysan.
Yaşlı adam, bakışlarını da yüz ifadesini de değiştirmeden Mehmet’e doğru bir adım attı. Mehmet’te bir adım geri çekildi.
Mehmet’in soluk alıp verişleri arttı. Yaşlı adam dişlerini sıkarak çenesini sağa sola oynatmaya başladı. Gözlerini de biraz açtı.
Mehmet birden gülümsedi. Kaş köz işareti yaparak: ortamı da değiştirmek amacıyla
—Burada televizyon yok ama dedi, sedirin köşesinde çok eskiden kalma cereyanlı bi radyo olacak. İsdersen aç da dinleyelim, dedi radyonun yerini işaret ederek.
“Cereyanlı eski radyo” sözü yaşlı adamın ilgisini çekti İşaret edilen tarafa döndü, radyoyu göremeyince de oraya gitti. Radyoyu görünce heyecanlandı. Hızlıca eğilip radyoyu aldı sedirin üzerine koydu. Açtı. Sonra da Mehmet’ coşku ve heyecanla seslendi. “ Gel gel.”
Mehmet üzerindeki gerginliği hemen atıp yaşlı adamın yanına seğirtti.
— Hayrola, dedi. “ Pek sevindin.”
Yaşlı adamın gözleri parladı.
—Sevinmez miyim dedi. Mehmet’i kolundan çekip oturttu:
—Eskiden bizim de böyle bir radyomuz vardı.
—Eski bi dost görmüş gibi oldun sen. lan
Yaşlı adam, sevinçle atıldı:
—Yaaa, Birden dedemi babaannemi, babamı hatırladım. Hepsi gözümüm önüne geldi.
Mehmet, yaşlı adamın elini avuçladı. Anlıyorum seni gibisinden başını sallayarak yaşlı adamın sevincine ortak oldu.
Radyo ısındı, ses gelmeye başladı. Yaşlı adam kanal düğmesine elini uzatırken Mehmet’e döndü:
—İster misin dedi şimdi bir de bir yerlerden onların sevdiği şarkılardan türkülerden biri çıksın Mehmet?
Mehmet de daldı. Kemdi kendine söylendi:
—Benim dedem de “ Gün akşam oldu bi dost bulamadım türküsünü pek severdi.”
Yaşlı adam, radyonun sesini kıstı. Gözlerini duvarda bir yere dikti. Bir süre öylece kaldı. Sonra, Mehmet’in dizine hafif vurarak:
— Haydi, dedi. Doğru evine. Doğru karının yanına.
Mehmet:
—Radyo seni bi hoş etti lan, dedi.
— Evde karından başka biri var mı?
Mehmet yok manasına başını birkaç kez yukarı kaldırdı
— O zaman hiç durma. Haydi bakayım.
Mehmet, bir şeyler söylemek istedi ise de söylemedi. “ Eyi ya” dedi. “ Yarın gelirim.”
Sedirden indi. Elini sıkmak için yaşlı adamın elini uzattı. El sıkıştılar.
Mehmet, kapıya varınca tekrar “ hoşça kal” demek düşüncesi ile durdu. Döndü. Yaşlı adamın buruşuk yüzü dakikalar içerisinde biraz daha buruşmuş gibi geldi ona. Çok çok yorgun da gördü. Bu yorgunluğunu fiziksel yorgunluktan ziyade gönül yorgunluğuna bağladı. İçi acıdı. Döndü yürüdü, yaşlı adamın yanına, yarım adımlık kalınca durdu. Bir komutanın askerine emretmesi gibi:
— Galk, dedi. Gidiyoz.
Yaşlı adam, nereye sorusunu başını iki yana sallayarak sordu.
— Nereye?
—Galk bize gidiyoz.
Yaşlı adam, istemiyorum der gibi bir harekette bulundu.
Mehmet, yaşlı adama iyice yanaştı, elini tuttu:
— Bu aşam seni burada bıragmam, dedi. Ölsem bıragmam . Bize gidiyoz. Yarın ne edersen et.
İlgi, yaşlı adamı sevindirdi, içine ılık ılık hoş bir şey aktı. İlginin devamının var olup olmadığını sınamak istercesine:
— Yok, dedi ” Ben gelmeyim.”
Mehmet, yaşlı adamın elini bıraktı. Sonra da, her kullandığında az ya da çok işine yarayan o sözü yapmacıktan kızarak sarf etti:
- Gelmezsen ölümü öp.
Ve ekledi:
— Gerisi sana galmış artık…
Kapıya doğru ağır ağır yürüdü Mehmet.Kapıya varınca da beklediği sözü işitti yaşlı adamdan:
— Madem büyük yemin verdin, geleyim bari.
Mehmet, yarım geri döndü. Tek tük kalmış dişlerini göstererek gülümsedi:
- Ben gapının önünde bekliyom, dedi.”Kapıları mapıları gözelce kitle, Helaya melaya gireceksen de gir… Benim ki bu konuda pimpirikli biraz yabancıları helâya almaz. Demedi deme sonra.




10 Ağustos 2016 Çarşamba


KIPKIRMIZI OLDUM BE!

— Kim idi?

— Bırak Allah’ını seversen deli mi ne...

— Tutturdu... Öp bakalım.

— Ne?

— Nasılsın yavrum, dedim.

— Eeee...

— Teşekkür ederim Abdülgani Amcacığım, nasıl olayım işte, siz nasılsınız, dedi.

— Hıı?

— Gözlerinden öperim, dedim.

— Haaa?

— Gel öp bakalım, dedi.

— Aaaaaa!

— Şoke oldum yahu... Kıpkırmızı oldum be...

***

— Canını sıkan bir şey var.

— Yooo

—Yo deme de anlat hadi, ne oldu?
...
— Lütfen

— Öğleyin
...
— Şöyle güzel bir döner yaptırdım kendime; bir büyükçe bardak da ayran aldım yanına.

— Eeee…

— Tam yemeye başlarken yanı başımda bir ses:”Selâmünaleyküm”
...
— Aleykümselâm dedik.

— Malumdur, âdettendir, buyur ettik.

— Eeee
- …
- ...
— Buyurdu

— Ne?

— Seni kıracağıma develerin bilmem neyini kırarım dedi, buyurdu.
...
— Gözlerimin içine baka baka, sildi süpürdü masadakileri
...
— Hani buyur etmek âdettendir de, şey yapmak da âdettendir yani...
...
— Şoke oldum yahu. Kıpkırmızı oldum be...

***

— Bugün arkadaşlardan biri geldi. Baktım sıkıntılı, neyin var, dedim.

— Eeee?

—Yahu kardeşim, dünyada adam kalmamış, dedi

— Derdi neymiş?

— Geçen gün bilmem nereden bilmem ne makinesi almış da...
...

— Paranın bir kısmını, az bir kısmını vermiş; geri kalanını da vade yapmış ama satıcı ille de

kefil diye tutturmuş. Kefili getir malı al demiş.

— Ne var yani şimdi bunda?

— Buna canı sıkılmış.

— Niye?

— Çalmadığı kapı kalmamış.

— Bu devirde de kefil bulmak zor hakikaten Maalesef kimsenin...

— Efendim?

—Yani kimsenin kimseye güveni kalmadı diyorum.

— Haaa...

— Eeee?

— Neyse, falancaya gitseydin dedim, gittim dedi. Filancaya gitseydin dedim gittim dedi.

— Senin anlayacağın kefil olmak istememişler pek. Duyunca bunları kızdım tabii. Ne yalan söyleyeyim birazda hava atmak için, yanımda arkadaşlar da var.”Senin gibi adama kefil olunmaz mıymış” dedim gururunu okşamak için.
...
— Ben böyle söyledikçe ezildi büzüldü tabii.”Sağ ol ağabey” dedi.
...
— O öyle söyledikçe ben açıldım; ben açıldıkça o ezildi büzüldü...
...
—Yahu öyle bir konuşmuştu ki baştan; kefili bulmuş gibi gelmişti bana.
...
— Sen yabancı değilsin, bana gelseydin dedim sonunda. Niçin ona buna gidiyorsun dedim. .Celâllendim aklım sıra bana gelmediği için.
...
...
...
— Ben de böyle söyleyeceğinizi bildiğim size geldim ağabey, demesin mi?
...
— Sorma yahu. Çıkarıp uzattı kâğıtları önüme. Hayır, arkadaşlar bari olmasaydı yanımda...
- ...
— Şoke oldum yahu... Kıpkırmızı oldum be...

***

—Tüh be... Vay be. dediğini duyunca, dayanamadım gittim yanına:”Hayrola ?”dedim
- ...
— Sen misin Abdülgani Bey? Gel şöyle otur hele biraz, dedi.
 ...
— Hayrola, dedim tekrar.
 ...
— Sana ne Abdülgani Bey demesin mi?
...
— Şoke oldum yahu. Kıpkırmızı oldum be...




İKİ EKMEK BİR ŞİŞE SÜT

Bir varmış bir yokmuş. Uzak diyarların birinde Suat Bey değil de Bay Suat denilen biri yaşarmış. Zaman zaman boş gezenin boş kalfası olmuş zaman zaman un edinmiş, şeker edinmiş, su edinmiş, yağ edinmiş helva yapmış ama her defasında yaptığı helvalar elinde kalmış. Bay Suat biraz patavatsızmış. Biraz vurdumduymazmış. Hiç mi hiç kitap okumadığından, büyüklerinin nasihatlerine de hep kulak tıkadığından, tenkitlere de değer vermediğinden kendisini pek geliştirememiş. Birkaç kelime ile kendini anlat deseler vereceği cevap “ mutsuz ve yalnız “ olurmuş. Düşünmeyi de pek sevmediğinden Bay Suat, bunun niçin böyle olduğuna bir türlü akıl sır erdiremezmiş.

Yeni taşındığı evin tam karşısındaki küçük bakkal dükkânı ile onun yaşlı ama dinç sahibi Güler Dede, Bay Suat’ın sinirini bozar olmuş. Güler Dede, dükkânını, hava henüz ışımadan açıyor gecenin geç vaktinde de kapatıyormuş. Bir gün üç gün beş gün derken bir sabah Bay Suat bu duruma daha fazla tahammül edememiş hışımla evden çıkıp bakkal dükkânına gitmiş. Selam bile vermeden bakkalın yaşlı sahibine çıkışmış:
— Derdin ne senin ihtiyar? Bu saatte dükkânda mı açılır be?
Bay Suat, bakkal sahibinin cevap vermesine olanak bırakmadan, biraz da alaylı bir ses tonu ile devam etmiş sözlerine:
— Dur tahmin edeyim. Yalnızsın.
Cevabı bakkalın papağanı vermiş:
— Hayır. Karısı var, çocukları var, torunları var. Daha da önemlisi dostları var.
Bay Suat, bir papağana bir yaşlı bakkala bakmış. Sonra da papağana dönerek
— O zaman o kadar çekilmez ki evden kovuyorlar, demiş dudak bükerek.
— Değil.
— O zaman çok mutsuz.
— Sen öyle san.
— O zaman ne?
— Biraz sonra Sami gelecek. Bakkal Güler mutlu olacak, şükredecek.
Bay Suat, bu sözler üzerine yaşlı bakkala dönüp sormuş:
— Sami de kim?
Güler Dede, elindeki süpürgeyi bırakmış sonra da yürekten:
— Allah’ın bana verdiği bir armağan, demiş.
Papağan yine konuşmuş:
— İki ekmek bir süt. İki ekmek bir süt.
Bay Suat, Güler Dede’ye “ Ne diyor bu?” der gibisinden bakmış. Tam bu sırada da Sami bakkalın kapısından içeriye girmiş. Ağır adımlarla papağanın yanına varıp gülümsemiş.
Papağan:
— Günaydın Sami, demiş. “Hoş geldin.”
Sami, önce birkaç kez el çırpmış sonra göz ucuyla önce Bay Suat’a sonra da yaşlı bakkala bakmış.
Güler Dede de bu arada bir poşete iki tane ekmek ile bir şişe süt koymuş. Tatlı ve sıcak bir ses tonu ile poşeti Sami’ye uzatmış:
— Afiyet olsun Sami.
Sami, gülümsemiş. Kendince esas duruşa geçmiş. Zor anlaşılır bir sesle de:
— Sağ ol, demiş.
— Köpeğini de kedini de benim için sev.
—Tamam.
Sami, bakkaldan çıkarken Bay Suat garip bir şaşkınlık içerisindeymiş. Yüzünde acayip bir ifade varmış. Kendini tutamayıp:
— Bu aklı kıt insan için bu saatte buradayım deme sakın bana, demiş Güler Dede’ye.
— Poşeti alırken gözlerinde oluşan o ışığı o mutluluğu fark etmedin herhalde?
— Git be adam, deli misin nesin? Hani parasını verse bir derece diyeceğim de.
Papağan kanat çırpmış:
— Veren el alan elden üstündür. Her şey para değil. Bakkal Güler mutlu, Sami mutlu ben mutlu
Bay Suat, “ Siz işin kolayını bulmuşsunuz” diye söylenerek kapıya doğru yönelmiş. Tam kapıdan çıkarken papağan azarlar gibi konuşmuş:
— Hoşça kalın desene Allaha ısmarladık desene, insan huyu için hayvan tüyü için sevilir. Akşam da gelip bir şeyler öğrensene.
Bay Suat durmuş, dönmüş. Tam bir şey diyecekken Güler Dede:
— Seni sevdi benim bir tanem, demiş papaganı kastederek.
Bay Suat, Güler Dede’nin yüzüne bir süre boş boş baktıktan sonra, kinayeli bir biçimde karşılık vermiş:
— Belli oluyor, belli oluyor.
Ve sonra Bay Suat papağanın yanına gitmiş, parmakları ile kafese dokunup papağana göz kırpmış sonra da ona “ bay bay” demiş, demiş ama dediğine diyeceğine de pişman olmuş.
— Bay bay da ne ola? Hoşça kal desene. Allaha ısmarladık desene. Anlamlı söz edip güzel işler etsene.
Papağanın bu sözleri Bay Suat’ın asabını iyice bozmuş. Tüm bedeninden ter boşanmış. Alnındaki terleri elinin tersi ile silerek dükkândan hızla çıkmış. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe düz gitmiş. Birde bakmış ki zaman su gibi akıp gitmiş. Dönmüş dolaşmış kendini yeniden Güler Dede’nin bakkalının önünde bulmuş

Güler Dede ile Fevziye Hanım dükkânın önünde bir yandan tatlı tatlı sohbet ediyorlar bir yandan da çaylarını yudumluyorlarmış. Bay Suat yanlarına yaklaşmış, Yaşlı bakkal’ın kulağına eğilmiş Fevziye Hanım’ı işaret ederek patavatsızlığını kanıtlamak istercesine:
— İhtiyar, senin karı da fena değilmiş ha? Kaçırırlar diye korkup da seni aramaya mı gelmiş, demiş.
Bay Suat bu sözü fısıldayarak demiş ama papağan söylenileni duymuş. Senden adam olmaz der gibisinden derin bir of çekmiş

Fevziye Hanım da Bay Suat’a dönerek taşı gediğine koymuş:
— Şu dünyada ne patavatsızlar ne gıcıklar ne ukalalar var diyecekti ama Güler Bey’i üzmek istemedi kötü söz ederek. Ne de olsa bir beyefendinin papağanı. Ben, Güler Bey’in eşi değil otuz yıllık ahbabıyım.”

Bay Suat bozulmuş. Kadında da ne kulak varmış be, diye içinden geçirmiş. Bugün yaşadıklarından “ mutsuz ve yalnız ” saptamasının nedenine yanıt olabilecek ipuçlarını yakalamış, azıcık da olsa düşündüğünden. Bu da onu hem heyecanlandırmış hem de sevindirmiş çünkü o bile biliyormuş ki, sorun bilinirse soruna çözüm de bulunabilir.

Güler Dede’nin yaşı yüz yirmiye merdiven dayamasına rağmen bu kadar yaşam dolu, bu kadar hoşgörülü bu kadar sevecen, bu kadar iyiliksever olmasının nedenlerinden biri de zaman zaman da olsa yaşamında yaptığı küçük, hoş değişikliklermiş. Bunu bilen masal dünyası çorbada benim de tuzum bulunsun misali gökten üç elma yerine üç şiir düşürmüş bu sefer. Güler Dede buna çok sevinmiş. Şiirleri bir çırpıda okumuş. Biraz daha gençleşmiş. Güç kazanmış. Yaşama biraz daha bağlanmış. Esranur Daşpınar’ın “ Mutluluğu Yaymak İçin” şiirini oradakilerle de paylaşarak oradakileri de mutluluğuna ortak etmek istemiş:

Mutlu olmak ve
Herkesi sevmek…

Neşeli olmak ve
Çok sevilmek…

Sevmek ve
Herkesi mutlu etmek…
Herkese hediyeler vermek
Birkaç hoş lakırdı etmek
Şiirler okumak ve şarkılar söylemek
Ya da bolca dans etmek…

Hiçbiri olmuyorsa bir tebessüm etmek

Aslında, mutlu olmak ve mutluluğu yaymak için
Ne kadar da çok sebep var!





















1 Ağustos 2016 Pazartesi

SONUNA KADAR OKUTMAK
Rica minnet izin aldım iş yerinden.
Yıllar sonra ilk kez güzel bir hafta sonu yaşayacaktım. Şimdi, diyeceksiniz ki nasıl yani?
Belki birden kafanızda eşimle dostumla piknik yapacağımı düşüneceksiniz. Belki sevgilimle el ele deniz kenarında yürüyeceğim kanısına kapılacaksınız. Belki… Sonu yok tabii ki bu belkilerin. Çünkü yapacağımın plâncısı benim. Siz ancak kendi hayal dünyanızda, kendi kültürünüzle, birikiminizle ve yaşam felsefenizle yorum getirebilirsiniz. İşte o kadar!
Ukala tiplerden hoşlanmazsanız, az evvel ifade ettiğim düşünceleri ukalalık olarak yorumlayabilir, bundan sonra dile getireceklerimi okumayabilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınız. Benim nasıl ki dilediğimi dilediğim şekilde ifade etme özgürlüğüm varsa sizin de benim ifade edeceklerimi okumama hakkınız var. Saygı duyarım. Bilmem bana katılacak mısınız, bu, saygı duyma sözü de son zamanlarda pek moda oldu. Herkes birbirine “saygı duyarım” diyor:
“Söylediklerine saygı duyuyorum.”
“Yaptıklarını tasvip etmiyorum; ama saygı duyuyorum.”
“Bir şey demiyorum size, saygı duyuyorum beyefendi.”
Saygı duymaya bu kadar hevesli olanlardan birine, biri çıksa da “Niçin?”dese ne cevap verir merak ediyorum doğrusu.
Ben bir şair değilim. Ama bazen ilham gelir, gelen ilhamı da geri çevirmem. İşte şu anda ilhamlardan biri de geldi. Geleni geri çevirmek olmaz. Bakalım ne der ne derse güzel der:
“Ben talip olmadım bu işe
Öneri sizdendi
Ellerimi ovuşturmadım
Haykırmadım hazırım diye
Hatta kendimce bir üslupla
Kırmadan sizi
Affımı istirham ettim,
O kadar ısrar ettiniz ki neden bilmem
Kasıt ararsınız belki de
Kızamazsınız bana
Saygılarım satırlara.”

Buyurunuz birkaç sual size ( parantez içerisindekiler sizin olası cevaplarınızdır)
— Beğendiniz mi? ( eh, fena değil.)
— Ne demek istiyorum şiirimde? ( Yani şey, bu şiirde sen anlatmak istiyorsun ki…)
— Bende bir şeyler var mı, ne dersiniz? ( Bunu cevaplamak bana düşmez.)
Efendim, istirham ediyorum; yumunuz gözlerinizi. Hayal gücünüzü zorlayınız. Gözlerinizin önüne kadınlar getiriniz, erkekler getiriniz, çocuklar getiriniz sürü sürü ve bunlardan bazılarını ( yukarıdaki sorulara yukarıdaki gibi cevap vereceklerini düşündüklerinizi) tutup öne çekiniz ( itebilirsiniz de). Şiirsel düşüncenize ( ne demekse) güveniyor musunuz? Bunlar gerçekten aradığınız insanlar mı? Seçiminiz doğru mu? Onların şu anda hiçbir açıklama yapılmadan bir adım öne çekilmeleri hem onlarda, hem oraya çekilmeyenlerde ne gibi fırtınalar yarattı? Şu anda “ Sen de bitten yağ çıkarmaya çalışıyorsun.” diyenlerden misiniz?
Sahi, bitten yağ çıkartmak diye bir deyim var mıydı? Varsa doğru yerde, doğru şekilde kullandım mı? Görüyor musunuz başıma gelenleri… Pimpiriklinin biriyim zaten, taktım bu deyimi (tekrar vurguluyorum, varsa) kafama. Var mıydı böyle bir deyim, varsa yerinde ve doğru kullanmayarak dilimize bir kötülük de ben mi ettim? Böyle bir deyim yoksa ( o zaman ben üretmiş, uydurmuş, oluyorum) tutacak mı?
Sen, ya sabır çekerek ellerini kütürdeten, “ Ne diyor bu adam (adam olduğumu nereden biliyorsun?) ya…” diyorsun benim için değil mi? Müsaade buyurunuz açıklayayım (not: Az evvelki cümlelerimi hikâyemin sonunda tekrar kullanacağım.)
Yarım saattir canım öyle bir çay istiyor ki. Eşime söylesem ( yukarıdaki paragrafa açıklık getirmesin diye karıma ya da kocama demiyorum) muhakkak ki yapar. Metin’e söylesem o da yapar. Arzu’ya söylesem… Aman Allah’ım! Bak, Allah için, yapmam demez demesine de bir süre sonra siz “ is-te-mi-yo-rum; vazgeçtim” diye haykırırsınız. Söylediğimin doğru olduğunu görmek istiyorsanız benden size müsaade Arzu’yu bulunuz ve ondan bir şey isteyiniz.
Kimin söylediğini anımsamıyorum (Hatırlamıyorum deseydim daha mı iyi olurdu acaba?) biri bir işin yapılmasını istemiyorsan işi başkasına havale et demiş. Çay işini başkasına havale etmektense kendim demleyeyim en iyisi
Bu düşünceyle yazıma ara verip mutfağa gittim. Çaydanlık ocağın üzerindeydi ve sıcaktı. Su mu kaynatılmıştı çay mı demlenmişti. Korkarak kontrol ettim. Sonuç: Çay eski değildi
.Şimdi akla gelen ikinci soru, içilip bitirilmiş miydi yoksa demlenmesi mi bekleniyordu? Üçüncü soru evdekilerce içme eylemi nihayetlendirilmişse niçin bana da teklif edilmemişti. Teklif edilmemesinin de iki nedeni olabilirdi kanımca: Ya bana değer verilmiyordu bu evde artık ya da yazı yazdığım bilindiği için kafamın dağılmasından endişe edilmişti. Kapı çalınsaydı da “çaaay!” denilseydi kafam dağılır mıydı? Kızar mıydım öneri getirenlere ya da gerirene? Memnun mu yoksa namemnun mu olurdum? Hemen bunlar geldi aklıma “dem”e bakarken. Hem rahatladım, hem üzüldüm. Rahatladım çünkü böyle düşünmelerini adam yerine koymama olasılığına tercih ettim. Üzüldüm çünkü nasıl anlatsam şimdi, niçin kızmamdan endişe etmişlerdi? Hoşuma gitmeyen bir şey söyledikleri zaman kızdığım düşüncesi kafalarında yerleşmişse bazı şeyleri benimle paylaşmıyorlar demekti ki bu, ne büyük bir tehlike… Nice büyük felaket kızılacak endişesiyle yaşanılmış bir olumsuzluğun güvenilecek kişilerle paylaşılmamasından doğmuyor mu?
Bir anda, hemen bir fikir geldi aklıma. Bardaklar aldım raftan (dört bardak), tepsiye koydum çayları doldurdum bardaklara. Salona geçtim:
— Çaylar! dedim.” Var mı isteyen?”
Oğlum:
—En açığını bana bırak, dedi.
Kızım:
—Ben istemiyorum, dedi ve de “Ne zaman?” denilmiş gibi ekledi” Belki sonra…”
Eşim:
— Ben isterim, dedi. Yanına da iki bisküvi olsaydı.
Çayları dağıtıp odama geçtim. Teybe Neşet Erbaş’tan bir kaset koydum. Sazlı sözlü oyun havaları. Oynanmaz mı? Kalktım oynamaya başladım. İçeri girerken kapıyı örtmeyi unutmuşum, kızım koşarak girdi içeri. Başladı bana eşlik etmeye. Oğlum da oturduğu yerden elleri ile tempo tutuyordu. On beş dakikalık bir boşalımdan sonra odamda tekrar yalnız kaldım. Verlaine’nin hoş bir sözü vardır: Yanlış anımsamıyorsam şöyleydi:”Düzyazı yürüyüştür, şiir danstır.”Dansımı yaptım biliyorsunuz, düzyazımı nihayetlendirmedim. Taş çatlasa 30 dakika içinde bunu gerçekleştirmem gerekiyor. Yani yazımı bitirinceye kadar yeni bir mola hakkım yok. Bak, şu anda, sen” “Gene ukalalık yapıyorsun. “diyor olabilirsin ( olabilirsiniz demediğim için kızmadınız inşallah). “Belki yazın bitti, belki iki cümle, belki iki kelime düşüncelerini aktarman, bir başka ifade ile hikâyene nokta koyman için yeterli.”
“ Olabilir mi?”
“Elbette”
“Böyle olunca da bu yarım saatlik süre içerisinde değil bir, yüz defa bile mola verebilir misin?
“O kadar değil de, verilebilir tabi.”
“O zaman niçin yeni bir mola hakkım yok diyorsun?”
“Senaryoyu sen yazdın, sen yorumluyorsun.”
Yukarıdaki olası konuşmadan sonra hâlâ oluşturmaya çalıştığım şu öyküyü okutabiliyorsam size kendimi başarılı addediyorum. Çünkü iyi yazı, benim kanımca, sonuna kadar kendini okutabilen yazıdır. Öyle ya da böyle olması ayrıntıdır, tartışılabilir.
Ya sabır diyerek ellerinizi kütürdeterek okuduysanız da başarıdır, zevkle okuduysanız da başarılıdır, başka şeyler düşünerek okuduysanız da başarıdır. Bunun aksini söylemek, kıskançlıktan öte bir anlam ifade etmez. Ama şu sıralarda neler düşünüyorsanız, ne gibi güzel cümleler (!) sarf ediyorsanız onu bilmem.