21 Ağustos 2011 Pazar

ANNE
Ne konuşacaksın ki… Laf lafı açtı; uzun uzun dedemiz Saim’den bahsettik.
Malum, dün hava yağmurluydu. Fırtına da vardı. Ve de dün bayramdı. Yıllardır yüzünü görmediğimiz Okran hemen karşı caddede oturan kayınvalidesi Kevser Hanım’a bayram ziyaretine gitmişler… Kısmet ya, bulamamışlar. Ellerinde küçük bebek de var. Yağmur da bir hayli. Biz akıllarına gelmişiz.
Kapı çalındı, açtık; bir de ne görelim Orkun, karısı, kucaklarında Meltem ve de delikanlılığa adım atmış Akif.
“ Hayırlı bayramlar…”
“ Hayırlı bayramlar.”
Karım, kendilerini hiç görmedi. Tanıştırdım.
Çaylar, kahveler içilirken laf döndü dolaştı eski günlere gitti, konuştuk, bir taraftan da gözleri dışarıdaydı, müsaade istemek için yağmurun dinmesini bekliyorlardı, anladım.
Bir aralık, söz bitti: Okran:
— Bizim kayınvalideyi gördünüz mü İsmail, dedi. Yoktu da…
Samimiyetimiz yoktu. Yolda izde karşılaşırsak kırk yılda bir bazen, merhabalaşırdık.
— Görmedik dedim. Biraz da kinayeli “ Not bıraksaydınız, geldik bulamadık deseydiniz” dedim.
Anlamadı ne demek istediğimi Okran. Saftır biraz zaten. Karısına döndü:
— Hiç aklımıza gelmedi bak bu, dedi.
Karısının aklında ne vardı bilmem, zoraki gülümsedi.
Ertesi sabah pek keyifsiz kalktım. Belirli bir rahatsızlığım da yoktu ama keyfim de yoktu doğrusu. Evin içini birkaç kez dolaştım.
Dün gece pencerenin önüne bir tabure koymuştum. Bir saat kadar üzerinde oturmuş ve de dışarıyı seyretmiştim. Dedem de öyle yapardı. Ona öykünmüştüm belki.
Birdenbire aklıma geldi. Çok da şahit olmuştum aslında. Özellikle sıkıntılı günlerinde, miskinliğin üzerine çöreklendiği anlarda kendini zorlayarak kalkar, abdest alır, namaz kılardı dedeciğim.
Yalan yok, abdest almayalı, namaz kılmayalı yıllar yılı olmuştu. Birden kendi kendime “ ya bismillah İsmail dedim Banyoya gittim, abdest aldım. Fena gelmemişti. Ama abdesti doğru mu almıştım? Aklıma kurt düştü, kütüphanemden bir namaz kitabı buldum, baktım. Doğruydu. Yıllar sonra eksiksiz anımsamış olmam ne yalan söyleyeyim sevindirdi beni. Dedem öğretmişti. Canı rahmet çekti derler ya, Allah rahmet eylesin! Âmin!
Bugün de bayram…
Saat sekiz olunca, belki bir gelen gider olur diye, hanımı, çocukları uyandırmak istedim ama yapamadım, kıyamadım uykularını bölmeye.
Ama dokuzda kapılarını çalıp, kalkın diyeceğim…
Mutfağa geçtim. Türküler mırıldanarak kendime aylar sonra güzel bir kahvaltı hazırladım. Çay demledim, peynir, zeytin koydum masaya. Sosis varmış buzdolabında ondan bile haşladım. Sonra Murat’ın köyden gelirken getirdiği - evdekilere halamın gönderdiğini söyledim - hormonsuz domateslerden bir tane yıkadım. Domatesi dilimlerken de mis gibi domates kokusu mutfağı doldurdu.
Çayımdan ilk yudumu alırken, Aksu geldi:
— Günaydın babacık, dedi. Hayırdır?
— Elini yüzünü yıka da gel, dedim. Baba kız bir kahvaltı yapalım.
Banyoya girecekmiş. Duş yapacakmış. Sizin anlayacağınız önerimi kabul etmedi. Ben de “ Canıma minnet” dedim içimden. Dedim ama dakika dolmadan geri döndü:
— Vaz geçtim duş yapmaktan, dedi.
Kendine çay doldurdu. Karşıma oturdu.
— Baba ya, dedi.
Domatesten bir dilim attı, ağzına attı. O da beğendi domatesi. Sözle de ifade etti düşüncesini.
— Ne güzel tadı var.
— Eskiden yediğimiz domatesler böyleydi işte. Çocukluğumdan hatırlıyorum bir salata yapılırdı, kokusu her yana yayılırdı. En iştahsızın bile yiyesi gelirdi.
— Baba…
— Hıııı
— Hala hala diyorsun ama ben bu halayı hiç görmedim.
— Yok ya!
— Vallahi. Sokakta görsem tanımam.
Söylediği yanlış değildi. İki yaşında falan görmüştü, bize gelmişlerdi bir vesile ile anımsaması olanaklı değildi.
— Ama o seni hatırlıyor, dedim laf olsun diye. Ve ekledim. “ Selam gönderir hep sana.”
— Köyü de görmedim ben hiç.
— Biliyorsun işte, gidemiyoruz köye.
— Niye?
— Niyesi var mı işte kızım. Annenin tarafı…
— Ama kaç yıl geçmiş aradan.
— Anneannemi hiç görmedim, dedemi hiç görmedim, onlardan kimseyi görmedim.
Birden sinirlendim.
— Ne yapayım, dedim. Bizi defterden sildiler. Gittik kovdular, adam koyduk araya gene olmadı. Bizde koyuverdik ipin ucunu.
— Mesele neydi?
— Vallahi bir şey şöyleyim mi kızım sana, mesele neydi onu da unuttum. Belki inanmayacaksın sildim beynimden.
— Ama bir şey de anlatmıyorsunuz ki. Anneme de bazı soruyorum, suratı beş karış oluyor, ısrar edince de kem küm kem küm… Mesele neydi?
— Unuttum dedim ya yavrum.
— Unutmamışsındır.
— Yalan mı söylüyorum sana, ben akşam ne yediğimi hatırlamıyorum.
— Mercimek çorbasıyla patlıcan oturtma yedik.
Boş bulunup “ nah!” diyeceğimi ve de benimle kafa bulacağını ummuştu, “ Sen gençsin tabi” dedim, hatırlarsın.
Belki verdiğim cevaba bozuldu, belki sohbet açmadı; kalktı masadan. “ Ben banyoya gidiyorum “ dedi ve gitti.
Masada iken bir ağırlık çöktü üzerime. Kalkayım malkayım derken, başımı masanın üzerine koymuşum.
Karımın, sarsıp seslenmesiyle kendime geldim.
— Hayrola İsmail.
İçim geçmiş. Rüya bile görmüştüm. Eskileri. Az evvel halamdan bahsetmiştik, halamı gördüm. Gülümsemişim.
— Niye gülüyorsun, dedi gülümseyerek karım.
— Özüm geçmiş. Halamı gördüm rüyamda.
Karım rüyalara meraklıdır. Hemen yanı başıma çöküp sordu:
— Hayırdır inşallah. Nasıl gördün?
— Köydeymişiz işte. Bana seslendi, çocukluğumda yaptığı gibi, köy ekmeğinin içine ağdayla yağı doldurmuş.
Yıllar yılının verdiği özlemle gayriihtiyarî gözlerim doldu, dudaklarım büzüştü. Ağlamamak için kendimi sıktığımı hisseden karım kendimi rahat hissetmem için , “ Ben bir elimi yüzümü yıkayayım “ bahanesiyle mutfaktan koşarak çıktı adeta.
Bir süre sonra geri döndüğünde “ ağlamadığını anlamamak” için kör almak gerekiyordu.
Laf kalabalığı ile havayı dağıtmak isteyen karım, kahvaltı sofrasını kastederek:
— Hangi dağda kurt öldü böyle, dedi.
Laf olsun diye, “ Bundan böyle, böyle” dedim.
Kendine çay doldurdu. Masaya oturdu. Gözlerimin içine bakarak ve de az evvelki ruh ahvalimi düşünerek, boş ver, takma kafana manasına gülümsedi.
Birden, içimden geldi,
— Sena, dedim.
— Efendim canım, dedi ki bu iki kelimeyi bana acımadığı zaman kullanmazdı.
Heyecanlandım:
— Sena!
Gözlerimin içine baktı:
— Efendim!
— Bizim örfümüzde âdetimizde de vardır?
— Hayatım söylesene.
— Yaa, diyorum ki…
- …
— Şey, hani diyorum biraz sonra arabaya atlasam, köye gidip annemin babamın mezarını ziyaret edip gelsem. İçimden geldi birden. Olur mu ne dersin ha?
Farkında değildim, kızım da gelmiş. Birden coşkuyla ellerini çırptı, heyecanla “ Ne olur ne olur baba, ben de geleyim” dedi. Boynuma da sarıldı.
Sena, ayağa kalktı. Heyecanlanmışı mıydı, sinirlenmiş miydi anlayamadım. Bir süre, gözlerini kırparak, ayağını tempo tutar gibi yere vurarak durdu.
Ben epeyce bir süre orada öylece kala mı kalmıştım yoksa kızım dünya rekoru kırmak gayesi ile odasına gitmiş gelmiş miydi bilmem, Aksu, nun sesi ile kendime geldim:
— Ben giyindim baba, hade gidelim.
Böyle bir desteğe hakikaten ihtiyacım vardı.
— Haydi, dedim kendimi verdiğim söz ile bağlamak için. Sonra da karıma dönüp onayını almak ya da tepkisini görmek istedim. Soğuk bir sesle, “ İstiyorsanız gidebilirsiniz…” dedi.
Ben de Aksu’da , “ Sen de gel” de diyemedik, gelmek ister misin diye soramadık da.
Aksu, cayma gibi bir durum ortaya çıkmasın diye,
— Ben arabanın yanında bekliyorum dedi, bir şey dememe olanak bırakmadan dışarı çıktı.
Ben de hazırlandım Biraz da ağırdan aldım.Bir yere giderken, sürekli şunu yap bunu yap, onu giyme bunu giy” diyen Sena gelip gene başımın etini yesin diye. Gelmedi. Gitmemi onaylamadığından olmadığını biliyordum.
Hazırlanıp dış kapının önüne geldim. Karım hala mutfaktaydı ve hala ayaktaydı. Yanına gitmeye ürktüm.
— Ben gidiyorum, dedim. Bir süre karşılık vermemi belediysem de sözüme…
Kapıyı açarken inşallah “ yatsıya” döneriz dedim. Tam dışarı çıkarken, “ Ben de geleyim mi” dedi.
Mutfak kapısına gelmişti. Sesi titremişti “ Ben de geleyim mi” derken.
Kapıyı yavaşça örttüm. Başımla, gözlerimle “olur” dedim.
Bizim evden ilçe üç saat ilçeden de köy kırk beş dakika kadardı.
Ben hiç durmadım ilçeye kadar, karım yan koltukta hep dışarıya baktı. Aksu, birkaç kez konuşmayı, duygularını ifade etmeye çalıştı, ben de annesi de konuşmayınca o da sustu.
İlçede, bir bakkalın önünde durdum. Halama bir şeyler aldım. Olur a, karım da annesine, babasına uğrar (uğrarız) belki diye onlar için de bir şeyler aldım ihtiyaten.
İlçeden köy yoluna girince, tarifi güç duygulara kapıldım. Son geldiğimde yollar topraktı ve dardı. Şimdi hem genişletilmiş hem de asfaltlanmış
İşte o köprü… Hala yerinde…
İşte o dev ağaç. Yaşı en az yüz elli imiş. Gene ziyaretçisi var.
Şu çeşmeyi de hatırladım. Suyu kesilmiş…
.Gözlerim hem yolda, hem çevremde, hem kızımda, hem karımda.
Radyoyu açtım… Yani, olacak iş mi şimdi bu… Bitlis’te beş Minare çalmaya başladı; kapatamadım da… Sena ağlıyor.
Dikiz aynasından kızıma bakıyorum, empati kurmaya çalışıyor annesiyle. O da değişik duygular içerisinde…
Bir köpek… Aracımızı düşman olarak mı gördü ne, üzerimize üzerimize gelerek var gücüyle havlıyor, biraz gaza basıyorum, arkamızdan koşuyor, biraz daha gaza basıyorum, korkutup kaçırdım diye seviniyor belki de… Takibi kesiyor…
Yanımızdan bir traktör geçti, belki hep öyle yapıyor, belki bugün bayram ya, kendilerimce el salladılar, kornaya bastılar; bayramımızı kutladılar kendilerince.
Korna çaldım, el salladım…
Köyümün ilk evleri göründü…
Doğrudan mezarlığa mı gitsem, halama uğrayıp onu da mı alsam giderken, cesaretimi toplayıp, köye girmeden, belki de şimdi, karıma “ annenlere uğrayalım bir… “ desem mi?
Gözlerim karımda… Ağlamıyor… Nerelerde?
Haydi be kızım, benim yapamadığımı sen yap “ Dedemlere uğrayalım de…” ; “ Anneannemi merak ediyorum de…” Keşke tembihleseydim.
Köye girdik. İlk ev, ilk evin önünde yaşlı bir kadın, bu da kim ola ki bu da kimlerden ola diye bakıyor bize…
Yol kenarındaki otlar sararmış.
Biraz ötemizde bir ev beyaz kireçli, yeni badana yapılmış belli.
Halamın evi mezarlık yoluna dönmeden. Kalbimin atışını kızım duyuyor mu bilmem. Arabayı durdurdum. Biraz yürümemiz gerekiyor. Arabadan indik. Heyecan son haddinde… Karım ve kızım arabanın yanında. Halamın evinin önündeyim. Kapıyı vuruyorum. Bir, iki, üç… Açılmıyor. Sağıma soluma bakıyorum. İşte yan taraftaki evlerden bostanında bir kadın. İki büklüm. Bir şeyler yapıyor. Beni fark etti. Gel gel diye işaret ediyorum. Aaa, bu. Mualla teyze. Hala yaşıyor… Zar zor gelirken ben de yanına gidiyorum. Elini öperken dikkatli dikkatli bana bakıyor. Çıkartmaya çalışıyor. Adımı söylüyorum, kimlerden olduğumu söylüyorum, anımsıyor seviniyor. Göz ucuyla karıma kızıma bakıyorum, dikkatle nefes nefese bizi takip ediyorlar.
— Halam nerelerde, diyorum.
Duymakta zorlanıyor.
Sesimi yükselterek ve kulağına doğru eğilerek sualimi yineliyorum, anlıyor; anlatıyor.
Üç sene evvel rahmetli olmuş.
Bir halamın evine, bir Mualla Teyze’ye bakıyorum. İçim karmakarışık. Saniyeler içinde, defalarca halamla geçirdiğimiz dakikalar gözümüm önüne gidiyor, geliyor.
Gözü, arabaya, karıma kızıma kayıyor.
— Karın mı, diye Soruyor, Cevap vermeme fırsat vermeden de belki gerçekten tanıdığından belki de tahmin ettiğinden haberi veriyor.
— Babası öldü. Anasını da köylü geçen ay hastaneye kaldırdı.
Gayri ihtiyari karımla kızıma bakıyorum. Kızım etrafı seyrediyor. Karım gözlerini bize dikmiş. Dudaktan okuma eğitimi var, büyük bir olasılıklı dudaklarımız okumaya çalışıyor, aramızda belli bir mesafe olsa da.
Elimdeki poşeti, Mualla Teyze’nin yanına bıraktım, halama getirmiştim ama dedim. “Sana nasipmiş”. Sarıldım. Oda bana sarıldı. Elini öptüm. Yanından ayrıldım.
Olabildiğince ağır adımlarla bizimkilere doğru yürüdüm. Babasının öldüğünü, annesinin de hastaneye kaldırıldığını nasıl söyleyebileceğimi kurgulayabilmek için vakit kazanmaya çalışıyordum ama aramızdaki mesafe ne kadardı ki?
Karım, dudaklarımızı okumuş ama emin değil.
— Halan da, babam da ölmüş değil mi dedi?
Ağlamamak için bir taraftan kendimi tutmaya çalışıyor bir taraftan da Allah’a dua ediyorum Konuşmaya çok seven kızım, birkaç ötemizde ilk defa gördüğüm değişik yüz ifadesi ile bizi izliyor.
— Annem de mi ölmüş?
Neyse iyi bir haber verebileceğim.
— Geçen ay hastaneye kaldırmış konu komşu.
— Eeeee?
— Öyle işte.
— Ölmüş mü?
— Öyle bir şey demedi. Duyulsaydı söylerdi.
— Geri mi gelmiş?
— Öyle bir şey de söylemedi.
— Ya?
— Hastaneye kaldırmışlar işte. . Demek ki hala orada?
Durum üzerine binlerce olasılık üretmek mümkün ama o olasılıklardan hangisi hakikat meçhul.
Birimizin haydi deyip noktayı koyması gerekiyor bu duruma, ben diyorum.
— Haydi arabaya geçelim…
Arabaya biniyoruz. Arabayı çalıştırırken karım soruyor?
— Ne yapıyoruz?
— İlçeye gidelim… Hastaneye bir bakalım diye düşündüm ama… Muhtemelen oraya kaldırmışlardır.
Önce babamın mezarına gitseydik demek istiyor mu acaba. Ben de teklif edemiyorum. Arabanın motoru ısınsın havasına girerek, belki bir şey söyler diye arabayı hareket ettirmiyorum. Söylemiyor.

Buradalar mı gittiler mi, öldüler mi kaldılar mı bilmediğimiz birkaç akraba var ama…
Kabristana gitmeden geri dönüyor, ilçeye varıyoruz. Hastanenin epeyce bir uzağında arabamı durdurdum, siz burada da biraz durun, bir arkadaşa uğrayıp geleceğim diye arabadan indim. Gözden kaybolacak kadar gidip bir taksiye bindim, hastaneye gittim.
Allah devlete- millete zeval vermesin sözünün manasını hastaneye gidince öğrendim.
Hastanedeydi, hayırsever birkaç kişi tarafından yatırılmıştı, devlet hiçbir beklenti olmadan hayatta tutabilmek için çaba sarf ediyordu, parası pulu var mı, buna birileri sahip çıkmazsa demeden.
Devlet adını verdiğimiz kurum, kayınvalidemi kucaklamış, görevlileri aracılığıyla yaşatmak için tüm olanaklarını seferber etmiş. Geçmişten günümüze gelen “ Allah devletimize zeval vermesin” in manası bu olsa gerek. Ama iyi ama kötü, devlet sahibi olmak ne büyük nimet…
Karıma, durumu anlattım geri dönünce. Annesini hastanede olduğunu, aylardır komada yattığını, doktorların “ bekliyoruz… “ dediğini.
“ Görmek ister misin? “ diye nasıl söyleyebilirim ona.” Dönelim mi” diye nasıl derim?
Gözlerim gözlerimde, gözleri gözlerimde, kızım nefesini tutmuş bizi izliyor
Karım, balmumundan bir heykel gibi.
Kızım, ne desin ki? Donmuş kalmış…
Haydi, be hanım, bir şeyler söyle… Bu yükün Altına sokma beni…
— Haydi bir bin arabaya, binin, diyorum. Biniyorlar.
Sırf tepkisini ölçmek için karımın, hastanenin önünden geöiyorum, karım tepkisiz, hastanenin önünden geçip şehir yoluna giriyorum, karım gene tepkisiz.
Bu yükü bana yüklemeye hakkınız var mı?
Gözlerim kızımda, o da tepkisiz.
Konuşmaktan başka çarem yok, sinyal verip sağa yanaşıyorum. Karım da arkada oturuyor. Tüm cesaretimi toplayıp:
— Hastaneye uğrayalım mı, diyorum. Sesimin titrediğini ben bile hissediyorum Sonra bana öyle böyle demeyin.
Dikiz aynasından arkaya bakıyorum. Karım donup kalmış adeta.
Birden aklıma başka bir alternatif geliyor:
— O zaman diyorum, hastaneye gidelim bir, yani idareye telefon numarayı bırakayım… Bulunsun diye hani…
Tepki yok… İnsan bu kadar mı çaresiz kalır?
Şehre doğru sürüyorum arabayı, karımdan da kızımdan da “ hastaneye uğrayalım “dite bir söz yok.
Uygun bir yerden geri dönüyorum, biraz sonra da durduruyorum arabayı “ Niye döndün? Niye durdun?” diyen yok.
Arabadan yavaşça iniyorum. Hastaneye doğru yürüyorum. Biraz gidince görüyorum ki karımla kızım da beş on metre arkamdalar. El ele tutuşmuşlar.
Gerekli izinleri alıp kayınvalidemin yattığı odanın kapısına varıyorum.
Karımın derin derin nefes alıp hissediyorum.
Yavaşça kapıyı açıyorum
Kayınvalidem, yatakta kendinden geçmiş bir vaziyette öylece yatıyor. Oda teniz, yatak temiz, Allah devletimize zeval vermesin dedikleri bu olsa gerek. Evde olsa, bakacak kimsesi de yoksa… Düşünmek bile ürkütücü…
Saliseler asır gibi uzun. Karım, annesinin yanına yanaşıyor. Hafifçe eğilerek, benim de zor duyacağım bir sesle sesleniyor:
— Anne!
Bir daha sesleniyor.
— Anneciğim.
Gözyaşlarına boğulacağını sanıyordum ama ağlamıyor.
Biraz daha eğiliyor, annesine. Sesi titriyor:
—Anneciğim.
O ne, kayın validem kımıldandı. Bana mı öyle diyeceğim ama hafifçe gözlerini de açıyor.
Karıma bakıyor ama tepkisiz. Ne geçmez saniye bunlar.
Karım, biraz daha eğiliyor annesine:
— Anneciğim…
Hayır, yalanım yanlışım yok. Belli belirsiz bir gülümseme kayınvalidemin yüzünde. Karımı tanıdı.
Tüm gücünü toplayarak kızına dokunmaya, sarılmaya çalışıyor.
Karım, nasıl davranacağını bilemiyor. Annesinin elini tutuyor.
— Anne…
Kayınvalidemin gözleri, başı; dudakları yanaş da bir öpeyim der gibi.. Karım biraz daha eğiliyor , incitmeden başını hafifçe kaldırıyor annesinin , annesinin kıpırdayan dudaklarına yanağını yaklaştırıyor.
Kayınvalidemin, gözleri dolu dolu olmuş. Bir aralık bana da bakıyor. Tutabildiği kadar sıkı karımın ellerinden tutuyor.
Kızım daha fazla kapının önünde duramamış. İçeriye girmiş. Elimin birini tutmuş, hiç görmediği anneannesine bakıyor.
Ve…
Karım bir an bize dönüyor. Belki doyasıya ağlayacak. Belki de annesine bizim işitmemizi istemeyeceği bir şeyler söyleyip rahatlayacak.
Benden önce kızım davranıyor. Tuttuğu elimi sıkıyor. Kulağıma eğilip:
— Anneannemle biraz yalnız kalmak ister mi ki, diye soruyor.
Karım, kızının benim bile zor duyduğum sözleri duymuş. . Bize dönüyor.
— Lütfen, diyor.



GÜZEL SÖZ:
Kuru karışık ağza, kuru söz kulağa yakışmaz
KAŞGARLI MAHMUT

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder