29 Ağustos 2011 Pazartesi


BAYRAMLAR


Yaşamışsınızdır ya da duymuşsunuzdur, açılımı şu: Eskiden insanlar birbirlerine çat kapı giderlerdi.
Dikkat ediniz, aramaktan değil gitmekten bahsediyoruz. Canınız mı sıkıldı, biri ile iki çift laf mı etmek istediniz; konu komşunun hısımın akrabanın kapısını teklifsizce çalıp “ ben geldim” diyebilirdiniz eskiden.. O kişiyi önceden arayıp “ müsait misiniz; geleyim mi?” diye sormak ayıp kaçardı eskiden.
Gün geçti devran döndü, insanlar en yakınlarına bile haber vermeden gidemez oldular neredeyse. Gerekçe çok, rahatsız etme korkusu, görgülü insan böyle yapar düşüncesi. Eski insanlar görgüsüz müydü diye atılmayın hemen, orasını da karıştırmayın.
Eskiden, misafir denilince “ Başım gözüm üstünde yeri vardır. “diyen insanlardan bazıları şimdi “ Öf bu da nereden çıktı şimdi” diyor. Belki de bu bilindiği için, çat kapı yapmaktan korkuluyor. Kimse kendisine “ öf“ denilmesinden hoşlanmaz. Ve gene kimse bir başkasının keyfini kaçırmasından haz etmez.
Malum fıkranın sonunda Hoca Nasrettin'e sorarlar:
—Hoca bu ne iş? Ona da haklısın dedin ona da haklısın dedin.
Hoca'nın cevabı malum:
—Vallahi sen de haklısın.
En radikal düşünen insan bile aranılıp sorulmaktan hoşlanır. Son yılların moda sözcüğü var ya, empati... Empati kurun, aranılıp sorulmak kimin hoşuna gitmez.
Eşi dostu, hısım akrabayı çeşitli nedenlerle aramayan ya da aramaktan çekinenseniz bayramlar tam zamanı. En duyarsız insan bile kültürümüzün etkisiyle bayramda bazı şeylerin beklentisi içerisindedir. Kapısının ya da telefonunun her an çalınabileceği olasılığını düşünür ve de hiçbir zaman almadığı bazı önlemlerini alır. Mesela evi biraz daha derli topludur, kılık kıyafeti daha düzgüncedir. Yani, korkmadan birinin kapısını çalabilirsiniz bayramlarda, genelde rahatsız etmemek düşüncesi ile istemenize rağmen başkalarının kapısını çalmayanlardan iseniz.

Ve her insan içinde bulunduğu yaşa kadar özellikle bayram öncelerinde ve bayramlarda “ Bayramlar kırgınlıkları, dargınlıkları yok etme günüdür” söylemini defalarca duymuştur. Bu söz bilinçaltına yerleşmiştir. Normal bir zamanda kapımızı çalmışsa kapıyı suratına çarpabileceğimiz ya da “ alo “ deyince telefonu yüzüne kapatabileceğimiz pek çok insana bayramda bunu yapamayız.
Bayramlar önemli, özellikle dini bayramlar yılda iki kez gelen bulunmaz bir nimet...
Bayramlar sayesinde haber vermeden birinin kapısını çalmanın keyfini yaşayarak nostalji yapabiliriz.
Bayramlar sayesinde, soğuyan belki de kopan ilişkilerimizi yeniden ısıtabiliriz.
Bayramlar sayesinde arayan ya da aranılır olmanın doyumsuz tadını yaşayabiliriz.
Bayramlar sayesinde, ziyaret edilmeyi beklemeden ziyaret edebilirsek, eski günleri anar, eskileri, yitirdiğimiz dostları anabiliriz.
Evet, amanın ardından inanarak ya da öylesine ürettiğimiz nedenlerden ötürü yapmamız gerekenleri yapamayanlardansak bayramlarda, hiç olmazsa ki biz onları çok iyi biliriz, anımsanmamız gerekenleri bir mesajla olsun bir telefonla olsun anımsayalım. Yarım elma gönül alma demişler, bir gönül yapmamın mutluluğunu içimizde duymaya çalışalım.
Ve de, çocukluğumuzda yaşadığımız bayram heyecanını bayram coşkusunu çocuklarımıza vermeye çalışalım karınca kararınca da olsa, en azından onlarda oluşabilecek heyecana ket vurmayalım.
Hayırlı bayramlar...

26 Ağustos 2011 Cuma

KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM Mİ?

REK’AT: Namazda bir kıyam ( ayakta durma) bir rüku ( öne doğru eğilme) ve iki secdeden oluşan bölüm
İKAMET: Bir yerde oturmak
ABDEST: Müslümanların namaz kılmadan önce belli bir düzen içerisinde bazı organlarını yıkayarak bazılarını mesh ederek yaptıkları arınma
MESH ETMEK: Abdest alırken ıslak eli başa ve meste( varsa) sürmek
MEST: Konçlu, hafif ve yumuşak bir çeşit ayakkabı
ŞEHADET: Tanıklık, şahitlik, işaret
ŞEHADET PARMAĞI: Elde bulunan başparmaktan sonraki parmak, işaret parmağı
SAHİH: Gerçek, hakiki
SAHABE: Hazreti Muhammet’i gören ve onunla sohbette bulunan kimse
GUSÜL: Bedenin her tarafını, kuru hiçbir yer kalmayacak şekilde, tıkamak
TAVAF: Bir şeyin çevresini dolaşma
TAVAF ETMEK: Kâbe’nin etrafını yedi kez dönmek
CAMİ: Toplayan, bir araya getiren, Müslümanların namaz kılmak için toplandıkları yer
BESMELE: Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adı ile manasına gelen ve genelde bir işe başlarken söylenilen bismillahirrahmanirrahim ( bismillah) sözü
EDEP: İyi ahlak
MEDET: Yardım
ÖZÜR: Mazeret, eksiklik veya elverişsizlik
EZAN: Namaz vakitlerini belirli sözlerle özel bir şekilde bildirmek

25 Ağustos 2011 Perşembe


İLAHİ

Allah için çıktık yola
Hu diyelim doya doya
“Oku” diyen Yaradan’a
Okuyalım, hamdedelim

Namaz ile pak olalım
Oruç ile ak olalım
Kalp kırana yad olalım
Zekat verip şad olalım


Günahkârız belki biz de
Lütuf vardır çokça sende
Ümitsizlik yoktur bizde
Sabredelim şükredelim

Millet için ümmet için
Ol dediğin her şey için
Işık saçan yüce için
Dua bizden takdir senden.

***

KADİR GECE’MİZİN HAYIRLARA VESİLE OLMASINI TEMENNİ EDİYORUM.
AMİN!

***
GÜZEL SÖZ:
Sürekli olarak mutlu olmak istiyorsan herkesle dost ol, kimseye kin haset besleme!
HACI BEKTAŞ-I VELİ

24 Ağustos 2011 Çarşamba

FAZLA SÖZE NE HACET!

Konfiçyüs’e “ Bir ülkeyi yönetmeye çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu, niçin?” diye sorduklarında şöyle demiş:
“ Hiç kuşkusuz dili gözden geçirmekle işe başlardım. Çünkü dil kusurlu olursa, sözcükler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünce iyi anlatılmazsa, yapılması gereken şeyler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa töre ve kültür bozulur. Töre ve kültür bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk, ne yapacağını, işin nereye varacağını bilmez.”
***
Güzel Söz :
Kelimeler küçük bir mürekkep damgasıdır, çığ gibi bir fikrin üstüne düşerler ve binlerce belki milyonlarca insanı düşündürürler.
SİR JOHN LUMBOCK
***
Güzel Söz.
Dil, bilgeliğin yoludur.
YUNUS EMRE

23 Ağustos 2011 Salı


KOMBİNEZON

Sordu söyledi,
Kombinezonun manası budur dedi,
Dört dakika on saniye sonra
Elinde küçük bir sözlük, ağzı da kulaklarında
Koştu geldi yanına kombinezonun manasını soran
Yanımda da birkaç ahbap vardı
Manalı manalı ve de kinayeli
Kombinezon, sensin dediğin değilmiş dedi
Kanıt olarak da elindeki sözlüğü gösterdi,
Onu bozmak istedi.

Mosmor oldu belki, belki ya sabır çekti içinden bozulmaya çalışılan
Cahilliğin bu kadarı da oluyormuş dedi belki de
Müsaade istedi ayrıldı oradan açıklama yapmadan
Dört dakika on saniye sonra
Koca bir lügatle döndü geldi geri
Gösterdi ona ve oradakilere, kombinezonun manasını
Aldı havasını kabaran adamın…



GÜZEL SÖZ:

ÇOK SÖZ HAYVAN YÜKÜDÜR.
YUNUS EMRE

22 Ağustos 2011 Pazartesi

DOĞRU SÖZE NE DENİR?


Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörülükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol

Hz. MEVLANA











21 Ağustos 2011 Pazar

ANNE
Ne konuşacaksın ki… Laf lafı açtı; uzun uzun dedemiz Saim’den bahsettik.
Malum, dün hava yağmurluydu. Fırtına da vardı. Ve de dün bayramdı. Yıllardır yüzünü görmediğimiz Okran hemen karşı caddede oturan kayınvalidesi Kevser Hanım’a bayram ziyaretine gitmişler… Kısmet ya, bulamamışlar. Ellerinde küçük bebek de var. Yağmur da bir hayli. Biz akıllarına gelmişiz.
Kapı çalındı, açtık; bir de ne görelim Orkun, karısı, kucaklarında Meltem ve de delikanlılığa adım atmış Akif.
“ Hayırlı bayramlar…”
“ Hayırlı bayramlar.”
Karım, kendilerini hiç görmedi. Tanıştırdım.
Çaylar, kahveler içilirken laf döndü dolaştı eski günlere gitti, konuştuk, bir taraftan da gözleri dışarıdaydı, müsaade istemek için yağmurun dinmesini bekliyorlardı, anladım.
Bir aralık, söz bitti: Okran:
— Bizim kayınvalideyi gördünüz mü İsmail, dedi. Yoktu da…
Samimiyetimiz yoktu. Yolda izde karşılaşırsak kırk yılda bir bazen, merhabalaşırdık.
— Görmedik dedim. Biraz da kinayeli “ Not bıraksaydınız, geldik bulamadık deseydiniz” dedim.
Anlamadı ne demek istediğimi Okran. Saftır biraz zaten. Karısına döndü:
— Hiç aklımıza gelmedi bak bu, dedi.
Karısının aklında ne vardı bilmem, zoraki gülümsedi.
Ertesi sabah pek keyifsiz kalktım. Belirli bir rahatsızlığım da yoktu ama keyfim de yoktu doğrusu. Evin içini birkaç kez dolaştım.
Dün gece pencerenin önüne bir tabure koymuştum. Bir saat kadar üzerinde oturmuş ve de dışarıyı seyretmiştim. Dedem de öyle yapardı. Ona öykünmüştüm belki.
Birdenbire aklıma geldi. Çok da şahit olmuştum aslında. Özellikle sıkıntılı günlerinde, miskinliğin üzerine çöreklendiği anlarda kendini zorlayarak kalkar, abdest alır, namaz kılardı dedeciğim.
Yalan yok, abdest almayalı, namaz kılmayalı yıllar yılı olmuştu. Birden kendi kendime “ ya bismillah İsmail dedim Banyoya gittim, abdest aldım. Fena gelmemişti. Ama abdesti doğru mu almıştım? Aklıma kurt düştü, kütüphanemden bir namaz kitabı buldum, baktım. Doğruydu. Yıllar sonra eksiksiz anımsamış olmam ne yalan söyleyeyim sevindirdi beni. Dedem öğretmişti. Canı rahmet çekti derler ya, Allah rahmet eylesin! Âmin!
Bugün de bayram…
Saat sekiz olunca, belki bir gelen gider olur diye, hanımı, çocukları uyandırmak istedim ama yapamadım, kıyamadım uykularını bölmeye.
Ama dokuzda kapılarını çalıp, kalkın diyeceğim…
Mutfağa geçtim. Türküler mırıldanarak kendime aylar sonra güzel bir kahvaltı hazırladım. Çay demledim, peynir, zeytin koydum masaya. Sosis varmış buzdolabında ondan bile haşladım. Sonra Murat’ın köyden gelirken getirdiği - evdekilere halamın gönderdiğini söyledim - hormonsuz domateslerden bir tane yıkadım. Domatesi dilimlerken de mis gibi domates kokusu mutfağı doldurdu.
Çayımdan ilk yudumu alırken, Aksu geldi:
— Günaydın babacık, dedi. Hayırdır?
— Elini yüzünü yıka da gel, dedim. Baba kız bir kahvaltı yapalım.
Banyoya girecekmiş. Duş yapacakmış. Sizin anlayacağınız önerimi kabul etmedi. Ben de “ Canıma minnet” dedim içimden. Dedim ama dakika dolmadan geri döndü:
— Vaz geçtim duş yapmaktan, dedi.
Kendine çay doldurdu. Karşıma oturdu.
— Baba ya, dedi.
Domatesten bir dilim attı, ağzına attı. O da beğendi domatesi. Sözle de ifade etti düşüncesini.
— Ne güzel tadı var.
— Eskiden yediğimiz domatesler böyleydi işte. Çocukluğumdan hatırlıyorum bir salata yapılırdı, kokusu her yana yayılırdı. En iştahsızın bile yiyesi gelirdi.
— Baba…
— Hıııı
— Hala hala diyorsun ama ben bu halayı hiç görmedim.
— Yok ya!
— Vallahi. Sokakta görsem tanımam.
Söylediği yanlış değildi. İki yaşında falan görmüştü, bize gelmişlerdi bir vesile ile anımsaması olanaklı değildi.
— Ama o seni hatırlıyor, dedim laf olsun diye. Ve ekledim. “ Selam gönderir hep sana.”
— Köyü de görmedim ben hiç.
— Biliyorsun işte, gidemiyoruz köye.
— Niye?
— Niyesi var mı işte kızım. Annenin tarafı…
— Ama kaç yıl geçmiş aradan.
— Anneannemi hiç görmedim, dedemi hiç görmedim, onlardan kimseyi görmedim.
Birden sinirlendim.
— Ne yapayım, dedim. Bizi defterden sildiler. Gittik kovdular, adam koyduk araya gene olmadı. Bizde koyuverdik ipin ucunu.
— Mesele neydi?
— Vallahi bir şey şöyleyim mi kızım sana, mesele neydi onu da unuttum. Belki inanmayacaksın sildim beynimden.
— Ama bir şey de anlatmıyorsunuz ki. Anneme de bazı soruyorum, suratı beş karış oluyor, ısrar edince de kem küm kem küm… Mesele neydi?
— Unuttum dedim ya yavrum.
— Unutmamışsındır.
— Yalan mı söylüyorum sana, ben akşam ne yediğimi hatırlamıyorum.
— Mercimek çorbasıyla patlıcan oturtma yedik.
Boş bulunup “ nah!” diyeceğimi ve de benimle kafa bulacağını ummuştu, “ Sen gençsin tabi” dedim, hatırlarsın.
Belki verdiğim cevaba bozuldu, belki sohbet açmadı; kalktı masadan. “ Ben banyoya gidiyorum “ dedi ve gitti.
Masada iken bir ağırlık çöktü üzerime. Kalkayım malkayım derken, başımı masanın üzerine koymuşum.
Karımın, sarsıp seslenmesiyle kendime geldim.
— Hayrola İsmail.
İçim geçmiş. Rüya bile görmüştüm. Eskileri. Az evvel halamdan bahsetmiştik, halamı gördüm. Gülümsemişim.
— Niye gülüyorsun, dedi gülümseyerek karım.
— Özüm geçmiş. Halamı gördüm rüyamda.
Karım rüyalara meraklıdır. Hemen yanı başıma çöküp sordu:
— Hayırdır inşallah. Nasıl gördün?
— Köydeymişiz işte. Bana seslendi, çocukluğumda yaptığı gibi, köy ekmeğinin içine ağdayla yağı doldurmuş.
Yıllar yılının verdiği özlemle gayriihtiyarî gözlerim doldu, dudaklarım büzüştü. Ağlamamak için kendimi sıktığımı hisseden karım kendimi rahat hissetmem için , “ Ben bir elimi yüzümü yıkayayım “ bahanesiyle mutfaktan koşarak çıktı adeta.
Bir süre sonra geri döndüğünde “ ağlamadığını anlamamak” için kör almak gerekiyordu.
Laf kalabalığı ile havayı dağıtmak isteyen karım, kahvaltı sofrasını kastederek:
— Hangi dağda kurt öldü böyle, dedi.
Laf olsun diye, “ Bundan böyle, böyle” dedim.
Kendine çay doldurdu. Masaya oturdu. Gözlerimin içine bakarak ve de az evvelki ruh ahvalimi düşünerek, boş ver, takma kafana manasına gülümsedi.
Birden, içimden geldi,
— Sena, dedim.
— Efendim canım, dedi ki bu iki kelimeyi bana acımadığı zaman kullanmazdı.
Heyecanlandım:
— Sena!
Gözlerimin içine baktı:
— Efendim!
— Bizim örfümüzde âdetimizde de vardır?
— Hayatım söylesene.
— Yaa, diyorum ki…
- …
— Şey, hani diyorum biraz sonra arabaya atlasam, köye gidip annemin babamın mezarını ziyaret edip gelsem. İçimden geldi birden. Olur mu ne dersin ha?
Farkında değildim, kızım da gelmiş. Birden coşkuyla ellerini çırptı, heyecanla “ Ne olur ne olur baba, ben de geleyim” dedi. Boynuma da sarıldı.
Sena, ayağa kalktı. Heyecanlanmışı mıydı, sinirlenmiş miydi anlayamadım. Bir süre, gözlerini kırparak, ayağını tempo tutar gibi yere vurarak durdu.
Ben epeyce bir süre orada öylece kala mı kalmıştım yoksa kızım dünya rekoru kırmak gayesi ile odasına gitmiş gelmiş miydi bilmem, Aksu, nun sesi ile kendime geldim:
— Ben giyindim baba, hade gidelim.
Böyle bir desteğe hakikaten ihtiyacım vardı.
— Haydi, dedim kendimi verdiğim söz ile bağlamak için. Sonra da karıma dönüp onayını almak ya da tepkisini görmek istedim. Soğuk bir sesle, “ İstiyorsanız gidebilirsiniz…” dedi.
Ben de Aksu’da , “ Sen de gel” de diyemedik, gelmek ister misin diye soramadık da.
Aksu, cayma gibi bir durum ortaya çıkmasın diye,
— Ben arabanın yanında bekliyorum dedi, bir şey dememe olanak bırakmadan dışarı çıktı.
Ben de hazırlandım Biraz da ağırdan aldım.Bir yere giderken, sürekli şunu yap bunu yap, onu giyme bunu giy” diyen Sena gelip gene başımın etini yesin diye. Gelmedi. Gitmemi onaylamadığından olmadığını biliyordum.
Hazırlanıp dış kapının önüne geldim. Karım hala mutfaktaydı ve hala ayaktaydı. Yanına gitmeye ürktüm.
— Ben gidiyorum, dedim. Bir süre karşılık vermemi belediysem de sözüme…
Kapıyı açarken inşallah “ yatsıya” döneriz dedim. Tam dışarı çıkarken, “ Ben de geleyim mi” dedi.
Mutfak kapısına gelmişti. Sesi titremişti “ Ben de geleyim mi” derken.
Kapıyı yavaşça örttüm. Başımla, gözlerimle “olur” dedim.
Bizim evden ilçe üç saat ilçeden de köy kırk beş dakika kadardı.
Ben hiç durmadım ilçeye kadar, karım yan koltukta hep dışarıya baktı. Aksu, birkaç kez konuşmayı, duygularını ifade etmeye çalıştı, ben de annesi de konuşmayınca o da sustu.
İlçede, bir bakkalın önünde durdum. Halama bir şeyler aldım. Olur a, karım da annesine, babasına uğrar (uğrarız) belki diye onlar için de bir şeyler aldım ihtiyaten.
İlçeden köy yoluna girince, tarifi güç duygulara kapıldım. Son geldiğimde yollar topraktı ve dardı. Şimdi hem genişletilmiş hem de asfaltlanmış
İşte o köprü… Hala yerinde…
İşte o dev ağaç. Yaşı en az yüz elli imiş. Gene ziyaretçisi var.
Şu çeşmeyi de hatırladım. Suyu kesilmiş…
.Gözlerim hem yolda, hem çevremde, hem kızımda, hem karımda.
Radyoyu açtım… Yani, olacak iş mi şimdi bu… Bitlis’te beş Minare çalmaya başladı; kapatamadım da… Sena ağlıyor.
Dikiz aynasından kızıma bakıyorum, empati kurmaya çalışıyor annesiyle. O da değişik duygular içerisinde…
Bir köpek… Aracımızı düşman olarak mı gördü ne, üzerimize üzerimize gelerek var gücüyle havlıyor, biraz gaza basıyorum, arkamızdan koşuyor, biraz daha gaza basıyorum, korkutup kaçırdım diye seviniyor belki de… Takibi kesiyor…
Yanımızdan bir traktör geçti, belki hep öyle yapıyor, belki bugün bayram ya, kendilerimce el salladılar, kornaya bastılar; bayramımızı kutladılar kendilerince.
Korna çaldım, el salladım…
Köyümün ilk evleri göründü…
Doğrudan mezarlığa mı gitsem, halama uğrayıp onu da mı alsam giderken, cesaretimi toplayıp, köye girmeden, belki de şimdi, karıma “ annenlere uğrayalım bir… “ desem mi?
Gözlerim karımda… Ağlamıyor… Nerelerde?
Haydi be kızım, benim yapamadığımı sen yap “ Dedemlere uğrayalım de…” ; “ Anneannemi merak ediyorum de…” Keşke tembihleseydim.
Köye girdik. İlk ev, ilk evin önünde yaşlı bir kadın, bu da kim ola ki bu da kimlerden ola diye bakıyor bize…
Yol kenarındaki otlar sararmış.
Biraz ötemizde bir ev beyaz kireçli, yeni badana yapılmış belli.
Halamın evi mezarlık yoluna dönmeden. Kalbimin atışını kızım duyuyor mu bilmem. Arabayı durdurdum. Biraz yürümemiz gerekiyor. Arabadan indik. Heyecan son haddinde… Karım ve kızım arabanın yanında. Halamın evinin önündeyim. Kapıyı vuruyorum. Bir, iki, üç… Açılmıyor. Sağıma soluma bakıyorum. İşte yan taraftaki evlerden bostanında bir kadın. İki büklüm. Bir şeyler yapıyor. Beni fark etti. Gel gel diye işaret ediyorum. Aaa, bu. Mualla teyze. Hala yaşıyor… Zar zor gelirken ben de yanına gidiyorum. Elini öperken dikkatli dikkatli bana bakıyor. Çıkartmaya çalışıyor. Adımı söylüyorum, kimlerden olduğumu söylüyorum, anımsıyor seviniyor. Göz ucuyla karıma kızıma bakıyorum, dikkatle nefes nefese bizi takip ediyorlar.
— Halam nerelerde, diyorum.
Duymakta zorlanıyor.
Sesimi yükselterek ve kulağına doğru eğilerek sualimi yineliyorum, anlıyor; anlatıyor.
Üç sene evvel rahmetli olmuş.
Bir halamın evine, bir Mualla Teyze’ye bakıyorum. İçim karmakarışık. Saniyeler içinde, defalarca halamla geçirdiğimiz dakikalar gözümüm önüne gidiyor, geliyor.
Gözü, arabaya, karıma kızıma kayıyor.
— Karın mı, diye Soruyor, Cevap vermeme fırsat vermeden de belki gerçekten tanıdığından belki de tahmin ettiğinden haberi veriyor.
— Babası öldü. Anasını da köylü geçen ay hastaneye kaldırdı.
Gayri ihtiyari karımla kızıma bakıyorum. Kızım etrafı seyrediyor. Karım gözlerini bize dikmiş. Dudaktan okuma eğitimi var, büyük bir olasılıklı dudaklarımız okumaya çalışıyor, aramızda belli bir mesafe olsa da.
Elimdeki poşeti, Mualla Teyze’nin yanına bıraktım, halama getirmiştim ama dedim. “Sana nasipmiş”. Sarıldım. Oda bana sarıldı. Elini öptüm. Yanından ayrıldım.
Olabildiğince ağır adımlarla bizimkilere doğru yürüdüm. Babasının öldüğünü, annesinin de hastaneye kaldırıldığını nasıl söyleyebileceğimi kurgulayabilmek için vakit kazanmaya çalışıyordum ama aramızdaki mesafe ne kadardı ki?
Karım, dudaklarımızı okumuş ama emin değil.
— Halan da, babam da ölmüş değil mi dedi?
Ağlamamak için bir taraftan kendimi tutmaya çalışıyor bir taraftan da Allah’a dua ediyorum Konuşmaya çok seven kızım, birkaç ötemizde ilk defa gördüğüm değişik yüz ifadesi ile bizi izliyor.
— Annem de mi ölmüş?
Neyse iyi bir haber verebileceğim.
— Geçen ay hastaneye kaldırmış konu komşu.
— Eeeee?
— Öyle işte.
— Ölmüş mü?
— Öyle bir şey demedi. Duyulsaydı söylerdi.
— Geri mi gelmiş?
— Öyle bir şey de söylemedi.
— Ya?
— Hastaneye kaldırmışlar işte. . Demek ki hala orada?
Durum üzerine binlerce olasılık üretmek mümkün ama o olasılıklardan hangisi hakikat meçhul.
Birimizin haydi deyip noktayı koyması gerekiyor bu duruma, ben diyorum.
— Haydi arabaya geçelim…
Arabaya biniyoruz. Arabayı çalıştırırken karım soruyor?
— Ne yapıyoruz?
— İlçeye gidelim… Hastaneye bir bakalım diye düşündüm ama… Muhtemelen oraya kaldırmışlardır.
Önce babamın mezarına gitseydik demek istiyor mu acaba. Ben de teklif edemiyorum. Arabanın motoru ısınsın havasına girerek, belki bir şey söyler diye arabayı hareket ettirmiyorum. Söylemiyor.

Buradalar mı gittiler mi, öldüler mi kaldılar mı bilmediğimiz birkaç akraba var ama…
Kabristana gitmeden geri dönüyor, ilçeye varıyoruz. Hastanenin epeyce bir uzağında arabamı durdurdum, siz burada da biraz durun, bir arkadaşa uğrayıp geleceğim diye arabadan indim. Gözden kaybolacak kadar gidip bir taksiye bindim, hastaneye gittim.
Allah devlete- millete zeval vermesin sözünün manasını hastaneye gidince öğrendim.
Hastanedeydi, hayırsever birkaç kişi tarafından yatırılmıştı, devlet hiçbir beklenti olmadan hayatta tutabilmek için çaba sarf ediyordu, parası pulu var mı, buna birileri sahip çıkmazsa demeden.
Devlet adını verdiğimiz kurum, kayınvalidemi kucaklamış, görevlileri aracılığıyla yaşatmak için tüm olanaklarını seferber etmiş. Geçmişten günümüze gelen “ Allah devletimize zeval vermesin” in manası bu olsa gerek. Ama iyi ama kötü, devlet sahibi olmak ne büyük nimet…
Karıma, durumu anlattım geri dönünce. Annesini hastanede olduğunu, aylardır komada yattığını, doktorların “ bekliyoruz… “ dediğini.
“ Görmek ister misin? “ diye nasıl söyleyebilirim ona.” Dönelim mi” diye nasıl derim?
Gözlerim gözlerimde, gözleri gözlerimde, kızım nefesini tutmuş bizi izliyor
Karım, balmumundan bir heykel gibi.
Kızım, ne desin ki? Donmuş kalmış…
Haydi, be hanım, bir şeyler söyle… Bu yükün Altına sokma beni…
— Haydi bir bin arabaya, binin, diyorum. Biniyorlar.
Sırf tepkisini ölçmek için karımın, hastanenin önünden geöiyorum, karım tepkisiz, hastanenin önünden geçip şehir yoluna giriyorum, karım gene tepkisiz.
Bu yükü bana yüklemeye hakkınız var mı?
Gözlerim kızımda, o da tepkisiz.
Konuşmaktan başka çarem yok, sinyal verip sağa yanaşıyorum. Karım da arkada oturuyor. Tüm cesaretimi toplayıp:
— Hastaneye uğrayalım mı, diyorum. Sesimin titrediğini ben bile hissediyorum Sonra bana öyle böyle demeyin.
Dikiz aynasından arkaya bakıyorum. Karım donup kalmış adeta.
Birden aklıma başka bir alternatif geliyor:
— O zaman diyorum, hastaneye gidelim bir, yani idareye telefon numarayı bırakayım… Bulunsun diye hani…
Tepki yok… İnsan bu kadar mı çaresiz kalır?
Şehre doğru sürüyorum arabayı, karımdan da kızımdan da “ hastaneye uğrayalım “dite bir söz yok.
Uygun bir yerden geri dönüyorum, biraz sonra da durduruyorum arabayı “ Niye döndün? Niye durdun?” diyen yok.
Arabadan yavaşça iniyorum. Hastaneye doğru yürüyorum. Biraz gidince görüyorum ki karımla kızım da beş on metre arkamdalar. El ele tutuşmuşlar.
Gerekli izinleri alıp kayınvalidemin yattığı odanın kapısına varıyorum.
Karımın derin derin nefes alıp hissediyorum.
Yavaşça kapıyı açıyorum
Kayınvalidem, yatakta kendinden geçmiş bir vaziyette öylece yatıyor. Oda teniz, yatak temiz, Allah devletimize zeval vermesin dedikleri bu olsa gerek. Evde olsa, bakacak kimsesi de yoksa… Düşünmek bile ürkütücü…
Saliseler asır gibi uzun. Karım, annesinin yanına yanaşıyor. Hafifçe eğilerek, benim de zor duyacağım bir sesle sesleniyor:
— Anne!
Bir daha sesleniyor.
— Anneciğim.
Gözyaşlarına boğulacağını sanıyordum ama ağlamıyor.
Biraz daha eğiliyor, annesine. Sesi titriyor:
—Anneciğim.
O ne, kayın validem kımıldandı. Bana mı öyle diyeceğim ama hafifçe gözlerini de açıyor.
Karıma bakıyor ama tepkisiz. Ne geçmez saniye bunlar.
Karım, biraz daha eğiliyor annesine:
— Anneciğim…
Hayır, yalanım yanlışım yok. Belli belirsiz bir gülümseme kayınvalidemin yüzünde. Karımı tanıdı.
Tüm gücünü toplayarak kızına dokunmaya, sarılmaya çalışıyor.
Karım, nasıl davranacağını bilemiyor. Annesinin elini tutuyor.
— Anne…
Kayınvalidemin gözleri, başı; dudakları yanaş da bir öpeyim der gibi.. Karım biraz daha eğiliyor , incitmeden başını hafifçe kaldırıyor annesinin , annesinin kıpırdayan dudaklarına yanağını yaklaştırıyor.
Kayınvalidemin, gözleri dolu dolu olmuş. Bir aralık bana da bakıyor. Tutabildiği kadar sıkı karımın ellerinden tutuyor.
Kızım daha fazla kapının önünde duramamış. İçeriye girmiş. Elimin birini tutmuş, hiç görmediği anneannesine bakıyor.
Ve…
Karım bir an bize dönüyor. Belki doyasıya ağlayacak. Belki de annesine bizim işitmemizi istemeyeceği bir şeyler söyleyip rahatlayacak.
Benden önce kızım davranıyor. Tuttuğu elimi sıkıyor. Kulağıma eğilip:
— Anneannemle biraz yalnız kalmak ister mi ki, diye soruyor.
Karım, kızının benim bile zor duyduğum sözleri duymuş. . Bize dönüyor.
— Lütfen, diyor.



GÜZEL SÖZ:
Kuru karışık ağza, kuru söz kulağa yakışmaz
KAŞGARLI MAHMUT

20 Ağustos 2011 Cumartesi

KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM Mİ?

NAMAZ: Müslümanların dini kurallara göre yapmak zorunda oldukları bir ibadet, salât.
SÜNNET: Müslümanların uyması gerekli sayılan davranış, Hz. Muhammed’in söylediği söz
FARZ: Müslümanların, mazeretleri olmadıkça yapmak mecburiyetinde oldukları ibadet
KIBLE: Kâbe’nin bulunduğu yer ( Mekke’de)
TEKBİR: Allah’ın büyüklüğünü anmak için söylenen ve “ Allahuekber” sözü ile başlayan dua.
İFTİTAH: Açma, başlama
KIYAM: Namazda ayakta durmaya verilen ad
SECDE: Namaz ibadetini yerine getirirken, alnı, el ayalarını, dizleri ve ayak parmaklarını yere getirme durumu
RÜKÛ: Namazda elleri dizlere dayayıp öne doğru eğilme
ORUÇ: Allah’a ibadet etmek için yemek ve içmek gibi bazı davranışlardan belli bir süre uzak durma
SÜCUD: Secde etmek
EKBER: Çok büyük
İMSAK: Oruca başlama anı, bir şeyden, nefsine hâkim olarak el çekme
HAMT/d: Allah’a şükretme
SALÂT: Hz. Peygamberin ismi anıldığında ona saygı göstermek için okunan dua
İBADET: Bir dinin emirlerini yerine getirme
NEFİS: öz varlık


GÜZEL SÖZ:
EY ALLAH’A SIĞINAN KİŞİ, SABAH KÜÇÜK DİRİLMEDİR. BÜYÜK DİRİLMEYİ ONA GÖRE DÜŞÜN.
( HZ. MEVLANA )

19 Ağustos 2011 Cuma


İNGİLİZCE/TÜRKÇE KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM Mİ?


FİT: Uygun, yaraşır
HAND: El, kuvvet
BULL: Boğa
BİT: Biraz, küçük
SORE: Acı veren
GATE: Kapı, giriş
QUİCKER: Çabuk
BY: İle yanında
MIND YOU: Şunu da söyleyeyim
COWMAN: Sığırtmaç
COW: İnek
PRATE: Gevezelik
MUST : -MELİ/-MALI, ŞART
BE. Olmak, bulunmak

GÜZEL SÖZLER:

Bilmemek ayıp değil sormamak ayıp.

ŞAHSİYETİ OLMAYANIN HİÇBİR ŞEYİ YOKTUR.
( Necip Fazıl Kısakürek )

GÜZEL TEKERLEME:

Bu evi yıkıp yapsak da mı otursak, yoksa yıkmasak onarsak da mı otursak.




18 Ağustos 2011 Perşembe

FELSEFE

Hiçbir şey
Her şeyse
Her zaman
Her saattir.
Her gün
Her yılsa
Her an
Bu andır…

Hoş geldin güzel ise
Hoş bulduk muhteşemdir
Gülümseyen bir yüz güven ise
Kahkaha atana ne demeli?

Her şey her şey ise
Birkaç şey
Hiçbir şey de olabilir
Her zaman,
Her şeyde olabilir
Bazı zaman

Dün dünde kaldı,
Gün bugünkü gündür…

***

GÜZEL SÖZ:

Şu dünyayı dolaştım giymedim başıma taç
Ne zengini tok gördüm ne fakiri aç.
Hz. MEVLANA

17 Ağustos 2011 Çarşamba


D E D İ L E R…


Muhtelif zamanlarda, muhtelif kişiler Metin Bey’in misafiri olmuşlardı. Metin Bey rahatsızlığından bahsetmişti onlara, onlar da Metin Bey hakkında düşündüklerini söylemişlerdi başka zamanlarda başka başka kişilere...

— Ölmedi gitti şu adam, dedi Fuat Bey.

***

Murat Bey:

—Gerçekten de rahatsız, dedi. Rahatsızlığının pek de iyi olmadığını söyledi ve de ekledi: “Bir şey de denilmiyor ki.”

***

Fevziye Hanım:

—Aslında pek bir şeyi yok, dedi.”Kafasına takmış da ondan öyle ... Bir zamanlar bende öyleydim.”

***

Cumhur Bey gayet ciddi:

—Bu böyle olmayacak, dedi. Her ne kadar doktora moktora gitmem diyor ama ben emri vaki yapacağım. Çaktırmadan Doktor Bekir Bey’i alıp gideceğim evine bir gün. Ne de olsa arkadaşımız.

***

Fırat Bey:

—Sanki onun hastalığını dinlemek için gittik oraya, dedi. “Zavallı” dedi. Acıdı ona...

***

Abdullah Bey:

—Gittiğimiz pekiyi oldu, dedi.”Anlattı, anlattı da açıldı biraz.”Zavallı” dedi. Acıdı Metin Bey’e

***

—Eskiden de böyle idi dedi Feruze Hanım Murat Bey için.

***

—Eskiden bu böyle değildi dedi Ayten Hanım Murat Bey için.

***

— İçki, kumar, kadın onu bu hale getirdi, dedi Temel Bey.

***

—İçki içmez, kumar oynamaz, kadınlarla arası iyi değildir... Helâlliğinden başla kadın eli değmemiştir eline, buna rağmen, dedi Serhat Bey.

***

Müge Hanım:

—İçine çok kapanık, dedi ve devam etti ”Her şeyi içine ata ata bu hale geldi. Bir zamanlar Abdurrahim Bey diye biri vardı, aynen Metin Bey gibiydi.”

***

Neşe Hanım:

—Adam yırtığın biri, dedi Metin bey için! Delisi dışında, böyle adam hasta olmazda ne olur?

***

Uygur Bey:

—Kaç kere söyledim arkadaşlara, bilirler, dedi.”Biraz olsun kendine bak, ye, iç, hasta olacaksın sonra dedim... Dinlemedi... Ben haklı çıktım maalesef...

Etrafında insanlar vardı Uygur Bey bunları söylerken. Gururla onlara baktı...

***

İbrahim Bey, Metin Bey hakkında konuşan bir arkadaşından, onun ağzından aldı lafı:

—Artık, tıbben bile kabul edilmiştir ki, aşırı beslenme de yetersiz beslenme kadar zararlıdır ve tehlikelidir...

***

Murtaza Bey, esnedi, gerindi, Ferruh Bey ondan bahsetmeye başlayınca:

— Bırak Allah’ını seversen, Ben ondan çok rahatsızım, dedi.


***



GÜZEL SÖZ:
Şeytanla kabak ekenin kabak başına patlar.

16 Ağustos 2011 Salı


HATIRLAYABİLDİK Mİ?

( Harfler karışık verilmiştir)

1- “ANNA KARANİNA” İSİMLİ ROMANIN YAZARI KİMDİR?

Y-0-S-L-T-T-O


2- BİR İNSANIN ÖLÜMÜNÜN AKABİNDE ÖKEN İNSANIN ACISINI ANLATMAK İÇİN OLUŞTURULAN ŞİİRE VERİLEN AD NEDİR?

Ğ – I – T – A

3- BİR ANADİLİN BİR ÜLKE İÇERİSNDEKİ DEĞİŞİK YÖRELERDEKİ YÖRESEL SÖYLEYİŞ FARKLILIKLARINA NE AD VERİLİR?

Ğ – I- A – Z

4- ÖZEL ADLARI KENDİSİNDEN SONRA GELEN ÇEKİM EKLERİNDEN AYIRMAK İÇİN KULLANILAN NOKTALAMA İŞARETİNE NE DENİR?

F- R- P-A-O-S-T-0

5- DÜZGÜN VE YERİNDE SÖZ SÖYLEME SANATINI HANGİ KELİME KARŞILAR?

A-T-A-L-G-B-E

6-ÖĞRETMEK GAYESİ İLE YAZILAN EDEBİYAT ESERLERİNE NE DENİR?

K-T-K-D-A-İ-D-İ-K

7- İKİ KİŞİNİN KARŞILIKLI KONUŞMASINI İFADE EDEN KELİME HANGİSİDİR?

G-D-Y-İ-L-A-O

8- BAŞTA PEYGAMBERİMİZİ VE DEVLET BÜYÜKLERİNİ ÖVMEK AMACI İLE YAZILAN ŞİİRLER NE AD VERİLİR?

D-İ-K-A-E-S

9- İLK PSİKOLOJİK TÜRK ROMANIN İSMİ HANGİSİDİR?

Y-E-L-L-Ü

10- Fenler, ilimler zenginliği(hazinesi) manasına gelen ve Türk edebiyatında bir devre adını veren edebiyat akımının adı.
S-R-E-İ-Ü-Ü-E-V-T-F-N-N





CEVAPLAR:

1-TOLSTOY
2-AĞIT
3- AĞIZ
4- APOSTROF
5-BELAGAT
6-DİDAKTİK
7-DİYALOG
8-KASİDE
9- EYLÜL
10- SERVET-İ FÜNUN

14 Ağustos 2011 Pazar

KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM

MÜDERRİS: Medresede, camide öğretmen, ders veren profesör
MEDRESE: Eski dilde fakülte
TERENNÜM: Güzel şarkı söyleme
MUHAVERE: Söyleşme
TALİM: Öğretim, alıştırma
TERBİYE: Eğitim
ZİLLET: Aşağılanma, hor görülme
İSTİKLAL: Bağımsızlık
MANDA: Birinci Dünya Harbi’nden sonra bazı ülkelerin kendilerini yönetip bağımsızlıklarına erişinceye kadar bazı ülkelere vekillik verme
YEİS: Umutsuzluktan doğan üzüntü, karamsar olma
ATİ: Gelecek
DERGÂH: Dervişlerin toplandıkları mekân, tekke
KIYAM: Ayağa kalkma, ayakta durma
ÜSTAT: Bir alanda üstün bilgisi olan
HINCAHINÇ: Ağzına kadar, tıka basa
KÜBRA: Çok büyük
AĞYAR: Başkaları
MÜESSİR: Dokunaklı, etkili
FÜSUN: Büyü
Öğretim: Tedrisat, belli bir amaca göre bilgi verme işi
Eğitim: İnsanlara, önceden saptanmış amaçlara göre bilgi vererek davranışlarında değişim yaratma çabası
İsmet: Dürüstlük, temizlik
Fecir: Güneş doğmadan önceki karanlık
Grup: Küme
Gurup: Batış, gök cisimlerinin ufkun altına inmesi
Ufuk: Gök ile yerin birleşir gibi göründüğü yer
Cuk oturmak: Söylenen bir sözün, yapılan bir davranışın amacına uygun tam yerinde olması
Artı güç: Sinerji, bir işi yapmak ve başarmak için duyulan istek
Celal: Öfke, kızgınlık


12 Ağustos 2011 Cuma

DOSTU SEVGİYDİ
Dövmek, sövmek ve akabinde
Her şey süt liman gibi
Ama o zoru seçti.
Dostunu sondu
Gücünü kullanıp “höt!” diyeceğine
Dinledi, anlattı, sabretti
Eksilerini de kabul etti artılarını da
Saygıyı esas aldı
Ama gene de dediyse karşısındaki:
“Uzatmıyorum dostluk elimi sana
İnsan değilsin benim için.”
“Eyvallah !”dedi
Yumruğunu tepesine indirmeyi hiç düşünmedi
Başa döndü: Dinledi
Çünkü dostu sevgiydi.

11 Ağustos 2011 Perşembe

PERŞEMBENİN GELİŞİ

Cırcır böceği ile karınca hikâyesini çoğumuz biliriz. Mekteplerde okutulur, anne babalar da anlatır. Hülasa etmekte fayda var: Cırcır böceği yarını fazla düşünmeyen ve de gününü gün eden bir varlık… Özellikle yazın, edebiyatımızda da çoğu zaman gençlik yılları olarak addedilir, sürekli şarkı söyler, oynar.. Karınca ise çalışır kış için ( edebiyatımızda yaşlılık günleri olarak addedilir) hazırlık yapar. Ve göz açıp kapayıncaya kadar da kış gelir. Cırcır böceği de çaresizlik içerisinde karıncanın kapısını çalar “ Aman der, bana biraz yiyecek biraz da yakacak. ” Ne kadar etiktir tartışabilir ama karıncanın cevabı mealen yürek yakan cinsindendir:
“ Yazın, ben çalıştım sen yattın dostum. Aklın sıra hoşça vakit geçirdin şimdi de zorca vakit geçir bakalım. Benden sana zırnık olamaz. Ektiklerini biç.
Çevrenize şöyle bir bakınız pek çok cırcır böceği vardır:
Mesela O Bey ya da Şu Hanım. Çalışırlar kazanırlar karınca kararınca fakat bu kazancın sürekli olacağını sanırlar ve de köşeye üç beş kuruş atmazlar kış günleri için. Vur patlasın çal oynasın hayat felsefesidir onlar için. Amma velâkin keser döner sap döner misali işler ters gitmeye başlar günün birinde. Ve atalarımızın o güzel sözü akıllarına gelir: Sakla zamanı gelir zamanı… Sakla samanı gelir zamanı da, onlar o samanı saklamadıklarından bin pişmandırlar artık. Ve de iş işten geçmiştir, son pişmanlık fayda etmemektedir.
Mesela şu ya da bu talebe. . Onlar için okul hoşça vakit geçirme mekânıdır. Nasıl olsa öyle ya da böyle sınıfı geçeceklerini ya da geçirileceklerini bilirler. Onlar için Ayşe’nin belli bir amacının olması, Fehmi’nin bilgi heybesini doldurma çabası içinde bulunması bir anlam ifade etmez. Okul bulamadıkları öğretmen bulamadıkları ya da aileleri okula göndermediği için sınıf atlayamayacak pek çok yaşıtı olduğunu akıllarının uçlarına bile getirmezler okulda oldukları sürece. . Onlar için zamanın bir kıymeti yoktur, onlar için mektep dalga geçme yeridir. Hele hele sınıfında kendi gibi düşünen birkaç kafadar buldularsa öğretmenlerini üzmek, arkadaşlarının eğitim görme haklarını ellerinden almak, ailelerini çaresiz bırakmak onlar için bir zaferdir (!) adeta. Sen, istediğin kadar onlara cırcır böceği ile karınca hikâyesini anımsat bir kulaklarından girer ötekinden çıkar.
Ve gün gelir ekilenler biçilmeye başlar.
Bilgi almayı değil de sınıf geçmeyi erek edinenler iş için imtihana girer imtihandan çıkar ana aldıkları puan istenilenin altındandır. Okulda aldıkları şişirme notlar onlara bir şey kazandırmamaktadır.
Evet, okulda ıslık çalmışlar oynamışlar, dalga geçmişler, okullarının ve eğitimcilerinin kıymetini idrak edememişler alınması gerekli bilgileri önemsememişler böyle olduğu için de
umduklarını değil ektiklerini biçmeye başlamışlardır artık. Onlar için söylenecek tek şey belki de geçti Bor’un pazarı sür eşeğini Niğde’ye atasözümüzdür.
Ve onlar muhakkak ki yeterli eğitimi göremeyen biriyle karşılaştıklarında onlardan duyacakları “ Bizim oralarda okul yoktu öğretmen yoktu, çok istedim ama ailem okutmadı” sözleri içlerini bir başka acıtacak “Bizim vardı ama kaç para…” pişmanlığını yürekten hissetmelerine sebep olacaktır.
Pişmanlık, insan hayatının her aşamasında öyle ya da böyle vardır. Atasözleri bu bap da da kendilerinden sonra gelecek kuşak için yol göstericidir. Son pişmanlık fayda etmez diyen atalar, zararın neresinden dönersen kar da demişlerdir.
Haddizatında perşembenin gelişi çarşambadan belli olmaktadır. Bunun içindir ki bugünün insanları yarınlarda bugünkü büyükleri için, “ Söyledikleri her şey doğruymuş, söyledikleri bir bir çıktı” demekte ve onların söylediklerini önemsemedikleri için çoğu kez pişmanlık duymaktadırlar.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

KELİME HAZİNEMİZİ ZENGİNLEŞTİRELİM:

Hazret: Yüce kabul edilen kimselerin önüne getirilen saygı sözü, bir kişinin küçümsendiğini anlatan bir söz ( mecazi anlamı)
Gırla gitmek: Sürüp gitmek
Ekin: Kültür
Cedide: Yeni
Mırın kırın: Nazlanma
Ait: ilgili, ilişik
Aitlik eki : - ki eki.
Nemrut: Yüzü gülmeyen, acımasız
Çakma: Taklit, sahte
Mecaz: Bir kelimeyi gerçek anlamının dışında kullanma
Yahşi: Çok güzel, iyi
Ek-fiil: İsim soylu kelimeleri yüklem yapmaya yarayan ek halindeki “ imek” fiilidir
Sintine: Kayıklarda kıçaltında biriken kirli su, Geminin içindeki en alt bölüm, gemilerdeki her türlü pis su
Çantada keklik: Elde edilmesi kolay
Sert kayaya çarpmak: Hesapta olmayan bir zorlukla(zorluklarla) karşılaşmak
Feleğini şaşırmak: Beklemediği durumlarla karşılaşmak, ne yapacağını bilemez hale gelmek
Konteyner: Taşımalık, yük taşımaya yarayan büyük metal kasalar
Zibidi: Yaramaz, yersiz davranışlarda bulunan
Karine: Bir şeyin anlaşılmasını sağlayan ipucu, belirti, aksi kabul edilinceye kadar doğru (öyle) olduğu kabul edilen
Hergele: Terbiyesiz, görgüsüz
Kerata: Küçüklere sevgi ile söylenen sitem sözlerden biri
Babacan: Hoşgörülü, güvenilir, iyi kalpli
Empati: Bir insanın kendisini bir an için başkasının yerine koyma, duygudaşlık
Halel getirmek: Zarar vermek
Paye: Rütbe, aşama

9 Ağustos 2011 Salı

EMPATİ

Ne yalan söyleyeyim
Zibidi ile işim olmaz benim sözü
Gücüme gitti
Geçen gün de nemrut demiş benim için
Halamın oğluna
Büyüğümdür, saygıda kusur etmek istemem ama
Hiç olmazsa bu rahmet ayı Ramazanda,
Kendini benim yerime koyarak
Zibidi, nemrut, hergele yerine
Kerata deseydi de bana,
Kendisine layık görülen
“Babacanlık ” payesine halel getirmeseydi.

8 Ağustos 2011 Pazartesi


MUAMMA

Gıdım gıdım mı geldi gümbür gümbür mü?
Yoksa gitti mi idi geldiği gibi
Hülya ile
Rüya ile
Ütopya mıydı sevgi miydi o sahi
Ümit mi idi idare lambası ile örtüştürülen ne
Halıya yansıyan el emeği mi olacaktı
Onun sevgisi
“Gergef ile işlenen bir mucize mi?”
Yoksa
Mucize geri gidip gözler kopuzu düşleyerek
Bağlamanın tellerinden tezene ile
Birilerini alıp diyar diyar gezdirecek name miydi?
Dolu altında şemsiyesiz dolaşan derviş
Nobel ödüllü yazarı okurken
Kısa saplı bağlama sesi
Uzun saplı bağlama sesini mi aratacaktı
Yoksa geçmişe yolculuk yapıp bir ati mi yaratacaktı def
Yanıtsız sualler keyiflendirecek miydi onu hala
Yoksa teşbihte hata arayıp
Tövbe yarabbi diyene
Klasik müzik mi çalacaktı
Yüreği…

7 Ağustos 2011 Pazar

MESELÂ ÜLKESİ

Bir varmış bir yokmuş. Pek çok ülkenin de var olmadığı bir gezegende hakiki adı bile unutulan ama “Meselâ Ülkesi” olarak anılan bir ülke varmış. Adı nereden gelmiş, nasıl konulmuş pek de bilen yokmuş
Bu meselâ ülkesinin bir evinde soğuk bir kış günü pek çok evde olduğu gibi bir bebek dünyaya gelmiş. Adını Meselâ koymuşlar. Günler haftaları, haftalar ayları aylar yılları kovalamış meselâ bebek büyümüş yetişkin bir insan olmuş.
Bir gün bir öğle yemeği sonrasında Meselâ, annesine:
— Anne, demiş. Ben evlenmek istiyorum artık. Babamla konuş, ondan olur al.
Anne, bu muştuya sevinmiş. Canından çok sevdiği oğluna ”Tamam, babanla akşam konuşurum.” dediyse de akşamı bekleyememiş. Hemen, kaşla göz arasında kocasını aramış, pür neşe içerisinde durumu iletmiş ona. Sonra da onun “olur” ya da “olmaz” demesine olanak vermeden “ Tamam” değil mi demiş.
Baba, birkaç saniye susmuş sonra “ Sen benim yerime ‘tamam’ demişsin zaten” demiş sonra da karısının söz söylemesine fırsat vermemek için “ iyi günler ””deyip telefonu kapatmış.
Babanın tavrı keyfinin kaçırmış annenin. Keşke sadece durumu anlatsaydım sonra da sen ne düşünüyorsun deseydim demiş. “ Tamam değil mi demem, adamı adam yerine koymamak gibi oldu.”
Can sıkıntısını biraz olsun gidermek, üzerindeki moral bozukluğunu azıcık da olsa atabilmek için ocağa bir yemek koymuş Mesela’nın annesi. Dakikaları onunla geçirerek kafasına dağıtmakmış gayesi.
Akşam, her zamankinden neşeli gelmiş evine baba. Karısıyla, oğluyla şakalaşmış. Bir zaman sonra anne, Meselâ’ nın da yardımıyla sofrayı hazırlamış. Sonra da yemek için kocasına seslenmiş. Ondan da, ” Tamam, Elimi yüzümü yıkayayım geliyorum. Siz başlayın.” Cevabını almış. Bu cevabı Mesela ‘da duymuş.
Mesela, hemen ekmeğe uzanmış. Ekmekten bir parça koparmış, fasulyenin suyuna banmış. Bandığı ekmeği ağzına götürürken de annesi ile göz göze gelmiş. Annesinin öyle bir bakışı varmış ki ekmeği ağzına götürememiş. Yavaşça masanın üzerine bırakmış. Sonra da kızgın ama şakaya vurarak,
— Babam ilk lokmayı ağzına alıncaya kadar bu evde yemeğe başlanamayacak mı, demiş.
Annesinin hoşuna gitmemiş oğlunun bu sözü. Bunu sözle de ifade etmiş
- Bu cümlen hayra alamet değil senin.
Mesela, annesinin “ özür” sonrası susacağını bildiğinden,
- Çok acıkmıştım da özür dilerim, demiş.
Babanın gecikmesi de sinirlendirmiş anneyi. Oğluna dönüş:
- Sahi nerede kaldı bu adam, demiş. Bir bak!
Mesela’’ nın hoşuna gitmemiş bu istek.
- Aman anne, gelir şimdi, demiş.
Anne, iç geçirmiş, solumuş. Canı sıkılmış, hem kocasının böyle gecikmesinden hem de oğlunun son zamanlardaki davranışlarından, konuşmalarından.
Anne, Yemek soğuyacak şimdi diye düşünmüş. Sarımsaklı yoğurdu karıştırmış. Sırf konuşmuş olmak için:
- Biliyor musun, demiş. Yoğurt her şeye faydalıymış.
- Sarımsak da öyle, demiş Mesela. Ama kokusu iğrenç. .
Anneyi, kocasının gereğinden fazla gecikerek sofrada onları bekletmesi sinirlendirmeye başlamış.
- Bak aklım babana gitti, demiş Mesela’ya kafasını kapıya doğru çevirerek. “Sarımsak diyecektim yoğurt dedim. Haydi güzel delikanlım, beni kaldırma babana bir bakıver. Yarım saat oldu. Tansiyonu falan mı düştü ne? “
Mesela’da meraklanmış, isteksizce de olsa kalkmış masadan. Mutfağa doğru birkaç adım attıktan sonra da seslenmiş.
- Baba geliyor musun?
Cevap gelmemiş.
Meselâ sesini biraz daha yükselterek gene seslenmiş:
- Baba, duydun mu beni?
Gene ses gelmemiş. Anne, bu durumu hayra yormamış. Kaygısı artmış. Masadan kalkıp hızla dışarı çıkmış.
Çıkmış ama görünürlerde baba maba yokmuş.
Meselâ ile annesi, iyice telaşlanmışlar bunun üzerine. Seslenmişler, bağırmışlar, hiç olmayacak yerler dahi, köşe bucak her yeri aramışlar. Aramışlar ama nafile. Baba yokmuş. Dışarı çıkmışlar; sağa sola bakmışlar; konu komşuya sormuşlar, yok. Sanki yer yarılmış da yerin dibine girmiş baba.
Bir saate kalmamış, Meselâ’ nın evi eş dost ve meraklılarla dolmuş. Her kafadan bir ses çıkmaya, her kafadan bir yorum yapılmaya başlanmış.
Mahallenin görmüş geçirmiş Aksakallı Dede’ si ile muhterem eşleri de teşrif edince Meselâ’ nın evine, herkes susmuş. İğne atılsa onun sesi duyulacak kadar sükûnet olmuş.
Hemen, Aksakallı Dede’ ye çay ve çayla beraber atıştırabileceği bir şeyler gelmiş. Herkes kulak kesilmiş, pür dikkat olmuş. Aksakallı Dede, gayet sakin bir şekilde, zaman zaman da eşine iltifatlarda bulunarak ikrama icabet etmiş, çayını yudumlamış ikram edilenlerden birkaç lokma almış.. Getirene, götürene, yapana ve onların geçmişlerine dua etmiş. Oradakiler de hep birlikte “âmin!” demişler.
Aksakallı Dede zamanın uygun olduğunu düşündüğü bir anda, evin annesine dönmüş:
- Anlat bakalım, demiş. Ne oldu?
Evdekilerden bazıları annenin anlatmasına olanak bırakmamışlar. Alelacele, bazen tek bazen topluca olup bitenleri duydukları kadarıyla, bildikleri kadarıyla anlatmışlar. Aksakallı görmüş geçirmiş dede, meseleyi anlatmak isteyenlere kızmamış. Sözlerini kesmemiş. Onların söyledikleri bitince de nazikçe tekrar anneye dönmüş:
- Birde senden dinleyeyim bakayım, demiş.
Meseleyi anlatmaya çalışanlardan bazıları bu duruma bozulmuş. Surat asmışlar. İçlerinden biri bununla da yetinmemiş, duygusunu sözle de ifade etme gereği duymuş:
- Aynen bizim anlattığımız gibi olmuş olay. Bize inanmıyor musunuz Dede?
Aksakallı Dede, sakalını sıvazladıktan sonra gülümsemiş:
- Size inanıyorum da, niçin ilk ağızdan dinlememe müsaade etmiyorsunuz onu anlayamıyorum.
- Biz anlattık ama. Suzan kadın bize ne dediyse biz de size söyledik.
- Muhakkak ki öyledir. Ama Suzan kadın burada. Allah’a binlerce şükür ki olanları da anlatabilecek durumda.
Mekânda kısa bir süre soğuk bir rüzgâr esmiş. Aksakallı Dede, sükûnetten istifade ederek Suzan kadın’ı dinlemiş, sözünü hiç kesmeden, hiç sorgu sual etmeden.
Az evvel duygularını ifade eden kadın, kendini tutamamış Aksakallı Dede’ye dönerek:
- Yalan mı söylemişiz Galip Dede, demiş.
Aksakal lakaplı Galip Dede,
- Estağfurullah demiş. Öyle bir şey söylemedim ben. Böyle ortamlarda sakin olmak gerekir.
Orada bulunan erkeklerden biri araya girmiş:
- Nedir bu olayın sırrı Galip Dede, demiş. Adam sır oldu.
Galip Dede, başını sallamış.
Başka biri lâfa karışmış:
- Yer yarılmış da yerin dibine girmiş kaşla göz arasına, her yeri aradık. Bakmadığımız köşe bucak kalmadı vallahi.
Galip dede, hala gözleri kapalı başını sallamaya devam ediyormuş.
Kapı dibinde ayakta duran biri, davudi sesi ile
- Bize bir akıl ver, ne yapmamız gerekir, demiş.
Galip Dede, karısına doğru biraz yanaşmış. Otuz saniye kadar fısıltıyla her zaman olduğu gibi fikir teatisinde bulunmuş onunla. . Sonra da orta yere,
- Kolluğa haber verildi mi, demiş.
Herkes birbirine bakmış İçlerinden hiçbiri “ evet, verildi.” dememiş.
Galip Dede, mekândakileri bir süzmüş. Sonra da içlerinden birine, Duran’a:
- Jandarmaya bir haber ulaştır sen Duran, demiş.
Duran, önünü iliklemiş, saygıyla eğilmiş ve hemen oradan ayrılmış.
İçlerinden biri, yanındakine dönmüş, Aksakallı Dede’nin de duyabileceği bir şekilde söylenmiş:
- Bunu biz de yapardık ama.
Söz, herkes tarafından duyulmuş. Odada birkaç kez olduğu gibi soğuk bir hava esmiş gene. Bazıları gelecek karşılığı merak etmiş, Aksakallı Dede’ye bakmış.
Aksakallı dede, sessiz kalmak istemiş istemesine de hemen yanında oturanlardan biri ona doğru biraz eğilip:
- Şu terbiyesize bir şey söylemeyecek misin Dede, demiş. Ağzının payını ver ki nerede ne konuşacağını öğrensin cahil.
Oradakilerden biri de lâfa karışmış.
- Bu hep böyle, muhatap almaya değmez.
- Muhatap almaya değmez olur mu? Susturmasan başkaları da kuvvet alır bundan. Mecliste nasıl konuşulacağını bilmeyenler artar.
Aksakallı Dede:
- Atılan her taş alınmaz demiş. Bekleyip görmek gerek bazen.
Aksakallı dedeye söz söyleyen adam, biraz kımıldanmış:
- Verilmedi mi karakola daha haber, demiş.
Sağdan soldan cevaplar gelmiş:
- Gitti ya Dursun.
- Verildi verildi!
- Karakol ne yapacak? Bebek değil ki giden.
- Bebek yapar mı onun yaptığını?
- Sır oldu kademe bastı.
- Ayı mayı yemediyse çıkar şimdi bir yerden.
- Ayıyı da nereden çıkarttın? Ağzını hayra aç.
Son cümleyi sarf eden, Aksakallı Dede’ ye dönerek ona demiş ki:
- Hayır, konuşalım hayır gelsin başımıza değil mi Dede.
- Elbette Şahin. Doğru olan budur oğlum.
- Siz ne düşünürsünüz bu konuda Dede?
- Ne diyeyim. Siz ne biliyorsanız ben de onu biliyorum. Yapabileceğimiz bir şey varsa “ baş göz üstüne” diyeceğiz.
- Elimiz kolumuz bağlı bekleyecek miyiz böyle dede? Bize bir akıl ver.
Son söze destek çıkanlar olmuş, fikrini ifade edenler olmuş değişik köşelerden.
- Evet ya Dede, bir şey söyle de bize yapalım.
- Koskoca adam. Sırra kadem bastı.
- Kaçırmış olmasınlar?
- Amma ettin İsmail. Kim ne etsin onu.
- Ne demek kim ne etsin? Başka bir şey ortada kaldı mı ortada. Var mı başka bir olabilirlik.
- Bakın olabilir bu. Geçen gün cami önünde birileri ile tartışıyordu.
- Gördünüz mü ya… Kimdi Semih?
- Buralı değillerdi. Ben atın üzerindeydim, durup konuşamadım da. Ama bayağı tartışıyorlardı.
Suzan kadını tartışmışlar sözü biraz daha telaşlandırmış. Kendine de hakim olamayarak ağlamaya başlamış. Dövünmeye de başlamış Ve içinden gelenleri söze vurmuş:
- Evet evet onlar kaçırdı kocamı. Aman Allah’ım. Aman, ben ne yapayım şimdi de nerelere gideyim ben. Ya öldürdülerse, ya bir şey ettilerse?
Aksakallı Dede, huzur veren sesi ile müdahale etmiş:
- Suzan Kadın dur hele bir, sakin ol. Adem Ağa, ölçüyü kaçırmaz tartışsa da.
- Başka ne olacak dede. İşte görmüşler. Birden bire yok oldu.
Ve İşte tam bu anda kapı açılıp kapanmış ve de Adnan
- Suzan ana, Suzan ana, diye bağırarak içeriye girmiş.
Adnan’ın aklı kıtmış biraz. Orta yerde durmuş. Etrafına bakınarak :
- Suzan ana kııııız, nereysen çık bir şey diyeceğim sana, demiş.
Suzan ana, hiddetlenmiş:
—Bir sen eksiktin, demiş. Ayağa kalkmış, azarlarcasına:
-Söyle çabuk ne söyleyeceksen, demiş. Adnan’a
Adnan, ellerini çırpmış Suzan Kadın’ı görünce:
— Kocanla barıştık biz, demiş.
— İyi ettiniz, aferin size.
— Birde şey dedi kocan bana. Deyim mi?
— Sonra dersin. Hade git şimdi, benim derdim bana yeter.
Aklı kıt da olsa terslenmek Adnan’ın hoşuna gitmemiş. Suratını asmış. Kendi kendine ama herkesin duyabileceği bir ses tonu ile
- Dediimi yaparsan, seni Meselâ’nın şeyi yapacam seni dediydi kocan, demiş.
Suzan Kadın, laf olsun diye
- Ne yapacakmış, diye karşılık vermiş Adnan’a.
- Onu unuttum da, bana şey dediydi Adem Dayı, git benim karıya söyle…
- Ne zaman dedi?
- İşte, üç beş saat kadar oluyor.
Suzan kadın, bu sözlerine, heyecanlanmış. Orta yere bağırarak
- Durun bir şey diyor Adnan, demiş. Doğruysa da diye eklemiş.
Süer, Adnan’ı pek severmiş.. Onunla zaman zaman şakalaşır, zaman zaman kızdırırdı. Her durumda da onun söylediklerine pek gülermiş.. Neşeli bir ses tonuyla konuşmuş.:
- Gene ne diyorsun Adnan.
Sultan, burnundan soluyormuş. İlginin dağılması elinde olmayarak onu öfkelendirmiş.. Kendine hâkim olamayarak:
- Eğlence arayanlar dışarı çıksın, dedi. Burası düğün evi mi?
Mekânda hava gene soğumuş.. Adnan, kalabalığı yara yara Sultan kadının yanına gelmiş, suratını olabildiğince asarak:
- Adem baba sana bir haber gönderdiydi de onu haber verecektim, demiş.
- Adem baban yok. Adem baban kayboldu.
Adnan, kendi aleminde gibiymiş.
- Adem baba git şeye, haaa, dedi. Sultan’a söyle beni marak etmesin, üç saate kadar gelecem dedi, sonra da sakın unutma diye tembihledi.
Adnan, söylenenileni unutmadığı ve de haberi ilgi kişiye ilettiği için gururlanmış.. Birkaç tane kalan sarı dişlerini göstererek gülümsemiş.
- Ben de unutmadım bak.
- Ne zaman dedi bunları.
- Unutmassan sen, meselâ ülkesine şeyi yapacam da dedi bana.
Misafirlerden Kazım, Adnan’ın söylediklerini ciddiye almamış.. Sinirlemiş de. Bağırarak, eliyle de işaret ederek.
- Atın şunu dışarıya, bir de bununla mı uğraşacağız, demiş.
Adnan’ın yanında genç bir delikanlı varmış.. Biri emir verse de yapsam der gibi duruyordu epey zamandır. Eline fırsatI değerlendirmek istemiş, Adnan’ın kolundan canını acıtacak şekilde tutup itmiş.
- Hade yürü, çık dışarı.
Aksakallı Dede, müdahale etmiş duruma:
- Durun hele bir, demiş.. Bir dinleyelim.
Kâzım:
- Nesini dinleyeceğiz bu delinin Dede, demiş.. Herkes burnundan soluyor zaten.
- Nice deliler bilirim ben, akıllıdır çoğumuzdan, demiş, Aksakallı Dede. Adnan, birini kendisine arka çıkmasına sevinmiş. Yüzü gülMÜŞ , gözleri parlamış.. Dedenin gel işareti ile sağındakileri solundakileri ite ite yanına gitmiş Aksakallı Ded’nin.. Ellerini göğsünde kavuşturmuş, biraz da eğilerek
- Buyur dede, demiş. Emrin mi var bana?
Aksakallı Dede:
- Söyle bakayım bana, demiş Adnan’ a ilgisini göstererek. Bugün mü gördün Adem babanı sen?
- Heee, aşam gördüm.
- Nerede gördün?
Adnan, eliyle “ ötelerde” manasına işaret ettikten sonra,” Yanında Karabaş eniği de vardı” demiş.. Ve de eklemiş Aksakallı Dede^nin gözleri içine bakarak. “Git şey anana de…” dedi.
- Sultan anana mı?
- Haa işte dede, Sultan anana de, yemeklerini yesinler benim ecele gitmem lazım dedi.
- Ama akşam geçeli çok oldu, gece yarısı oldu zaman neredeyse
Adnan, başını öne eğmiş Ağlamaklı olmuş.
- Ben oyuna dalmışım sonra, unutmuşum, dedi kabahat işlemiş ilkokul çocukları gibi.
Aksakallı Dede, sesli düşünmüş:
- Köpeği ile acele bir yere gitmiş belli ama nereye.
Kazım da dedenin yanına kadar gelmiş bu arada. . Sitemkâr ifade etmiş düşüncesini:
- Şunun sözüne mi inanıyorsun dede, uyduruyor.
- Uydurma değil uydurma değil bu da, nereye gitti acaba?
Aksakallı Dede kendi gibi sesli düşünenlerin söylediklerini işitmiyormuş.. Sultan’ı gözlerir ile aramış bulmuş.. Oda ona bakıyormuş sanki:
- Dışarı bir çık da Sultan Kadın, şu köpeğine bir seslen bakalım demiş.
Sultan kadın koşarak dışarı çıkmış.. Onunla beraber birkaç meraklı da çıkmış.Herkes sustuğundan Sultan kadının “ Yetiş…. Yetiş kızım…” sesi odaya kadar gelmiş.. Biraz beklenilmiş. . Sultan kadın bir kez daha seslenmiş , bir kez daha. Sonra da boynunu büküp geri dönmüş.. Aksakallı Dede’nin yanına kadar gelip , çaresiz,
- Yok, demiş.. Kuş olsa uçardı yanıma sesimi duyunca.
Adnan, heyecanlanmış gene. . El çırpmış:
- Dedim ya, dedi. Adem amcayla gitti köpek. Bulamazlar.
Aksakallı, sakallını sıvazlamış, odadakileri kısa süreli süzmüş:
- Öyle gibi gözüküyor demiş.” Bu saatte bir yere gitmez köpek.”
Kazım, aklınca itiraz etmiş
- Kusura bakma ama bazı köpekler gündüz yatar gece gezer dayı. Benimki öyle meselâ
Sultan kadın, gayri ihtiyari Adnan’ın söylediklerine karşılık vermiş:
- Bizimki gece de gündüz de biz götürmedikçe gitmez bir yere . Belli ki bizimkiyle gitti.
Adnan:
- Sizinkiyle gitti, demiş gözlerinin içi gülerek.. Ben dedim işte, demedi demeyin sonra.
Adnan, bu sözlerinden sonra, anlaşılması pek de kolay olmayan bir türkü söyleyerek odadan birkaç kişiye de çarparak dışarıya çıkmış.
Aksakallı Dede, oturduğu yerden yavaşça kalmış. Bütün gözler ona doğru çevrilmiş.
Bir şey demeden kapının dışına çıkmış Aksakallı Dede. Derin derin birkaç kez soluk alıp vermiş. Düşünmüş, olasılıklar üretmeye çalışmış.

Saat Gecenin 04’ü idi.
Abakay Hanım, kapıyı tıklatıp kocasının çalışma odasına girdi:
— Hayrola hayatım bu saatte, dedi. Ne yapıyorsun?
— On ikide kalktım, bir kelime bile yazamadım.
— Olmayınca olmuyor, haydi gel yatağa. Uyuyalım biraz. Yarın işe gideceksin.
— Son masal. Yarın akşama kadar teslim etmem gerekiyor yayınevine.
— Sabah yazarsın, akşam yazarsın. Haydi gel.
— Ne diyorsun sen Abakay. Tıkandı kaldı. Bir aydır bir kelime yazamıyorum. Döşemesini yaptım, az buz gövdesini inşa ettim ama çözüm gelmiyor. Nerede hata yaptım anlamıyorum.
— Sıkma canını. Çay mı yapayım kahve mi sana?
— Kalktığımdan beri bir çay, bir kahve olmuyor.
— Akşama kadar da sancı çekeceksin
— Garip olan ne biliyor musun?
— Ne?
Öğrencilere ödev verdim, bu masalın çözümünü siz getireceksiniz dedim.
— Geçen ay yazmaya başladığın Mesela Ülkesi’mi?
— Evet ya. Yani aslında basit hem de çok basit bir masal ama tıkandı kaldı benim için. İşin garip tarafı ne biliyor musun?
— Ne?
Birden Abakay Hanım’ın dikkatini masanın üzerindeki mor dosya çekti. Çekti çünkü Abbas Bey, mor renkten pek haz etmezmiş.
Atakay Hanım, mor dosyayı göstererek sordu:
- Bu ne?
Abbas Bey, anladı
- Atölye talebelerine tamamlayın diye vermiştim geçen gün de, onlar.
- Seni gidi seni, kopya çekecektin onlardan ha.
Abbâs bey, karısının ellerinden tuttu, sevgi ile baktı gayri ihtiyari güldü.
- Onların yazdıklarını bitirmeden okumayacağım merak etme, dedi.
- Niye, dedi Abakay Hanım. Ellerini kocasının avuçları içerinden çekti. Tahrik edici bir ses tonu ile “ niye” nin gerisini getirdi “ Kendine güvenmiyor musun? Hep demez misin ben iyi bir masalcıyım?
— Beni gaza getirmeye çalışma, dedi Abbas Bey.
Abakay Hanım,
- Müsaade eder misin bir göz atayım şu güzel masalına dedi. Belki bitirmişsindir de sen farkında değilsindir.
Abbas Bey, kâğıtları toparladı ayağa kalktı, hafifçe de eğilerek
— Müsaade etmek ne demek sultanım, dedi. Emrin olur.
Karısı kâğıtları almak üzere uzandığı sırada kâğıtları çekti:
- Ama bir şartla, dedi.
Karısı “ neymiş o şart?” demedi. Kocasının sözünün devamını getirmesi için bekledi. Hoşuna gidecek bir şey söyleyeceğini biliyor en çok da kocasının bu huyunu seviyordu.
Bekledi Abakay Hanım. Şartı bekledi. Abbas Bey, elindeki masal yazılı kâğıtları karısına doğru uzatırken:
- Söylemeyeceğim, dedi. Sürpriz.
- Öyle olsun bakalım, dedi Abakay Hanım.
Kâğıtları aldı. Bak nasıl birkaç dakikada masalını okuyacağım der gibi, gerekli olmamasına rağmen sırf hava atmak için derin bir nefes aldı.
Abakay hızlı okuma eğitimi almış bir kadındı. Bu konuda hayli de iddialıydı.
Dakikalar içerinde sadece adını bildiği masalı okudu. Sonra, “bana bir kalem” ver dedi kocasına.
Kalemi aldı.
- Masalın sonuna bir şey yazacağım, dedi. Bekledi ve ekledi, “ Müsaade var…”
Abakay Hanım, zaman zaman hiç olmayacak şeylere hiç olmayacak tepki verdiğini öğrenmişti kocasının. Masalına yapılacak bir müdahale böyle bir tehlikeye gebeydi.
Aslında Abbas Bey de bu durumun farkındaydı. Bu huyunu pek sevmezdi ama huydu işte. Gerçi yıllar öncesine bakarak epeyce bir kendini bu mevzuda frenlemeyi öğrenmişse de yüzde yüz bitirememişti daha.
Abbas Bey, sevgi dolu bir ifade ile“ Var” dedi.
Abakay Hanım müsaadeyi alınca kocasından büyük harflerle masalı bitiriverdi:

Ve birden gökten yeteri kadar elma düşmüş, biri masalı tamamlayamayan Abbas Bey’in başına, biri masalı bitiriveren iş bitirir Atakay’ın başına, bazıları Abakay Hanım olmasaydı masalı yazan, bu masalı kaldığı yerden nasıl sürdürülebilirdi diye kafa yoranların başına bazıları ben olsaydım masal diye adlandırılan bu yapıtı ben nasıl bitirirdim diyenlerin başına bazıları da şu anda bu masalı okuyanların başına düşüvermiş...

4 Ağustos 2011 Perşembe

GÜZEL SÖZLER:


Ne kadar zengin olsan, ancak yiyebileceğin kadar yersin. Denize testiyi daldırırsan alabileceği kadar su alır, gerisi kalır.
Hz. Mevlana

Bu dünya yaptıklarımızdan yankılanıp, yine bize döneceği bir dağdır.
Hz. Mevlana

Üç şeyi az yapın, bir şeyi çok: Az yiyin, az konuşun, az uyuyun. Çok düşünün.
Hz. Mevlana

Kötülük kapsını aralık etmeye gelmez, ardına kadar açılır.
Cenap Şahabettin

Şaka yoluyla söylenmiş olsa bile akıllı insanın ders almayacağı söz yoktur ama cahilin önünde yüzlerce hikmetten bahsetsen, bu, onun kulağına şaka gibi gelir.
Sadi Şirazi

Başkalarına karşı zafer kazanan kuvvetlidir, kendi nefsine karşı zafer kazanan ise kudretlidir.
Lao-tzu