18 Ocak 2012 Çarşamba

19 OCAK

KABAĞI YEDİK GÜNLÜK

Günde, bazen de defalarca çalan telefona belli bir saatten sonra çalarsa neden acı acı çaldı denir bilmem, ama dün gece tam uyumuştum ki telefon acı acı çaldı.
Malumunuzun bazen yanlış numara falan çevrilebiliyor, bir bekledim iki bekledim telefon susmadı. Gayri ihtiyari saate baktım saat 02.13’ tü. Yüksek sesle “ Hayırdır inşallah” dedim. Kalktım, üzerime bir şey aldım.
Aylardır, yok yok yıllardır kabak yemiyordum. Şimdi diyeceksin ki ne alaka ? Şöyle bir alaka, anlatayım günlük:
Dün eve gelirken Manav Hazım’ın önünde gayri ihtiyari gözüm sergiye takıldı. Sergide de bir noktaya odaklandı, kabağa. Belli ki çok özlemişim. Manav Hazım tabi ki yılların kurdu - Bu mevsimde böyle kabak bulunmaz, dedi.
Anladım der gibi başımı salladım.
- Bugün geldi.
Başımı “ anladım” manasında sallamaya devam ettim.
- Sabahtan beri üç kasa sattım, bu son
O an, “ Ver bakalım bir kilo” demek mecburiyetinde hissettim kendimi, dedim de.
Manav Hazım, ereğine erişmiş bir komutan edasıyla bir kilogram kabak tarttı hemen. Ve kabağı terazinin kefesinden alırken, gözlerini gözümle birleştirerek:
- Evde dereotu var mı? dedi.
- Dereotu mu?
- Malum dereotsuz kabak yemeği olmaz.
Dereotu diye bir şey bilmiyor değildim ama yıllardır kullanmadığımdan tadını pek anımsayamadım.
- İsterseniz bir demet vereyim, varsa da bulunsun evde.
- Ver bakalım, dedim.
Verdi
Kabak yemeği için sarımsak da gerekiyormuş. Manav, yemek konusunda acemi olduğumu sanmalı ki sarımsağı da anımsattı, sarımsağı alıp almama konusundaki tereddüdümü hissetti, “ Evde ithal sarımsak varsa lezzetini alamazsınız kabağın.” dedi, bir demet sarımsak çıkarttı, burnuma yaklaştırdı, iştahla, “ Kokla!” dedi.
Emre itaat ettim, kokladım.
Kastamonu sarımsağıymış.
Manav Hazım anasının gözü tabi, ben daha bir şey demedim:
- Yalnız kusura bakmayın yarım kilodan fazla veremiyorum dedi.
Şaşırdım:
- Niye yarım kilodan fazla veremiyorsun ki?
- Piyasada sarımsak yok. Daha doğrusu sarımsak var da böyle sarımsak yok. Sağ olsun kabzımal Hüsnü bana ayarlıyor da seçkin ve itibarlı müşterilerimi sarımsaksız bırakmıyorum.
İşte esnaflık bu, laf arasında beni hem seçkin yaptı hem de itibarlı. Gururumu okşadı. Bu iltifatın altında kalmak bana yakışır mı?
- Sağ ol, dedim. Yarım kilo da sarımsak ver bana.
- Tosya pirinci
- Tosya pirinci mi?
- Güzide müşterilerimiz için, içine pirinç katılması gereken sebzeler için özel pirinç getirtiyorum Tosya’dan. Malumunuz kabağın içine pirinç de katmak lazım.
Bu sözlerinin ardından ani bir hareketle eğildi kalktı, avucunda pirinç vardı. Çok anlarmışım gibi avucunu bana doğru uzattı.
- Hakiki baldo pirinç dedi. Elle. Lezzete lezzet katar.
- Ne kadar katmak gerekir?
- Bir avuç kadar kat da, gel şu pirinçten iki kilo al sen. Evde bulunsun.
- Kırık pirinç daha iyi gitmez mi?
Çok safsın der gibi güldü. Bozuldum.
Biraz daha burada oyalanırsam manav bana manavı devredecek endişesine kapıldım bir an. Bir kilogram da pirinç aldıktan sonra onun başka bir şey söylemesine olanak bırakmadan manavdan ayrıldım.
Eve geldim. Torbamı boşalttım. Tam kabakları buzdolabına koyacakken kendimi azarladım:
- Ne yapıyorsun?
Büyük bir olasılıklara bu kabaklar buzdolabına konursa orada belki haftalarca kalacak belki de çürüyecekti.
Bu nedenle kabakları buzdolabına koymaktan vazgeçtim. Kendimi de zorlayarak kabağı pişirmek için kolları sıvadım.
İlk dakikalar zor geldi ise de ilerleyen zaman dilimi içerisinde hoşuma gitti. Lafı uzatmayayım günlük, gerekli işlemleri yaptım, tencereyi ocağa koydum.
Sen biliyorsun, geçen sene bugünlerde(?) gene bir kabak yemeği yapıyordum, ocağı tencereye koymuş ben de salona geçmiştim. Televizyon seyrederken uyuyakalmışım. Seslere uyanmıştım sonra. Kapım yumruklanıyordu hani. Yemek pişmiş, tencere yanmış, oda duman içerisinde…
Deneyimi yaşama geçirmedikten sonra edinilen tecrübelerin faydası olur mu? Geçen yıl yaşadığımı tekrar yaşamamak için kasetçalarıma şöyle hareketli parçaları içeren bir kaset koydum mutfağa gittim.
Yemek pişerken ben de bu parçaları dinleyecek, parçalar da hareketli olduğundan içimin geçmesine olanak vermeyecektim ki öyle de oldu.
Ocağın altını kapattığımda doğal olarak yemek yeme isteğim doruk noktasındaydı. Yemeğin dinlenmesini bile beklemeden bir tabak doldurdum.
Fena olmamıştı be!
Yalan söylemeyeyim, mutfak masasının üzerindi kabak yemeğinden gittim yedim, geldim yedim, doymuş olmama rağmen gene yedim, midem yeter sinyalini verdi aldırmadım bir kaşık kaşık teptim.
Sen de duymuşsundur belki gülük, eski insanlar bazen şöyle derdi “ Yediklerim taş gibi oturdu mideme.”
Onların söyledikleri benim bugün yaptıklarımla örtüştüğü için mi söylenmiştir bilmem ama akşama doğru biraz kestirdim uyandığımda sanki mideme taş oturmuştu. Üç gün yetebilecek bir yemeği birkaç saatte bitirmeye kalkarsam olacağı buydu zaten.
Yatarak kalkarak, sağa dönerek sola dönerek, karabasanlarla mücadele ederek geceyi sabaha eriştirme uğraşı içerinde 2.13’te acı acı çalan telefon…
Günlük, hiç kusura bakma biraz sonra başlayacak olan filmi kaçıramam.
Acı acı çalan telefonun hikâyesi yarına kaldı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder